SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Biz boşanmamış mıydık !!??!?!

“” haberlerine “” haberlerinden daha çok şaşırdığımız kesin.

Boşanmak artık şaşırtıcı olmadığı için, evlenmeden önce “” öngörüsü ile imzalanan sözleşmeler, paylaşılan mallar, verilen kararlar hızla artıyor.

HAYALLER “ Ne var canım, bir imza sonuçta, biz medeni bir şekilde boşanırız”,

GERÇEKLER “Böyle bir insana dönüştüğüne inanamıyorum, elbette ödeyecek o nafakayı”

DİP NOT: “Mutlu boşanma” diye bir şeyi gören, duyan, yaşayan varsa lütfen bana yazsın, gerçekten dinlemek istiyorum.

Çocukların olmadığı evliliklerin bitişi, her iki tarafın hayatlarına tatlı birer ilişki girdiği anda eski bir hikaye olarak kalabilirken, çocuklu boşanmalarda irtibat bir şekilde devam ettiğinden çekişme de sürüüüüüp gidebiliyor.

Etrafımda gördüğüm %70 boşanmış eşin (kadın veya erkek) aynı durumdan muzdarip olduğunu fark ettiğim için konuya dikkat çekmek istiyorum ve asla değişmeyecek bir gerçeği artık idrak etmemiz gerektiğini özellikle vurguluyorum;

“Ortak Çocuğun Olduğu Birini Hayatından Tamamen Çıkartamazsın!” üzgünüm, ama bunu yapamazsın.

ANCAK! Bu durum ayrıldığın kişinin hayatına müdahil olman/onun senin hayatına müdahil olması anlamına gelmiyor. Burada altının çok kalın kalemler ile çizilmesi gereken sınırlar var.

Boşanma kararının alındığı andan itibaren ne yazık ki “taraf” olunduğundan tartışmalar, anlaşmazlıklar, sürtüşmeler de son bulamıyor. Boşanma sonrasında devam eden bu savaş her iki taraf için de oldukça yorucu ve yıpratıcı oluyor.

İşte bu yüzden, ayrılık sonrasında çok sık görüşmek ve iç içe hayatı devam ettirmek; birbirinin hayatı hakkında yorumda bulunmak, detay anlatmak gibi girişimler zaman içinde birbirinin hayatını eleştirme, onaylamama, müdahale etme, fikir yürütme gibi yollara gidebiliyor.

Eski eş, eskide kalması gereken, ortak çocuk varsa çocuk ile ilgili konuların konuşulması ile sınırlı irtibatta devam etmesi gereken bir kavramdır.

Size tacizde bulunan bir eski eşiniz varsa, ona buna devam etmemesi konusunda kesin çizgiler çizme hakkınız olduğunu unutmayın. Taciz yalnızca cinsel taciz demek değildir. Ruhsal taciz zaman zaman farkına bile varmadan maruz kaldığımız, hayatımızı yüksek oranda olumsuz etkileyen bir zulümdür.

Aykırı bir hayat yaşayarak, ortak çocuk ile ilgili ortak karar ve davranışları olumsuz yönde etkilemediği sürece eski eşler birbirlerinin hayatına karışma, hayatları ile ilgili fikir yürütme, akıl verme, eleştirme hakkına sahip değildir, olmamadır.

anlaşabilsek zaten ayrılık yaşanmazdı. Elbette ayrıldıktan sonra da anlaşmazlıkların olması doğal.

Ancak anlaşmazlıklar, bir tarafın ezilmesi, ezilmeye devam etmesi, eleştiriye maruz kalması, hayatının eski eş tarafından baskılanması, kontrol edilmeye çalışılması, taciz edilmesi gibi durumlara dönüşemez, dönüşmemelidir.

Eski eşin esiri olmayalım şekerler, eski eşi de esaretimiz altına almaya çalışmayalım. Geçmişi geçmişte bırakamayanlar asla ileri gidemez. Aman.. ;)

Papatya Somer

Yazının devamı...

Tipik bir kadın ne zaman gider?

Erkeklere göre kadınları elde tutmanın en iyi yolu “para ve sadakat”.

