SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Anneler Bilimsel Bilgiye Nasıl Ulaşacak?

Açıkçası bu yazıyı yazmam tahmin ettiğimden uzun bir zaman aldı. Evet, biraz uzun bir yazı… Ancak vermek istediklerimi daha kısa bir şekilde veremeyeceğimi düşündüm. Bir yandan da acaba okunacak mı? Birilerine fayda sağlayacak mı? diye düşünmeden de edemedim. Anne blogu denince “Yaz tatilimiz pek hoş geçti, buyurun kumsaldaki ayak fotom”, “Ben doğurdum diye söylemiyorum ama benim velet feci tatlı”, “Birinci doğumgünümüzden hamur işleri” kıvamındaki yazılar çok daha fazla ilgi görüyor. Ben de bazen o tür yazıları keyifle yazıyorum. Lakin annelik bundan ibaret değil. Annelerin çok daha farklı ve geniş ilgi alanları olduğuna inanmak istiyorum. Bununla beraber, aşağıda okuyacağınız (okuyacaksınız değil mi?) türdeki yazılarımdan sonra oluşan derin sessizlik beni şüpheye düşürüyor. Bu nedenle bu sefer, eğer kabul ederseniz, ufak bir deneme yapacağım. Bu yazıyı okuduysanız, ne düşündüğünüzü 2 satır da olsa, yorum olarak bırakın. Destan yazmanıza gerek yok. “Faydalı oldu” deseniz bile yeterli… May the force be with you!

Sosyal medyada gözlediğim meşhur tavuk tartışmasından hareketle, birkaç gün önce, “ ve” konularında bir yazı yazmıştım. Bununla beraber o yazımda özetle, “Bloggerın herhangi bir konuda yazmak için o konunun uzmanı olmasına ve kaynak göstermesine gerek yoktur.” tezini savunmuştum.

Elbette uzun yazının içinden kısa bir cümleyi cımbızla çekince eleştiri oklarının hedefi olabilirsiniz. Nitekim o yazının tamamı okununca “Uzman olmasına ve kaynak göstermesine gerek yoktur. Ama…” şeklinde devamı da var. Aynı tartışmaları burada tekrarlamayacağım. Bugün o ilk yazımı bütünleyici bazı bilgiler vereceğim. İlk yazımda bilimsel bilgiyi ararken annelerin nereye bakmaması ya da hangi kaynaklardan çok fazla bir medet ummaması gerektiğini yazmıştım. Bu yazımda da nereye bakılması gerektiğini anlatacağım. Kısacası bu yazım sağlık, eğitim, beslenme gibi ailemizin şimdi ve gelecekteki varlığını, bütünlüğünü etkileyen konularda “Bilimsel bilgiye ihtiyacımız olduğunda ne yapmalıyız? Hangi kaynaklara başvurmalıyız? Bulduğumuz kaynakları nasıl değerlendirmeliyiz? Hangilerini ciddiye almalıyız?” konularında olacak.

Özellikle belirtmek istiyorum. Bu yazı ailenizi ve çocuğunuzu ilgilendiren günlük, basit, kritik olmayan ya da pratik konularla ilgili bilgi ararken başvuracağınız kaynakları anlatmıyor. O konularda kendi ilgi alanınıza, zevkinize, beklentilerinize göre internette pek çok kaynak bulacağınızdan şüphem yok. Bilimsel bilginin peşindeki analar! Hazır mıyız?

Çocuk yetiştirme sürecinde çocuğumuzun sağlığı, beslenmesi, uykusu, eğitimi gibi önemli konularda hepimiz zaman zaman bilimsel bilgiye – doğru bilgiye ihtiyaç duyuyoruz. Kaynak bolluğunun olduğu, bilgiye erişmenin çok kolaylaştığı günümüzde bilgi kirliliği yaratmak da bir o kadar kolay. Hepimiz değişik çevrelerden ve eğitimlerden geliyoruz. Merak ettiğimiz konularda uzman düzeyinde bilgi sahibi olmayabiliriz. Ancak bu doğru-güvenilir bilgiye ulaşmak yolunda elimizin kolumuzun bağlı olduğu anlamına gelmiyor. Biz anneler çocuğumuzla ilgili bir konu olduğunda adeta bir dedektif gibi iz sürüyor ve bilgiye ulaşıyoruz.

Uzmanlık gerektiren konularda bilgi sahibi olmak istediğimizde danışacağımız ilk kaynak şüphesiz konunun uzmanı olmalı. Beden sağlığı konularında uzman doktor, ruh sağlığı konularında psikolog, pedagog, beslenme konusunda gıda mühendisi, eğitim konusunda öğretmen vs… Kritik bir karar alacaksak ya da ilk danıştığımız uzmanın görüşlerinde aklımıza yatmayan noktalar varsa birden fazla uzmana danışmak her zaman daha uygun.

Fakat kimi zaman uzmana danışmaya gerek görmediğimiz ufak bir soruda, ya da uzman ziyaretimizi yapmadan önce ön bilgi edinmek için, ya da uzmana ulaşmamızın mümkün olmadığı durumlarda süratli bilgi edinmek için internet, kitaplar ve dergiler gibi kaynakları da kullanabiliriz. İşte bu yazımda, bulduğumuz yazılı bir bilginin bilimsel bilgi mi? yoksa safsata mı? olduğunu anlamak için gerekli ipuçlarını vereceğim. Yazıların belli karakteristiklerine bakarak güvenilirliğini çözmeyi anlatacağım.

Gazetelerde, Facebook’ta ya da arkadaşlarımızın paylaştığı emaillerde sağlık/eğitim/beslenme gibi önemli konularda sıklıkla çarpıcı başlıklı bilgiler görürüz. “Çilek kanser yapıyor.”, “Uykuda yabancı dil öğrenmenin yöntemi keşfedildi.”, “Her gün bir avuç ceviz yiyerek kolesterolü savuşturmak mümkün.”gibi makaleler hepimizin ilgisini çeker. Bununla beraber bu tarz sansasyonel haberler nadiren gerçeği yansıtır ya da bize fayda sağlayacak güvenilir bir bilgiye işaret eder. Bilimsel bilgiye ulaşmanın, bilimsel bir çıkarım yapmanın yöntemi bellidir. Bir bilginin bilimsel bilgi olarak değerlendirilebilmesi için aşağıdaki aşamalarından geçmiş olması gerekir. İnternette bulduğumuz bir yazının içinde aşağıdaki bilgilerin benzeri bir anlatım varsa, bilimsel bir yazı olma ihtimali artar.

Yukarıdaki grafikle sigortaları yakmak istemeyenler için konuyu bir örnekle açıklayayım… Meşhur tavuk örneğimize geri dönelim. Diyelim ki, bir gıda mühendisi GDO’lu yemlerle beslenen tavukların besin değerinin, GDO’lu olmayan yemlerle beslenenlere göre düşük olup olmadığı konusunda bir araştırma yapmak istiyor. Yukarıdaki 8 adımı nasıl gerçekleştirirdi? (Bu örneği sadece bilimsel çalışma yönteminin adımları hakkında fikir vermesi açısından hazırladım. Okurlarım arasında gıda mühendisi varsa, tavuk örneği konusunda fikirlerini almak isterim.)

Görüldüğü gibi bilimsel bilgiye ulaşmak oldukça zaman ve emek alan bir süreçtir. Bu nedenle bilimsel bilgiye değer verir ve önemli kararlarımızı verirken bilimsel bilgileri referans alırız. Gazetelerde, dergilerde okuduğumuz sağlık/eğitim/beslenme alanındaki heyecan verici, çarpıcı, akıllara ziyan haberler, buluşlar ya da öneriler bilimsel çalışma yöntemiyle ispatlanmadığı sürece bir magazin haberinden öteye gidemez.

Kimi zaman sağlık/eğitim/beslenme gibi herkesi ilgilendiren alanında okuduğumuz bazı haberler kulağımıza çok hoş gelir. Her sabah bir bardak maydanoz suyu içerek yağları yakmak kimin hoşuna gitmez ki? Her yazının ardındaki bilimsel çalışma yöntemini göremeyebiliriz. Ancak bir yazının güvenilir olduğuna karar verebilmek için aşağıdaki ipuçlarına dikkat edebilirsiniz.

Türkiye’de akademisyen olmayan bir kullanıcının Türkçe yazılmış bilimsel bilgiye ulaşması maalesef biraz zor. Bunun birinci nedeni (sıkı durun) bilimsel bilginin ülkemizde yeterince fazla üretilmemesi… İkinci nedeni elektronik kaynak adedinin az olması ve bu kaynaklardan çoğunun belli bir mesleki birliğe üye olanlara (kullanıcı adı ve şifre ile) açık olması ya da ücretli olması. Üçüncü nedeni basılan az sayıda derginin sadece kağıt ortamında basılması ve sınırlı yerlere dağıtılması, elektronik ortamda yer almaması. Dördüncü nedeni, elektronik ortama taşınan az sayıdaki bilimsel derginin formatının çoğunlukla PDF şeklinde olması ve anahtar kelime kullanarak arama yapılmasına izin vermemesi…

Moralinizin bozulduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak bozulmasın. Anneler pes etmez! Yine de elimizde bazı kaynaklar var…

Yabancı dil bilmeniz durumunda, bilimsel bilgiye ulaşmak açısından seçenekleriniz elbette çoğalıyor.

Doğru kaynaklara ulaşmak, okuduğunu değerlendirmek, yararlı olup olmadığına karar vermek okuyucunun sorumluluğudur. Pek çok kanaldan yoğun bilgi akışı ve paylaşımının olduğu günümüzde, işimize yarayacak bilgileri değerlendirirken şüpheci (sceptic) bir bakış açısına sahip olmak, her fikri kesin doğru olarak kabul etmeyip üzerinde düşünmek, analiz etmek her bireyin sahip olması gereken meziyetlerdendir. Annelik de bundan farklı değildir. Ha, önümüze gelen her bilgiyi analiz etmek için zamanımız ve bunun da gereği var mıdır? Bu tartışılabilir. Ancak en azından ailemiz, kendimiz ve çocuğumuz için sağlık/eğitim/beslenme gibi önemli konularda kritik kararları verirken bilimsel bilgileri referans olarak almalı, safsata bilgileri ayrıştırmayı bilmeli ve safsataya prim vermemeyiz…

WikiHow | | Academia.edu

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Yazının devamı...

Bir Anne ve Oğulun Hikayesi: Sam’e Göre Yaşam

Kendimi sizin önünüze “benim için kötü hissedin” diye koymuyorum. Aksine, “benim için kötü hissetmek zorunda olmadığınızı” söylemek için buradayım. Beni tanımanızı istiyorum. Bu benim yaşantım ve progeria onun bir parçası. Büyük bir parçası değil, ama bir parçası diye söze başlıyor 16 yaşındaki Sam…

Sam çok sevdiği Legolarının önünde…

Sam, dünya üzerinde sadece 250 çocukta görülen bir hastalığa sahip: Progeria ya da erken yaşlanma. Yaşlanmaya sebep olan genler hepimizin bedeninde mevcut. Ancak progeria hastalarında yaşlanma süreci hızlı işliyor… Çok hızlı… Bu rahatsızlığı olan çocuklar ortalama 13 sene yaşıyor. Progeria’nın şu anda kesin olarak kanıtlanmış bir tedavisi yok. “Çocuğunuz 13 yaşına kadar yaşayacak.” deseler ne yapardınız?

Sam’in annesi Leslie: İnsanlar bana “Senin yaşadığın şeyleri katlanabileceğimden emin değilim” diyorlar. Onlara cevabım “Evet, katlanabilirsiniz, katlanmalısınız.” oluyor. “Anneler herşeyi başarabilir. Gerekli olan herşeyi yapıyorsunuz, çünkü biliyorsunuz ki siz o odadaki en önemli kişi değilsiniz. Önünüzde oturan çocuk en önemli kişi… Bu sadece benim aklımdan değil, yüreğimden ve ruhumdan geliyor. Devam etmemin nedeni bu…” diyor.

Progeria ile yaşayan çocuklarda kalp ve damar rahatsızlıkları gelişiyor. Kemikleri de zayıf, kolayca kırılmaya müsait. Sam’in Disneyland’a gidip, en basit oyuncaklardan birine binmesi bile ona 2 kırık kaburga şeklinde geri dönüyor. Progeria hastaları çoğunlukla 13 yaş civarında kalp krizinden dolayı hayatlarını kaybediyor.

Sam’in annesi Leslie ve babası Scott, tıp öğrencisi olarak Brown Üniversite’sine giderken, beraber çalıştıkları bir proje aracılığıyla tanışıyorlar. 1993 senesinde evleniyorlar. 1996 yılında, her ikisi de artık çocuk doktoru olan Leslie ve Scott’un bir oğlu oluyor. Ona Sam adını veriyorlar… Sam Berns…

Minik Sam annesinin göğsüne yaslanmış hayata merhaba diyor.