Sokakta gezerken 300 tane erkeği kolundan tutup çevirsek ve sorsak…” Sence bir kadını elde tutmanın yolu nereden geçiyor?” vereceği cevap belli;

1. Sadık olacaksın, gözün dışarıda olmayacak, yanından geçen mini etekli kadına bakmayacaksın…

2. Pahalı hediyeler alacaksın, önemli günleri unutmayacaksın, arada çiçek alacaksın, para sıkıntısı yaşatmayacaksın….


bir kadını şımartmak, hayatını kolaylaştıracak imkanları ona sunmak, tatlı jestler yapmak konusunda kullanabilecek kolaylaştırıcı bir etkendir, ancak asla bir kadını elde tutmak için tek başına işe yaramaz.

bir kadını huzurlu kılacak, güvende hissettirecek bir edep göstergesidir ancak asla bir kadını elde tutmak için tek başına işe yaramaz.

Yani… bir kadının karşısına geçip; “seni hiç aldatmadım ve ne istediysen aldım” diyorsa bir erkek, konuyu hiç anlamadı demektir.

Bir kadını elde tutmanın yüzeysel unsurlar ile başarılabildiğini düşünen adamlara bir kadını kaybetmesine sebep olan durumları anlatmak gerekiyor ki, kadınları elde tutmak için garip bir çaba içine girmek yerine standart davranmayı başarabilsinler.

Kadınlar nasıl erkeklerden koşarak kaçıyor?

İlgili olayım derken “sülük” olmak

Elbette ilgiyi seviyoruz. Her insan gibi.

Önemsediğimiz şeylerin önemsenmesini, tatlı iltifatlar almayı, sevildiğimizi hissetmeyi, bir yere girerken kapımızın açılmasını, kahvemizi sütlü içtiğimizin bilinmesini, aşk mesajları almayı seviyoruz ama bütün bunların bir dozu olmalı.

Her cümlenin başına “aşkım” yazmak, sanki kadın engelliymiş gibi onun yerine her işe atlamak, iltifatları havada uçurmak, ağzına beslemek, hediyelere boğmak kadında şöyle bir fikir oluşturuyor; “Bu adamın eksik bir yanı mı var da benim gözümü boyamaya çalışıyor?”….

Komik olayım derken “cıvık” olmak

“Kadınlar komik erkekleri sever” klişesi tamam güzel, ama komik olacağım diye dakikada 2 espiri yapmak neyin nesi?

Komik olmanın ve espiri yapmanın zeka ile doğru orantıda olduğunu düşünürsek bu klişe lafın asıl sebebinin de bu olduğunu anlarız. Kadınlar zeki erkekleri tercih ediyorlar, komik olmak uğruna kendini gülünç duruma düşürenleri ve yaptığı sulu şakanın sonunda kendi kendine gülen erkekleri değil!

Kollayıcı olayım derken “gardiyan” olmak

Kadını kanatları altına alıp ona güvende hissettirmenin yolu ağırbaşlı bir hakimiyetten geçer. Etrafındaki insanlara kış kış yapıp, eleştiriler yağdırıp, onu değiştirmeye çalışıp, arkadaşları ile tanıştığında kaşının birini havada tutmaktan, çevresine ve kadına “O benim artık!” tadında mesajlar vermekten geçmez.

Kadının bir hayatı, bir geçmişi, bir sosyal çevresi olduğunu idrak edip, saygı duyup, ona zarar verecek olduğunu öngördüğü durumlar konusunda nazikçe, sevgi ile uyarmak ile olur kollayıcı olmak.

“Şu saatte evde ol, onunla görüşme, bu eteği giyme” gibi cümleler babasının cümleleri olabilir ancak, sevgilisinin değil….

Sahipleneyim derken “paranoyak” olmak

“Seven adam kıskanır” mantığından yola çıkarak araştırmacı bir gazeteci edasında dolanmak, her hareketi sorgulamak, sosyal medya hesaplarını kurcalamak, telefonunu karıştırmak, geçmişini eleştirmek, etrafındaki herkesi kıskanmak gibi davranışlar erkeğin kendine olan güveni ile ilgili ciddi bir sorun yaşadığını hissettiriyor kadına.

Kadınlar kendinden emin erkeklere saygı duyuyorlar ve bu tip erkeklere aşık oluyorlar. Sürekli onu kaybetmekten korkan ve bu konuda paranoya yapan erkeklere değil…

Bağlı olayım derken “bağımlı” olmak

Sadakat ve bağlılık bir ilişkinin temel taşlarını oluşturuyor. Ancak “Senden başkasını gözüm görmüyor” derken, annesinin kuyruğu dibinde gezen ördek gibi davranıp “sen yoksan ben bir hiçim” mesajını vermenin de alemi yok.