Sam’e 2. yaşgününden bir süre önce progeria teşhisi konuyor. Teşhisten 6 ay sonra, Sam’in annesi Leslie, babası Scott ve Sam’in iyileşmesi için avukatlık kariyerini bir kenara bırakan teyzesi Audrey “Erken Yaşlanma Araştırma Vakfı”nı (The Progeria Research Foundation) kuruyorlar.

Progeria teşhisi konulmadan önce bebek Sam…

Vakfın çabalarıyla 1,25 milyon$ kaynak toplanıyor ve Leslie’nin başkanlığında yürütülen bilimsel araştırmalarla 4 sene gibi bir sürede Progeria’ya neden olan geni keşfediyorlar.

Bir müddet sonra bir başka genetik hastalık için kullanılan bir ilacın Progeria için de kullanılabileceğini düşünüyorlar. Fare deneylerinde olumlu sonuçlar veren bu ilacın, Progeria’ya faydalı olup olmadığının anlaşılması için insanlar üzerinde de denenmesi şart.

FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Birliği) Leslie’nin takımına bu ilacı çocuklar üzerinde kullanmaları için izin veriyor. Dünya tarihindeki ilk Progeria ilacı deneyi için 16 ülkeden 28 progeria hastası çocuk seçiliyor. Bu 28 çocuk 2,5 sene boyunca ilacı kullanıyor.

Leslie’nin takımı ilaç deneyi için oldukça kritik bir karar veriyor. Normalde bu tarz deneylerde, ilacın etkisinin kanıtlanması için çocuk grubunun yarısına normal ilaç, diğer yarısına da placebo (ilaç niyetine verilen zararsız madde) verilmesi gerekiyor. İdeal koşullarda test süreci için yüzlerce denek gerekiyor. Ancak dünya üzerinde Progeria hastası sadece 250 çocuk olduğu, bu çocukların hepsinin durumu kritik olduğu ve yaşayacakları süre aylarla sayıldığı için Leslie’nin takımı bütün çocuklara gerçek ilaç vermeye karar veriyor.

İlacın progeriayı tedavi ettiğini söyleyebilmek için (piyasaya çıkan her ilaçta olduğu gibi) şöyle bir süreç geçmesi gerekiyor: Yıllar süren deney sonuçlarından çıkan veriler toplanıyor, analiz ediliyor ve bilimsel bir makale yazılıyor. Bu makale, bilimsel bir dergiye makale önerisi olarak gönderiliyor. İlgili konuda uzman olup, bu deneye katılmamış doktorlardan oluşan bir kurul dergiye gelen makaleleri değerlendiriyor. Eğer değerlendirme kurulu makaleyi uygun bulursa dergide yayınlıyor. Aylar ve kimi durumlarda yıllar alan bu süreç, ilacın piyasaya çıkması için FDA’nın onay vermesinin tek yolu.

Progeria ilaç deneyi süresince, seçilen çocuklar senede 3 kere Boston Çocuk Hastanesi’ne (Boston Children’s Hospital) geliyor. İlacı düzenli olarak kullanıyorlar ve ilacın etkileri test ediliyor. Bu arada Leslie’ye yeni progeria hastası çocuklar başvurmasına rağmen, FDA tarafından onaylanan denek sayısı dolmuş olduğu için bu çocuklar deneye dahil olamıyor. Daha sonra 21 doktor, ilacın çocuklar üzerindeki etkisini değerlendiriyor. Bu değerlendirme ve analiz süreci tam 17 ay sürüyor. İlacın kullanılmasıyla beraber çocukların kilosunda, işitme yetisinde, kemik yoğunluğunda ve en önemlisi kalp/damar sağlığında iyileşmeler gözleniyor. Sonunda Sam’e progeria teşhisi konulduktan tam 13 yıl sonra, Leslie ve takımı, hastalığa çare olduğunu düşündükler ilaçla ilgili makaleyi tamamlıyor. İncelenmesi için bir bilimsel dergiye gönderiyorlar. Bekleme süreci başlıyor.

Leslie’nin gönderim yaptığı ilk dergi, makaleyi reddediyor. Sebebi, deney sırasında placebo kullanmadıkları için ilacın işe yaradığına dair klinik bir fark gösterememeleri. Leslie placebo kullanmamalarının nedenini açıklasa da sonuç değişmiyor. Leslie ve takımı yılmıyor. Makalelerini yeni bir dergiye gönderiyor. İkinci sefer de reddedilince 3. sefer şanslarını deniyorlar… 2012 senesinin Haziran ayında, yaptıkları 3. gönderimde olumlu haberler alıyorlar. Uzman kurulu makaleyi yayınlayabileceklerini, ancak bazı değişiklikler yapılmasını istiyor.

Annemin progeria ile işinin bitmesini istiyorum. Onun iyiliği için… Çünkü onun normal bir işi yok. Diğer insanlar işe gider, yapmaları gereken görevleri yapar ve akşam işten çıkar. Benim annem sonsuza kadar çalışmaya devam edecek. Ta ki, progeria hastalığına bir çare bulana kadar… diyor Sam.

Sam’in annesi Leslie ise şöyle diyor: “Sam progeria hastası ve bu durumda başka çocuklar da var. Biz bu çocuklar için elimizden gelenin en iyisini yapmak durumundayız. Beni harekete geçiren, beni yönlendiren bu duygu. Bu konuda kızgın değilim. Bu adil değil diye sızlanmıyorum. Sızlanmak bence verimli bir düşünce değil. Tek düşündüğüm Sam’i ve diğer çocukları sevdiğim…

Nihayet 2012 senesinin Ağustos ayında makale dergiye kabul ediliyor. 2012 senesinin Eylül ayında progeria hastalığı için ilk tedavi türünün keşfedildiği tüm dünyaya ilan ediliyor. ZAFER!

Sam’in hayatını konu alan “Sam’e Göre Yaşam” belgeselini Ocak ayının başında izledim ve çok etkilendim. Gözlerim dolu dolu son sahnesini bitirdiğimde ilk işim online olup, Google’dan Sam’in durumunu kontrol etmekti. Maalesef, Sam 10 Ocak 2014 tarihinde, benim belgeselini izlememden kısa süre sonra, 17 yaşında hayata gözlerimi yummuş. Kısacık filmden öğrendiğim kadarıyla, çok güzel, dirayetli, okul hayatında çok başarılı, ailesi tarafından çok sevilen, sevgi dolu bir çocukmuş. En önemlisi ilham veren bir çocukmuş.