Her günü, her saniyeyi yan yana geçirmek, kendi başına plan yapmamak/yapamamak, kadın her istediğinde kendi planlarını iptal edip kadına koşmak, kadının bir işi veya planı olduğunda sürekli “sıkıldım”, “ne zaman geleceksin” , “ seni seviyorum, özledim” gibi mesajlar yollamak, istemediği bir şeye bile sırf kadın istiyor diye “peki” demek erkeği kadının gözünde “bana bağımlı oldu” duruma sokuyor ve bu da ona duyduğu saygıyı yok ediyor. Kendi başına da bir hayatı olmayan erkekler ne yazık ki kadınlar tarafından bir süre sonra istenmeyen erkek listesine alınıyor.

Hayal kurdurayım derken “vaatçi” olmak

Birlikteliğin ileri dönemleri ile ilgili hayaller kurmak ve planlar yapmak çok güzel. Hiçbir ilişki bitecekmiş gibi düşünülerek başlamaz. Ancak kadınlar ayakları yere basan hayalleri severler. Kısa vadeli hedefler ve ulaşılabilir hayaller kadının erkeğe olan inancını ve güvenini arttırır. Bir kadına asla yapamayacağı bir sözü veren ve bu davranışını sürekli vaat durumuna çeviren adam kadın gözünde “boş vaatçi” durumuna düşmekten kurtulamaz. Kadınlara sürekli söz vermek yerine yapılması gerekeni doğru zamanda yapmak gerekiyor.

Kadını kaybetmek aslında çok kolay değil, kazanmakta öyle. Meziyet yıpratmamakta.

İçi boşalmış bir ilişki, ruhunu kaybetmiş bir kadın, mutsuz ve gergin bir adam, sonu gelmeyen tartışmalar… ne gerek var.

Hayat kısa arılar vızıldıyor… ;)

Hazır bahar gelmişken… aşık olun şekerler

Papatya Somer

Yazının devamı...

Ben ne işe yarıyorum?

Bazı sabahlar vardır, kendini, hayatını, evini, sol bacağını, kahkülünü, tırnağını bile asalak bulursun.

Hayır PMS döneminden bahsetmiyorum. O ayrı bir kriz.

Benim bahsettiğim kendini amaçsız hissettiğin sabahlar. Bu sabahta benim için kendimi asalak hissetme sabahıydı.

Belki kış mevsiminin karamsarlığından sıkılmanın da etkisi vardır ama bu daha çok “Bi halta yaramıyorsun be kızım!” tipi bir hissiyat.

Kendinize hiç sordunuz mu? “Ben ne işe yararım” diye? Alıştığımız sıfatlar dışında işe yaramaktan bahsediyorum. Yaptığımız iş, anneliğimiz, evlatlık görevlerimiz, ev temizliği, yemek falan değil.

İşte bu sabah ben de tam olarak bunu sorgulayarak uyandım.
“”

Gazeteye gelene kadar kendi kendime – dürüst olmaya çalışarak- yeteneklerimi, becerilerimi, yapabildiklerimi ve yapma potansiyelim olan şeyleri düşündüm.

Sonra bir şeyi fark ettim…

Önemli bir şeyi fark ettim..

Siz belki daha önce fark etmiş olabilirsiniz ama ben bu sabah fark ettim…

Yapabildiğim ve yapmak istediğim bir sürü şey var ancak ben daha kalkışamadan kendi kendimi baltalıyorum. Nasıl mı?

Anlatayım…

Büyük şehirde yaşayan ve çalışan bir çok insan gibi ben de robot misali sabah aynı saatte kalk, akşam aynı saatte yat, eve aynı saatte gel, evden aynı saatte çık, hafta sonları benzer programlar etrafında dön yaşıyorum. Bunda bir anormallik yok, değil mi?

Çünkü zaten şu an bunu okuyan bir çok insan “Eee tamaaam, biz de öyleyiz zaten, ne var bunda?” diyecek.

Bunda çok şey var, var da biz görmüyoruz.