Sam sayesinde progeria’yı tanıdım. En önemlisi Sam’in güzel dünyasını tanıdım. Belgeseli izlerken sık sık gözlerim doldu. Bir annenin zaten gözleri dolmadan ve hatta ağlamadan bu belgeseli izlemesi imkansız. Berns ailesinin umudunu, çaresizliğini, yaşama bağlılığını, acısını, gücünü ve zayıflığını hissedip, duygulanmamak imkansız. Sam’in yaşının çok ilerisindeki olgunluğunu, ışıl ışıl gözlerini, hayata pozitif bakış açısını görüp de etkilenmemek imkansız.

Sam sayesinde progeria ile yaşayan çocukların hayatına tanık oldum. Onları kucaklamak, sarmak, sarmalamak istedim. Onların diğer çocuklardan hiçbir farkı olmadığını ve aynı koşullarda yaşamaya hakları olduğunu bir kere daha hatırladım.

Bu Sam’in hikayesi… Sam, gibi dünyada nadir hastalıklarla yaşayan onbinlerce, yüzbinlerce çocuktan biri. Aramızda bunun gibi pek çok çocuk, pek çok aile, anlatmaya değer pek çok hikaye var.

Bugün 28 Şubat, Dünya Nadir Hastalıklar Günü. Nadir Hastalıklarla yaşayan aileleri, yetişkinleri ve özellikle çocukları hatırlamak, onlar için güzel birşeyler yapmak için bir fırsat. Elbette onlar ilgiyi ve değeri her gün hak ediyorlar. Ancak bu sembolik günler, hepimizi bilgilendiriyor, konuya dikkat çekiyor, ilgiyi canlı tutuyor.

Sam’in annesi Leslie, “En çok ihtiyacım olan şey, bilim adamları değil, beni teşvik edecek, bana güvenecek, bana destek olacak ailem ve arkadaşlarımdı ve buna sahip olduğum için çok mutluyum” diyor. Hepimizin nadir hastalıklar için yapabileceği pek çok şey var.

Bunlara ilave olarak, Sarp’ın Umudu Derneği’nin blogunda yayınlanan “Arkadaşınızın Çocuğu Hastanedeyken Yapacağınız ve Yapmayacağınız 15 Şey” başlıklı yazı, nadir hastalıklarla yaşayan aileler için sadece hastanede değil, her zaman yapabileceğimiz şeyleri çok güzel özetliyor.

Bu vesileyle Türkiye’de bilinen progeria hastaları arasında olup, 14 yaşında hayatını kaybeden Saim ve 20 yaşında hayatını kaybeden Burcu’yu da anmak istiyorum.

Eğer siz ya da bir yakınınız çocukları etkileyen nadir bir hastalıkla yaşıyorsa yalnız olmadığınızı söylemek istiyorum. Bana iletişim sayfamdan yazın. Hikayenizi duymak ve herkesin farkına varmasını sağlamak için paylaşmak istiyorum. Daha çok kişinin duyması nadir hastalıklar hakkındaki bilgilerin artmasını sağlayacak, tedavi yollarının bulunması yönünde doktorlarımızı teşvik edecek ve en önemlisi bu hastalıklarla yaşayan çocuklarımızın ve büyüklerimizin hayata her yönüyle katılımını artıracak diye umuyorum.

Sam, Saim ve Burcu için de gökyüzünden birer yıldız seçiyorum… Eminim ki oralardan bir yerlerden bizlere el sallıyorlar…

Sevgiler

Tanla

Sam’in hayatını anlatan belgesel – Life According to Sam

Erken Yaşlanma Araştırma Vakfı – The Progeria Research Foundation

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Yazının devamı...

Anne Bloggerlar Uzman OIacak ve Kaynak Gösterecek Arkadaş…

Herşey bir tavuk hikayesiyle başladı. Organik yiyeceklerin yükselişi ve organik olmayan tavukların GDO’lu yemler, hayvanlara büyüme amaçlı verilen antibiyotikler, hormonlar vs. nedeniyle ne kadar sağlıksız bir yiyecek olduğuyla ilgili tartışmaları biliyorsunuz. Sanırım son dönemde ayyuka çıkan bu tartışmaların harareti nedeniyle bir tavuk firması, bu konuda soruları olan bir grup bloggerı toplamış. Tavuk kesim/paketleme fabrikasını gezdirmiş. Bloggerlar da evlerine dönünce bir güzel fabrikada geçirdikleri günü, tavuk firması yetkililerine sordukları soruları, aldıkları cevapları yazmışlar. Fabrikayı gezerken köşe bucak pek çok yeri inceleyip, fotoğraflamışlar, firma yetkililerini isabetli sorularla sıkıştırmışlar. Bu arada bloggerlardan hiçbiri gıda mühendisi değil. Bizim gibi halkın içinden birer vatandaş ve kendi çocuklarının beslenmesi ve sağlığıyla ilgili olarak akıllarına takılanları sorarak birer anne/baba olarak ellerinden geleni yapmışlar. Buraya kadar herşey pek güzel. Lakin bir zaman sonra Twitter’da bir arkadaş bu bloggerlardan birine çemkiriyor:

“Vay efendim. Sen sağlıkla ilgili bir konuda uzman olmamana rağmen nasıl yazarsın? Nereden biliyorsun o firmanın tavukları sağlıklı diye? Tavukları laboratuvarda analiz ettirdin mi? Şimdi o firmanın tavuğundan bir çocuk yeyip hasta olsa bunun sorumluluğunu nasıl alacaksın? vs. vs.

Ne yalan söyleyeyim. Yukarıdaki sorular düşündürdü beni… Bir blogger yiyecek içecekle ilgili bir konuda yazıyorsa gıda mühendisi, sağlıkla ilgili bir konuda yazıyorsa doktor, eğitimle ilgili bir konuda yazıyorsa öğretmen mi olmalı? Bu meslek gruplarının dışında sade bir anne beslenme, sağlık ya da eğitimle ilgili bir konuda fikrini beyan etmemeli mi? Bu işi uzmanına mı bırakmalı? Bunun da ötesinde, yazdığı konuları desteklemek için laboratuvardan analiz mi yaptırmalı, uzmandan görüş mü almalı, bilimsel bir kaynak mı göstermeli, hatta işi daha basitleştirelim, illa bir kaynak mı göstermeli?

Fikrimi peşinen söyleyeyim: Bence, HAYIR! Peki ama neden? İşte bu yazımda ve takip eden yazımda özellikle de içinde yer aldığım anne bloggerları grubundan yola çıkarak bu konuları ele alacağım. İlk olarak bugün “Beslenme, sağlık, eğitim gibi konularda yazan bloggerlar konusunda uzman olmalı mı?” ve “Bloggerlar yazılarında kaynak göstermeli mi?” konularına eğileceğim. Bir sonraki yazımda da “Sağlık, beslenme, eğitim gibi alanlarda bilimsel bilgiye nasıl ulaşırız?” konusunda fikirlerimi paylaşacağım.

Blog (ya da ) çoğunlukla kronolojik bir şekilde düzenlenmiş yazıların yer aldığı, internet üzerindeki bir tartışma ortamı ya da bilgilendirici bir site olarak tanımlanır. Her ne kadar kimi şirket ve organizasyonların resmi blogu varsa da, takip edilen blogların ezici çoğunluğunu kişisel bloglar oluşturur. Kişisel bloglar daha çok bir günce kapsamında değerlendirilir. Bir başka deyişle blog, yazarının belli bir konudaki görüşlerini, duygularını dile getirdiği kişisel bir alandır.

Konusunda son derece uzman, kalp cerrahı Ayşe hanım da, mahallenizdeki ilkokul mezunu Fatma teyze de blog tutabilir. Cerrah Ayşe hanım, kalp konularını pas geçip bahçe bakımı konusunda blog tutabileceği gibi, kalple en son buluşması ilkokulda sıranın üzerine kalp resmi kazımak olan Fatma teyze de kaynı Ahmet beyin girdiği kalp ameliyatından yola çıkarak, kalp kapakçıkları ve ameliyat sonrası bakım konusunda bir blog yazabilir. Kısacası blog dünyasında ağzı olan konuşur. Doğrusu da budur. Kimi yemek yapımı konusunda pratik ipuçları verir, kimi siyasi analiz yapar, kimi izafiyet teorisini açıklar, kimi de bloguna makyaj videosu yükler. Her blogun da kendine göre bir takipçisi vardır. Herkes tarzını beğendiği, rengini kendine yakın bulduğu, ufkunu açan, kendini eğlendiren ya da düşündüren blogu takip eder. Anne bloggerlardan örnek veririrsek, kimi çocuğunun hayvanat bahçesindeki bir gününü anlatır, kimi emzirmeyle ilgili tecrübelerini paylaşır, kimi de tüp bebek yapma konusundaki kişisel macerasının sonuçlarını…

Özetle konu ne olursa olsun, belli bir konuda yazmak için illa o konunun uzmanı olmaya gerek yoktur. Tüm blog yazarlarının uzmanlardan oluştuğu bir dünya düşünsenize… Bu ne çok sesliliğe, ne demokrasiye sığar… Ayrıca belli konularda sürekli ve sadece belli bakış açılarını duymak ne kadar verimli olabilir? Gelişmeye ne kadar açık olabilir böyle bir yapı?

Bir diğer husus da, hayatla ilgili konuların bir kısmı kitaplarda yazılanlardan, eğitimle öğrenilenden çok farklı bir şekilde gelişebilir. Teorik bilgiler kimi zaman hayat kurtarırken, kimi durumlarda faydasız kalır. Pratik bir bilgi çok işe yarayabileceği gibi, mantık süzgecinden geçirilmeden, körü körüne uygulanan bir pratik bilgi işleri arap saçına döndürebilir. 3 çocuk annesi 50 yaşındaki bir kadın çocuk bakımı konusunda çok tecrübeli olabileceği gibi, çocuk sahibi olmayan bir pediatrist çocuk bakımıyla ilgili bazı konularda hiçbir fikre sahip olmayabilir. Genel olarak eğitimle pek çok soruna çözüm bulunur. Bilgi, bilgisizliğe her zaman yeğdir. Eğitimin işe yaramadığını söylemek, eğitimli/uzman insanı küçümsemek, eğitimi hafife almak, değersizleştirmeye çalışmak cehalete işarettir. Ancak bilgi/bilim her zaman içinde bir şüphe payı barındırır. Her konuda istisnalar olabilir ve kimi zaman bu istisnalar hayat kurtarabilir.

Keza blog gibi fikirlerin özgürce dile getirildiği bir ortamda (başkasının hak ve özgürlüklerine saygılı olunduğu sürece) liberal bir yaklaşımla tüm sesleri duymak en doğrusudur. Kabul ediyorum, çok sesliliğin olduğu yerde kalitelinin yanısıra, kalitesiz de, bilgilinin yanında cahil de fikirlerini dile getirecektir. Ancak bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan bir toplumdansa, ara sıra kafa göz yararak da olsa yazarak fikir üreten ve tartışan bir toplumu tercih ederim. Blog dünyasını ele aldığımızda, her ne kadar başlangıçta bazı çatlak sesler olsa da, zamanla insanlar iyi ve kötünün ayrımını yapacak ve çıta mutlaka bilgiden ve iyiden yana yükselecektir.

Yalnız şunun ayrımını iyi yapmak gerekir. Yazanın kalitesi ya da bilgi birikimi ne olursa olsun, verebildiği, okuyanın alabildiğiyle sınırlıdır. Dolayısıyla, bilgi kirliliğinin yoğun olduğu internet ortamında, okurun da uzman olmayan sesi ayırd edebilmesi için belli bir eğitim ve kültür seviyesine ulaşmış olması gerekir. Ne kadar ironik ki, kirli bilginin ortalarda uçuştuğu internet, aynı zamanda iyi, sağlam, kaliteli bilginin de en büyük kaynağıdır. Burada yazar kadar okura da rol düşmektedir. Bu çağda “Bilmiyordum.” demenin yeri, eğitimsiz olmanın özürü yoktur. Herkesin ihtiyacı olan konuda doğru bilgiye ulaşabilmesi için fazlasıyla kaynak vardır. Yeterki araştırılsın, öğrenmek istensin…

Bir blog yazarı, yazdığı kimi yazıları desteklemek için yazısının içinde kaynak gösterebilir. Örneğin kendi görüşlerinden ziyade başka bir kişi ya da kurumun görüşlerini aktarıyorsa, emeğe saygı ve fikir hakları açısından etik olanı kaynak göstermesidir. Ancak yazısında sadece kendi görüşlerini paylaşıyorsa, yazdıklarını illa bir kaynağa dayandırma zorunluluğu yoktur. Yazdığı konu, sağlık, eğitim, beslenme gibi geneli ilgilendiren bir konu da olabilir. Bu konulardaki kişisel izlenimlerini, yaşadığı bir tecrübeyi, düşüncelerini paylaşabilir. Ancak bir blog yazarı, sırf bu konularda yazıyor diye yazılarını bilimsel ya da pratik kaynaklara, laboratuvar testlerine ya da uzman fikirlerine dayandırmak zorunda değildir. Geneli ilgilendiren konularda yazarken, yazıları bir kaynağa dayandırmak ya da en azından yazının altına “bunların kişisel görüş olduğuna” dair bir uyarı eklemek elbette çok isabetli ve kimi durumlarda da faydalı olur. Ancak zorunlu değildir.