Ödenmesi gereken faturalar, planlanması gereken işler, ziyaret edilmesi gereken dostlar, empati yapılması gereken çocuklar, pişirilmesi gereken yemekler, kurulması gereken dengeler…. onlar bunlar şunlar… akşam olup yatağa yattığında düşünülmesi gereken yarın, öbür gün, 3 ay sonrası..

Hayda ben ne zaman 37 yaşıma geldim yahu? Daha geçen sene 25 değil miydim?

Aklımda daimi bir “sağlıklı beslenme + düzenli egzersiz” planı var. Orada duruyor. Babamdan genetik olarak geçmiş bir “Pazartesi diyete başlıyorum” cümlesi kadar istikrarlı olmasa da, ayda 6-7-8 defa,”yarın sabah itibarı ile adam gibi beslen” diyorum kendime.

Sonuç: Başarısız…

Sağ olsun annemden bana geçen bir el becerisi var, dikiş, nakış, örgü vs her bir şeyi yapabiliyor ve daimi olarak Pinterest’te kendime panolar oluşturuyorum. Güya bunların hepsi dikilecek, örülecek, yapılacak.

Zaten şu DIY furyası çıktı çıkalı hepimiz el emeği ile köşeyi dönme planı yapan kadınlar olduk…

Sonuç: Başarısız…

İş çıkışlarında veya vakit yaratamazsam en azından internet üzerinden bir eğitim alarak, hobi iken uzmanlığım oldu diyebileceğim bir eğitim alayım diye araştıra araştıra, nerede ne eğitim var, ne kadar sürüyor, ne kadar ücreti var, sonunda ne işe yarar konusunda uzman oldum.

Sonuç: Başarısız…

Şimdi bunları böyle sıralayınca moralim iyice bozuldu ayrı, ancak insanın kendisine karşı dürüst olması ve sonucundan bir noktaya vararak doğru yolu bulması kadar da güzel bir şey yok.

Sıraladığım şeyler benim sürekli ertelediklerim, vakit bulamadıklarım, bahane uydurduklarım ve belki de aslında o kadar da çok istemediklerim.

Sabah gazeteye gelirken fark ettiğim “yeteneklerim, becerilerim, yapabildiklerim ve yapma potansiyelim olan şeyler” ve bunlar konusunda kendimi sürekli baltalamamın sebebi aslında çok basit.

Ben bunları yapmayı ASLINDA O KADAR DA ÇOK İSTEMİYORUM.

Bunları yapmam gerektiğini düşünüyorum, zira trend bu yönde. Yapabileceğimi, yapmam gerektiğini, yaparsam iyi hissedeceğimi düşünüyorum çünkü yaşadığımız dönem ve uyaranlar bana bunları yapmanın iyi ve doğru olduğunu empoze edip duruyor.

Neden?

Neden bu oltaya geliyorum ve kendimi sürekli “bir şey yapmam lazım, sistemin esiri oldum kaldım, kendim için hiçbir şey yapmıyorum ve hobilerimi de yerine getiremiyorum, ay hiçbir şeye vaktim yok” diye yiyip bitiriyorum?

Başkaları tarafından koyulmuş “ideal” hedefler eğer gerçekten istemiyorsak “kışkırtıcı” hayallerden öteye gidemiyor.

Bunlardan bir veya bir kaçını başaramadığımızda da kendimizi “başarısız” olarak nitelendiriyoruz.

Kendime bu sabah; 2, yeni, gerçek, ulaşılabilir, bana ait olan, GERÇEKTEN ÇOK İSTEDİĞİM hedef koydum. Trend olmayan, dönem tarafından empoze edilmeyen. Her iki hedefe de ulaşmam yaklaşık 4 haftamı alacak.

Kısa vadeli, ulaşılabilir hedefler kendimize olan inancımızı kazanmamızı da sağlıyor. Hedefleri ve hayalleri ufak ufak büyütüp, ulaşmak için yeteri kadar efor harcadıkça daha ileri ve büyük hedefler için sağlam bir alt yapı oluşturmuş oluyoruz.

O zaman ne diyelim… herkesin hedefi kendine şekerler:)

Unutmadan; hedef ve hayalleri anlatmak onlardan uzaklaşmamıza sebep oluyormuş, geçenlerde bir yerde okudum. Bana makul geldi.

Papatya Somer

Yazının devamı...

Dilini kullanmayan erkekler!

Terapistlerin tonla para kazandığı şu dönemde en büyük sorunlarımızdan biri malum; iletişimsizlik.

Evli olduğumuz kişi ile konuşamadıklarımızı, patronumuza söyleyemediklerimizi, çocuğumuza anlatamadıklarımızı bize ifade edebilmeyi gösteren ve rahatlamamıza yardımcı olan caaaanımız ciğerimiz terapistlerimiz, iyi ki varlar.

Kadınların “” kısmında erkeklere nazaran daha başarılı olduğu kesin.

İlişkilerimizden tutunda, kayınvalidemizin dırdırına, çocuğumuzun öğretmeninin verdiği tonlarca ödeve, iş arkadaşımızın ego savaşlarına, gelecek planlarımızla ilgili endişelerimizden, cinsel yaşantımıza kadar her detayı konuşuyoruz, paylaşıyoruz birbirimiz ile.

Fikir alışverişinde bulunuyoruz, öneriler veriyoruz, plan yapıyoruz, takipçisi oluyoruz…

Paylaştıkça rahatlıyor, belki çözüm buluyor, benzer durumda hisseden başka kadınların da olduğunu görüyor, birbirimize ufak terapiler yapıyoruz…

Oh ne güzel yapıyoruz:)

Kadın arkadaşlarımızla konuştuğumuz kadar eşlerimiz ve sevgililerimiz ile de konuşuyoruz. Bu bize “dırdırcı” etiketini yapıştırsa bile, bundan vazgeçmiyor, geçemiyoruz.

“”

Peki ya erkekler? Onlar neler yapıyor?

Erkeklerin en sevdiğimiz huylarından biri; umursadıkları, sevdikleri, tabiri caizse “” olarak gördükleri kadınlar ile ilgili çok fazla detay paylaşmamaları.

Ancak bunun yanında konuşmaları gereken birçok şeyi de konuşmuyorlar. Özellikle de kırgınlıkları, pişmanlıkları, kararsızlıkları, endişeleri, sorunları ile ilgili.

Her insan yaşadığı hayatla ilgili endişe duyar, kimi gelecek kaygısı duyar, kimi sevdiğini kaybetmekten korkar, kimi yaptığı hatayı nasıl düzelteceğini bilemediği için perişanlık hisseder, ama bir şekilde düşer. Düşebilir. Bunlar çok insanı duygular.

Bu gibi durumları gurur yapmak, yenilgi gibi hissetmek, başarısızlık gibi görmek, görmezden gelmek ve içine kapanmak yerine çare aramak gerekiyor. Konuşulmayan her “” çözülememeye mahkum.

İletişim kurabilmenin yolu konuşmaktan, anlatmaktan ve anlamaktan geçiyor. Herkes ile her şeyi değil elbette ama yakın ve eski bir dostla, eşle, sevgiliyle, yakın bir kadın arkadaş ile belki… konuşmak rahatlamaktır, deşarj olmaktır, özgürleşmektir, çare bulmaktır belki.

Erkeklerin konuşmayı kadınlar kadar sevmediğini biliyoruz, öğrendik artık. Ancak konu siyaset, din, futbol veya eski çapkınlıklar olunca bülbüle dönen erkeklere selam olsun… :)

Papatya Somer

Yazının devamı...

Adamları biz bu hale getirdik!


Farklı kadınlar, başka hikayeler, değişik zamanlar….aynı tip adamlar…

Soruyorum size;

Adamları biz mi bu hale sokuyoruz?

Anneleri mi?


İster evli olalım ister sevgili, uzun dönem ilişkiler sonunda kadınların ortak müzdaripliği, ortak söylemi, ortak şikayeti

Kendini istisna görenler sebeplerini bana yazabilir ancak erkekler kendi içlerinde, yaş alma ve olgunluk bakımından 3’e ayrılıyor; 13 yaş, 15 yaş, 17 yaş.

Ana evinde el bebek gül bebek, her hakka sahip, annesinin kuzusu şeklinde büyüyen “Prens” sorumluluk alması gereken dönem gelip çatınca, annesinin mutlak suretle onayladığı bir kadın seçme yoluna gidiyor ki; bundan sonraki hayatı aynı konforda devam edebilsin.