Bilim sürekli gelişir ve değişir. Doktorlar/uzmanlar eğitimlerine ve ellerinde o gün itibarıyla bulunan kaynaklara dayanarak teşhis koyarlar, fikir beyan ederler. Her doktorun literatürdeki her gelişmeyi takip ettiğini düşünmek fazlasıyla iyimser bir yaklaşımdır. Ancak bu doktorluk müessesesini geçersiz kılmaz, bir rahatsızlığımız olduğunda başvuracağımız ilk kaynak olacakları gerçeğini değiştirmez. Uzmanlar genel olarak insanın ufkunu açar. Ancak bir uzmana körü körüne bağlı olmak insanı yanılgıya düşürebilir. Bu nedenle hayatla ilgili kritik kararları alırken birden fazla doktordan ya da uzmandan görüş almak isabetli bir yaklaşımdır. Laboratuvar testleri belli bir konuda, belli bir zaman kesitinde, belli koşullarda alınan bir örneğin durumunu yansıtır. Bir laboratuvar testinden yola çıkarak ancak o örneğe ilişkin analize erişilebilir. Laboratuvar testinin bugün belli bir sonucu göstermesi, gelecekte de aynı sonucu göstereceğini garanti etmez. Keza günlük hayattaki her kararı alırken test yaptırmak pratik olarak imkansız ya da maliyetlidir. Özet olarak kaynaklar bir yazının mutlaka değerini, inandırıcılığını artırmakla beraber, o yazıdan ne çıkarılacağıyla ilgili nihai karar, okuyanın akıl süzgecindedir.

Bir blog yazısının içeriği nasıl yazarının konuya bakış açısına bağlıysa, o yazının değerlendirilmesi de okura bağlıdır. Örneğin ben sağlıkla ilgili bir konuda bilgilenme amacıyla ilgili bir blog yazısını okurken, gözlerim mutlaka bir kaynak arar, kaynak göremezsem başka bir yazıya yönelirim. Ancak aynı blog yazısını okuyan Ahmet bey, belki de kaynaksız olarak verilen bilginin ona faydalı olduğuna kanaat edebilir. Yalnız şunu belirtmeliyim ki, sağlık alanında bir blogdan okunan fikri kendine yakın bulan, bu fikirden fayda sağlayacağını düşünen Ahmet bey, bu fikri uygulamaya geçirmeden önce mutlaka konusunda uzman bir doktora danışmalıdır. Zira her insanın bedeni, özellikleri farklıdır. Her ilaç / her tedavi / her yaklaşım herkeste aynı sonucu vermeyebilir, herkese faydalı olmayabilir.

Bir sonraki yazım sağlık, eğitim, beslenme gibi ailemizin şimdi ve gelecekteki varlığını, bütünlüğünü, sağlığını etkileyen konularda “bilimsel bilgiye ihtiyacımız olduğunda ne yapmalıyız? Hangi kaynaklara başvurmalıyız? Bulduğumuz kaynakları nasıl değerlendirmeliyiz? Hangilerini ciddiye almalıyız? konularında olacak.

Beni takip etmeye devam edin anacım…

Muhabbetle,

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Yazının devamı...

Bebeği Yatmadan Önce Yedirelim mi?

Okurlarımdan Filiz’in 1 yaşındaki oğlu geceleri güzel uyuyamıyor. Filiz, akşam yatmadan önce verdiği besinlerin sorun olabileceğinden şüpheleniyor. Gelin sorusunu Filiz’den dinleyelim…

Merhaba.1 yaşında oğlum var ve 1 yaşına kadar kolik rahatsızlığından dolayı çok zor günler geçirdik. Uyku sorunumuz çok. Uykuya zor dalıyor ve uykuda sürekli hareket halinde. Acaba yatmadan önce verdiğim muhallebi ya da gece mamalarından mı rahatsız oluyor diye düşünmeye başladım. Akşam 8,30-9,00 gibi muhallebesini verip hemen uyku moduna geçiyoruz. Geceleri de bazen cicibebeli devam sütü veriyorum ama versemde 90 cc den fazla içmiyor. Su içiyor. Acaba nerde yanlış yapıyorum diye sizinle paylaşmak istedim. Şimdiden teşekkür ederim.

Merhaba Filizcim,

Satırlarını okuyunca kendi kendime “Oy! Oy! Oy! Minik oğlanın işi zor, çünkü uyumaması için her koşul mevcut…” dedim… Tabii bu işin esprisi… Eminim uyku sorununu çözmek için daha önce pek çok şey denedin. Çözüm bulamayınca son olarak uykudan önce ya da gece beslenmesinde verdiğin besinlerin rahatsızlık verip vermediğinden şüphelenir oldun… Aslında sorduğun sorunun cevabı satır aralarında gizli… Kısacası sen aslında oğlunun uyku sorununun kaynağını sezebiliyorsun. Yalnızca düşüncelerinin doğru olduğunu bir başka sesten duymaya ihtiyacın var. Elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışacağım.

Ülkemizde anneler arasında nedense çok yaygın bir inanış var… Bebeğin gece iyi uyuması için uyumadan önce muhallebi verilmesi ya da gece beslenmesinde cicibebe ilave edilmiş devam sütü / inek sütü verilmesi söyleniyor. Anneanneler, babaanneler, komşular ve hatta arkadaşlar söz birliği etmişcesine bunu öneriyor. Ancak bu çok yanlış. Neden mi?

Kendimizi düşünelim. Gece saat 8,30-9,00 gibi kocaman bir tabak muhallebi yedikten hemen sonra yatağa yatarsak neler olur? Birincisi midemizde aşırı bir doluluk hissi oluşur. Dümdüz uzandığımız için muhtemelen yediklerimiz ağzımıza gelir, midemizde ekşime oluşur. İkincisi, muhallebi şekerli bir besin olduğu için enerji verir. Bu nedenle uyuyamaz ve yatakta döner, dururuz. Keza gece tuvalete ya da su içmeye kalktığımızda, yatmadan önce içine bebek bisküvisi kırılmış bir bardak süt içmeye zorlandığımızı düşünelim. Aynı rahatsızlıklar tekrar oluşur, uykuya dönmekte güçlük çekeriz. Sanırım tabloyu gözlerimizde canlandırdık. Öyleyse bu sıkıntıyı bebeklerimize neden veriyoruz?