Yemeğin tuzundan, bornozunun kalorifer üzerinde hazır beklemesine, faturaların takip edilmesinden, çöpün kapıya koyulmasına, unutulan özel günlerin “ cümlesi ile geçiştirilmesine kadar yüklü bir talep bohçasını sırtlanıp “” diyerek kafamıza atıveriyorlar.

Kendine tatlı bir kariyer yapmış bol kazançlısından, babasının ona sağladığı patronluk oyununu başarı ile oynayana, istediği işi bulmak için debelenip duranından, kariyer basamaklarını çıkmak için işten başka bir şey düşünmeyenine kadar, hepsinin bir yanı “Küçük Prens” olarak kalmaya devam ediyor. Zira mutluluk, huzur ve anlayış kadın tarafından sağlanması gereken bir görev.

Peki biz ne yapıyoruz partner olarak?

Biz kadınlar erkeklerin hayatlarındaki her detay ile ilgilenmeye bayılıyoruz. Arkadaşları ile ilişkileri, arkadaşlarının karıları ile aralarındaki sorunlar, donunun rengi, halı saha maçının saati, otomobilinin kiri, ayakkabısının bağcığı, saç fırçasının şekli, şarj aletini katlama stili, kullandığı ilacın saati, sırtına esen rüzgarın yönü, cebindeki gereksiz kağıtların çöpe gitmesi…. her ufak detay.

İlk başlarda çift taraflı olarak tatlı gelen bu ilgilenme hali zaman içinde kontrol, uyarı, görev, yük, dır dır gibi evreleri yaşayarak kocaman bir sorun topu haline dönüşüveriyor. İlk başlarda böyle bir talebi olmamasına rağmen zaman içinde bizden bu tip şeyleri düşünmemizi bekliyor hatta düşünmediğimizde bizi azarlar oluyorlar.

Burada suçu 13, 15 veya 17 yaşındaki adama atıp, “Sorumsuzsun, kendi kıçını toplayamıyorsun, bunu neden ben yapıyorum, ben senin annen değilim, yeter artık ama bu seferde kendin yap” gibi cümleler söylemeye hakkımız var mı?

Bence yok. Ana evinden gelen küçük prensin konforu için elimizden geleni yapıp, her düştüğünde kaldırıp, sırtını sıvazlayıp hem psikolojik hem fiziksel destek sağladıktan ve bunu görev edindikten sonra bu konuda şikayet etmek biraz adaletsiz oluyor.

Sen adamı konfor bağımlısı yap, kanatlarını kır, bir kavanoza koy salona süs yap, sonra kalk de ki; “Yavrum sen neden uçamıyorsun?”

Nasıl uçsun? Uçan yerlerini törpüledin, her uçması gereken durumda sen onun yerine uçtun. Adam neden uçmayı denesin ki?

Erkek annelerine selam olsun (ben de dahil), çocukları minnoş birer küçük prens gibi yetiştirip, “aman oğlum paşam oğlum” yapmaktan vazgeçelim, gelin veya gelin adaylarının yanında “Bizim Osman böyle yer, böyle sever, böyle giyer” cümlelerini kurmayalım, oğlumuzu kızın yanında azarlayıp, yermeyelim.

Eşler, sevgililer; ana evinden gelen küçük prensin “yetişkin bir erkek” gibi hissetmesi için aldığı sorumluluklarda ona güvenmenin ne büyük bir haz olduğu vurgusunda bulunalım. Erkekler bizim gibi değiller, düzler. Kendilerinden bir şey talep edilmedikçe akıl edemiyorlar (genellikle). Baş öğretmen edasında emirler vermekten ve görevler belirlemekten bahsetmiyorum ama yapı olarak pohpohlanma vitamini ile çalıştıklarından, bazı işleri onların yapmasının ilişkinize ve yaşantımıza kattığı faydaları vurgularsak bu görevi almaktan keyif alacaklardır.

Bir diğer önemli konu da üşüdün mü, acıktın mı, paran var mı, su içer misin, haydi yatalım, yıkanırsın diye havlu çıkarttım gibi günlük bakım ve ihtiyaç konularına burnumuzu sokmayalım. 40 yaşına gelmiş bir adamın tuvaletten “Figeeeennn, bittiiiii!” diye bağırdığını duymak istemiyorsak… kendimize hakim olalım, anne olmak istiyorsak doğuralım, kocamızın anası olmayalım.

Sevgiler Şekerler….

Papatya Somer

Yazının devamı...

Neden Herkes Çıplak?

Kıyamet kehanetleri konusunda ne düşünüyorsunuz bilmiyorum ama ben kıyametin çok yakında, ensemizde olduğuna kalben inanıyorum.

İnsanoğlunun madden ve manen Dünya’yı yaşanmaz bir hale getirmesi ile Doğa Ana’nın sahip olduğu her şeyi bizden alacağının farkında olsak iyi olacak. (Ah Nuh, ah…)

Doğayı katledişimizi ayrı bir konu başlığı olarak yazacağım. Şimdi değinmek istediğim “ahlaki” değerleri kaybedişimiz ile ilgili.

Medeni olmak, modern olmak, çağa ayak uydurmak gibi kavramların “ahlaksızlık”, “dejenerasyon”, “sapkınlık”, “teşhir” gibi kavramlarla birbiri içine girdiği bir gidişattayız.

Sıklıkla haberlerini yaptığımız cinsel istismarlar bir yandan, açık giyim konusunda sınırların da ötesine geçen “ünlüler” bir yandan, şortla sokağa çıktı diye kadınlara tekme atan şuursuzlar bir yandan, sapkın ilişkileri normalleştirmeye çalışanlar bir yandan, cinsiyet kavramını ortadan kaldırmaya yönelik girişimler bir yandan, “kimin eli kimin cebinde” söylemini göze göze sokan ilişkiler bir yandan…


Dünyamızın başına gelmiş en büyük felaketlerden biri olan Kardashian yapısından mı bahsetsem, çocuk dizilerinde oynayan minnoş bir kız iken birden teşhir ve madde bağımlılığınını normalleştiren Miley Cyrus yapısından mı bahsetsem, eski sevgilisinin karısı ile kalça yarışına giren Amber Rose yapısından mı bahsetsem, kırmızı halıda boy gösterirken külot giymeyenlerden mi, tarz olacağım diye adeta daracık kadın pantolonları ile sokağa çıkan kırıtık adamlardan mı….???

Bunların hepsi birer YAPI..

Yapı diyorum çünkü bunlar planlanmış, düşünülmüş, zihni yönlendirmeye, algıyı değiştirmeye, inançları farklılaştırmaya yönelik yapılan saldırılar.

Genç nesli; çıplaklık, madde kullanımı, sapkınlık, cinsiyet değiştirme gibi konuların çok normal şeyler olduğuna inandırmaktan başka hiçbir amacı olmayan insan müsveddelerini birer kukla gibi kullanıp tüketimimize sunan bir yapı.

Mahremiyetin tamamen ortadan kalktığı, cinsel organını göstermenin modernlik sanıldığı, sapkın ve çapraz ilişkiler yaşamanın insan doğasının gereği olduğuna inandırılmaya çalışıyoruz ancak bunların hepsi birer zırva!

Çocuklarımıza bu tip insanların sosyal, duygusal ve ruhsal yaşantılarında aslında mutsuz ve doymamış insanlar olduklarını, bu yüzden oralarını buralarını açıp, farklı yollardan yer edinmeye çalıştıklarını, bu tip insanlara özenmek yerine, onların yok olan hayatlarından ders almaya çalışıp, beyinlerini ve ruhlarını doldurmayı öğretmeliyiz.

Bu tip yapıların kolay yoldan zengin olduklarını gördükçe, “nasıl hızlı ünlü olurum, nasıl kolay para kazanırım” sorularına cevap bulmaya çalışırken yok olup gidecek bir neslin yetişmesine seyirci kalmaya devam edersek…… kıyametin kopuşuna tanıklık eden bir nesil olmaktan öteye gitmemiz çok zor.

Çivilerimize sahip çıkalım..
Hani kitapta yazan kıyamet günü var ya, baya ensemizde, haberimiz olsun.

Papatya Somer

Bunlar sizce normal mi?

Yazının devamı...

Öldükten sonra dirilmek mümkün-müş! Gerçekten!

Ölüp, yeniden hayata dönmek artık mümkün-müş. Şaka yapmıyorum. Bugün okuduğum yazıda şöyle diyordu;


Haber taze değil, gördüğüm kadarı ile 2 sene kadar öncesine dayanıyor.