Bebekleri yatmadan önce tıka basa besleme anlayışı şuradan gelir: Bebeğin karnı tok olunca gece fazla uyanmayacağı düşünülür. Kısacası bebeğin sık sık uyanmasının ve anneyi uykusuz bırakmasının önüne geçilmeye çalışılır. Ancak faydalı bir iş yapıldığı düşünülürken aslında bebeğin fizyolojik yapısına ters olan bir beslenme anlayışı yer eder. Ayrıca ileriki yaşlarda obeziteye davetiye çıkarılır.

Yenidoğanların mideleri çok küçüktür. Sindirim sistemleri yeterince gelişmemiştir. Ayrıca anne sütü sindirimi kolay bir besindir. Bu nedenle küçük bebekler 2-3 saat aralıklarla beslenir, çoğunlukla gaz sorunu yaşar ve geceleri sık sık uyanırlar. Bunlar bir rahatsızlık değildir. Bu nedenle bunun önüne geçmek için (bebeğin daha az uyanmasını sağlamak için) onun tıka basa doymasına çalışmak çözüm değildir. Bebeğin sindirim ve sinir sisteminin geliştiği ilk 3-4 ay, ebeveynler ne bebek için ne de kendileri için kesintisiz ya da kaliteli bir uyku beklememelidir. İlk 3-4 ay boyunca doğru olan beslenme her 2-3 saatte bir, tavsiye edilen miktarlarda, sadece ve sadece anne sütü vermektir. Küçük bebekleri yedirdikten sonra mutlaka ama mutlaka gaz çıkarmalıdır. Ayrıca bebeğin gün içinde enerjisini boşaltacağı fiziksel aktiviteler yaptırılmalıdır.

Aylar geçtikçe bebeğin mide kapasitesi büyüdüğü için, beslenme sıklığı azalır. Bununla beraber, bebeğin sık uyanması genellikle katı gıdalara geçilmeye başlanan 4.-6. aya kadar devam edebilir. 6. aydan sonra ideal olanı, uyku saatinden en geç 1,5-2 saat önce bebeğe akşam yemeği yedirmektir. Akşam yemeği uykuya çok da yakın olmamalıdır. Aksi takdirde gereksiz bir enerji verir, hazımsızlık, gaz problemleri ve uyuma güçlüğü yaratır. Akşam yemeğinden sonra bebek hemen yatırılmamalı, uyku öncesi aktivitelerini yaptıktan sonra uykuya geçilmelidir.

6.aydan sonra bebekler kendilerine gerekli olan kalorilerin çoğunu gündüz beslenmesinden alır. Gece beslemeleri sırasında verilen gıda hem enerji vererek uyanık kalmasına, hem de çiş/kaka yaparak kendini uyandırmasına neden olabilir. Bu nedenle gece beslenmeleri mümkünse kesilmelidir. Gece beslenmeleri sütün içine yavaş yavaş su katılarak, süt miktarı yavaş yavaş azaltılarak ya da emzirme aralıkları uzatılarak bitirilebilir. Ancak bazı bebekler 6.ayda gece beslenmesini bitirmeye hazır olmayabilir. Bu durumda gece boyunca toplam 250 ml’den fazla sıvı verilmemelidir. Gece beslenmelerinin içine asla bebek bisküvisi katılmamalıdır.

1 yaşına gelen bebek hala emzirilmeye devam edilebilir. Ancak gıdalarının çoğunu yaşlarına uygun olarak verilen diğer besinlerden, kısacası, tıpkı yetişkinler gibi 3 öğün yemek ve yaşlarına uygun ara öğünlerden alırlar. 1 yaşındaki bir bebeğin bir uyku rutini olmalıdır. Uyku saatinden en fazla 1,5 saat önce son yemeğini yemiş olmalıdır. Uyumadan önce kesinlikle muhallebi ya da içine bisküvi katılmış devam sütü verilmemelidir. Annelerin beslenme konusunda gönlü rahat olsun. Yukarıda belirttiğim şekilde bir gündüz beslenmesi düzeni olan 1 yaşındaki bir çocuk gece aç kalmaz. Çocuk uyumadan önce süt içmeye çok alışmışsa yarım saat önce sadece anne sütü ya da devam sütü verilebilir (içine bisküvi katılmamış). Yalnız biberonuyla yatmasına izin verilmemelidir. Biberonla yatma diş çürüklerine ve kulak enfeksiyonuna neden olur. Biberonunu oturur pozisyonda içip, biraz beraberce kitap okunup sonra yatılabilir. Gece uyandığında süt içme alışkanlığı varsa, sadece anne sütü/devam sütü verilebilir. Bu alışkanlığı yoksa ya da bebek artık gece beslenmesini aramıyorsa, gece beslenmesine zorlanmamalıdır. Gece uyanmasında ağzı kurumuşsa su da teklif edilebilir.

Sevgili Filiz,

Sadece beslenme konusundan bahsettiğin için bebeğinin uyku düzenini sağlamak konusunda daha önce neler denediğini bilmiyorum. Ancak öncelikli olarak uyumadan önce muhallebi ve gece sütünün içine bisküvi eklemeyi bırakmanı tavsiye ederim. Eminim ki, en fazla birkaç hafta ya da belki günler içinde bebeğinde gözle görülebilir bir rahatlama oluşacak.

Buna ilave olarak, bebeklerde kaliteli ve kesintisiz uyku konusunun birden fazla bileşeni var. Sadece beslenme konusunu halletmek, güzel bir uyku için yeterli olmayabilir. Adeta bir dedektif titizliğiyle oğlunun uyku kalitesini bozacak her türlü unsuru elemeli ve akıllıca uygulanmış bir uyku rutiniyle onu derin ve güzel bir uykuya hazırlamalısın. Oğlunun uyku sorununa kesin çözüm bulmak için, oğlum Can ile tecrübelerimin birikiminden oluşan “Bebeklerde Uyku Problemine Çözüm: Eleme Yöntemi” isimli yazımı okumanı öneririm.

Yazdıklarım umarım faydalı olur. Haberlerini bekler, en kısa zamanda mışıl mışıl uykulu güzel günler dilerim.

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Önemli not: Bu blogdaki yazılar bir anne olarak kişisel tecrübelerimden oluşmaktadır. Doktor veya tıbbi ehliyete sahip bir kişinin tavsiyesi niteliğinde değildir. Lütfen sağlık konularında karar vermeden önce araştırmalarınızı yapın, sağduyunuzu dinleyin ve doktorunuza danışın.