Bu konuda yol aldılar mı bir bilgi bulamadım ancak iddiasına göre ölen bir kişiyi hayata döndürmek için “Gecikmeli Canlandırma” adı verilen durumda kalınmasını sağlayabiliyorlar ve bu yöntem şu ana kadar sadece hayvanlar üzerinde denenmiş, ancak sonuçlar inanılmazmış.

Ölmüş biri hayata nasıl döndürülür?

Vücuttan kanın boşatılması ve vücut ısısının 20 dereceye düşürülmesi gerekiyor. Yaralanma giderildikten sonra kan vücuda geri pompalanıyor ve vücut ısısı yavaş yavaş yükseltiliyor. Kan geri pompalandığında vücut hemen pembeleşiyor.

Vücut ısısı belli bir dereceye ulaşınca kalp kendiliğinden çalışmaya başlıyor.

“Çok ilginç bir şekilde, 30 derecede kalp birdenbire tek tek atmaya başlıyor; ısı yükseldikçe kalp atışı da kendiliğinden artıyor,” diyor Peter Rhee.

Yeniden hayata döndürülme işleminden geçen hayvanlar uyandığında çok fazla etki görülmeden ertesi gün normale dönmüşler.

Bu inanılmaz çalışmayı Maryland Üniversitesi’nden Samuel Tisherman ile birlikte yürüten Peter Rhee, kurşun yarası almış insanlar üzerinde deneyeceğini açıklamış.

Anlaşılan o ki; ölüm sebebinin herhangi bir iç organın iflas etmesi olmadığı durumlarda, kalp, kan kaybı gibi durumlar sonucunda hayatını kaybeden birinin hayata tekrar dönebilmesi mümkün. Peki ama ne kadar süreliğine? Bu sorulara umarım kısa zamanda yanıt gelir.

Ölüp ölüp dirilme fikri ne derece mantıklı bilemiyorum tabii işin uzmanlarına sormak lazım ancak aklımca çıkarttığım sonuçlara göre arızasız dönmek imkanlı olmamalı.

Ölmemeyi neden bu kadar çok istiyoruz?

Ölüm konusunun biraz şaibeli olduğunu düşünüyorum.

“Buradan gitmek”, “Son bulmak”, “Bitmesi” gibi terimlerin yan yana gittiği “Ölüm” olgusundan korkuyor, ancak neden korktuğumuzu bilmiyoruz bence.

Ölüm giden için bir bilinmez, kalan için ise büyük bir boşluk. Kendi ölümümüze kafa yoracağımıza, sevdiklerimizin ölümü sonrası zihni nasıl standartta tutarız buna kafa yorsak daha iyi.

Çocukken ölmekten o kadar korkardım ki, babama yalvarırdım ”ne olur ölmeyeyim, bir şey yapalım” diye. Bana sistemin parçası olmanın keyfini anlattığından beri içim sakinim :)

Sistemin bir evrim olduğuna %100 inandığım ve hikayenin asla bitmeyeceğini bildiğim için ölmekle ilgili bir sıkıntım yok. Kendi ölümümle ilgili yani.

“Sistemin bir parçası olmaya devam ettiğin sürece yaşam devam ediyor” diye düşünmek beni rahatlatıyor.

Ölüm ile ilgili en ağır durum; kalan olmak. Sevdiğin birinin artık yaşamadığını bilmek gerçekten zorlayıcı bir gerçek.

İnsan kendine dönüveriyor. “Ben bu yoklukla nasıl yaşarım?” sorusunu kafadan atmak oldukça zor. Çok zor.

……………..

Yukarıda örneğini göreceğiniz gibi; umut verici bir yazı, bir anda gerçekler ile hüzünlü bir yazıya dönüşebiliyor. Bunu yapan şey de ALGI.

Diyeceğim o ki; ALGI’nızı olumlu yönde tutmaya çalışın. Ben öyle yapıyorum.

Ve bir şeyi de unutmayın. Herkesin ALGI’sı aynı yönde değil. Kiminin felaket sandığı diğerinin bayramı olurken, bir diğerinin ayıpladığı başkasının umudu olabiliyor.

…..

Belki yarın hayata yeniden başlar ve kendi Gecikmeli Canlanmanızı yaşarsınız şekerler ;)

Döngünün faydalı bir parçası olduğumuz günlerimiz olsun… Amin.

Papatya Somer

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.