Yazının devamı...

Bir Tane Patlatacaksın, Bak Bir Daha Yapıyor mu?

Okurlarımdan Deniz oldukça üzgün. 2,5 yaşındaki cimcimesinin yaramazlıklarıyla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. [Gel de bana sor. Aynısından bir tane de bizim evde var ] Minik kızın son numarası öfkelendiğinde annesine ya da babasına tokadı basmak… Deniz bu durumda nasıl davranacağını bilemiyor. İşte Deniz’in emailinden satırlar…

2.5 yaşında bir kızım var. Birşeye hayır deyince ya da onun dediği şeyleri yapmayınca öfke krizine giriyor. İstediği olana kadar hiçbir sözümü dinlemiyor. Giderek daha hırçınlaşıyor. Geçen gün bana tokat atmaya çalışırken elini havada yakaladım. Bu durum beni çok üzüyor. Görümcemin de aynı yaşlarda oğlu var. Yaramazlık yapınca fazla canını yakmadan, hafiften pataklıyor. Görümcem bana “Sana vurmak istediğinde sen de ona vur. Anlasın canının acıdığını, vurmanın kötü birşey olduğunu…” diyor. Geçen gün yine koltuk tepelerinde gezince nihayet dayanamayıp ben de poposuna bir tane yapıştırdım. İnanamayan gözlerle bana baktı ve odasına kaçtı. Yarım saat ağladı. Çok üzüldüm, içim parçalandı. Vicdan azabından uyuyamadım. Ona bir kere daha vurmak istemiyorum, ama, diğer her yöntemi denedim, hiçbir şey işe yaramıyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Resmen tepemize çıktı… Ne olur bir çözüm önerin.

Sevgili Deniz,

Emailini okurken aklıma gelen bir seri soru ve bu sorulara kendimce verdiğim yanıtlarla yazıma başlayacağım.

Dövme çocuğumuzun yaramazlıklarına sabrımız tükendiğinde ya da başka hiçbir çözüm bulamadığımızda ortaya çıkan bir durumsa, bir başka deyişle düşünülerek verilmiş bir disiplin kararı değil, reaktif bir eylemse; dövülen çocuk bir müddet sonra aynı hatayı tekrar yapıyorsa, döverek amaçladığımız dersi bir türlü veremiyorsak; dövme çocuğumuzun canını acıtan, çocuğumuzla aramızdaki güven ilişkisini zedeleyen ve bizi kötü hissettiren bir uygulamaysa…

Sahi neden dövüyoruz?

Şimdi yukarıdaki nedenleri dönüp bir kere daha okuyun. Yaptığı kabahat ne olursa olsun, çocuğunuz gerçekten bu nedenlerle dayak yemeyi, yani vücuduna orantısız fiziksel darbe uygulanmasını hak ediyor mu?

Lütfen çocuğumu az, hafifçe, acıtmadan dövüyorum demeyin. Çünkü dozajı ne olursa olsun, siz ondan senelerce büyük, kilolarca ağır ve akıl yaşı çok daha büyük bir yetişkinsiniz. Dolayısıyla uyguladığınız ceza da orantısız.

Şimdi eminim hepinizin aklında şöyle bir soru var: “Neden dövdüğümüz ve neden dövmememiz gerektiği hakkında pek çok şey söyledin Tanla. Ancak hala çocuğumuz yaramazlık yaptığında ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bize işe yarayan birşey söyle, bir taktik öner…” diyorsunuz. İşte şimdi oraya geliyorum…

Birazdan yazacağım disiplin önerileri, ki bunlara kısaca pozitif disiplin diyelim, Can’ı büyütürken edindiğimiz tecrübelerden yola çıkarak geliştirdiğimiz ve eşim Kuzey ile beraber uyguladığımız taktiklerdir. Can şu anda yaklaşık 3,5 yaşında ve disiplin için dayağı hiç kullanmadık. Bu elbette Can’ın melek gibi bir çocuk olduğu ve bizim de mükemmel birer ebeveyn ya da bir aziz olduğumuz anlamına gelmiyor. Aksine Can oldukça hareketli bir çocuk. Söz dinlemediği, bizi çileden çıkardığı, saçımızı başımızı yoldurduğu günler fazlasıyla oluyor. Biz sadece anne ve babası olarak dayağı bir terbiye yöntemi olarak uygulamamayı tercih ettik.

Disiplin gerektiren durumlarda dövmek yerine aşağıdaki taktikleri uyguluyoruz. Yalnız özellikle belirtmek istiyorum ki bu taktikler bebekler ve anaokulu çağındaki ufak çocuklar için geçerli. Daha büyük çocuklar için farklı yöntemler uygulanabilir:

Bizim Can’a dayak yerine uyguladığımız disiplin yöntemleri işte böyle. Bu yöntemlerden bazılarının emek ve zaman istediğinin farkındayım. Ancak çocuğunuz sizin en kıymetli varlığınız. Her konuda onun için en iyisini yapmaya çalışıyorsunuz. Disiplin verirken de dayaktan daha iyisini yapabilirsiniz.

Eğer ilk kez çocuğunuz olacaksa şanslısınız. Kendinizi baştan eğiterek dayağı disiplin uygulamalarınızın dışında tutmayı başarabilirsiniz. Çünkü dayak çığ etkisiyle büyüyor. Bir kere başlayınca sonu gelmiyor, dozajı ve sıklığı gittikçe artıyor.

Çocuğunuzu daha önce dövdüyseniz, hemen, bugün bırakın. Kimse sizi yargılamayacak. Ebeveyn olmanın kimi zaman ne kadar zor olduğunu biliyoruz. Ancak, eğer bu yazıyı okuyorsanız, birşeyleri değiştirmek istiyorsunuz demektir. Siz bilinçli bir ebeveyn olarak bundan daha iyisini yapabilirsiniz. Çocuğunuz, ne kadar yaramaz ve söz dinlemez olursa olsun, onu terbiye etmenin başka yolları bulunabilir. Unutmayın! Dayak bir mecburiyet değil, bir seçim.

Sağlıcakla kalın,

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Önemli notlar: Bu blogdaki yazılar bir anne olarak kişisel tecrübelerimden oluşmaktadır. Doktor veya tıbbi ehliyete sahip bir kişinin tavsiyesi niteliğinde değildir. Lütfen sağlık konularında karar vermeden önce araştırmalarınızı yapın, sağduyunuzu dinleyin ve doktorunuza danışın.

Yazının devamı...

Kızım Tuvaletini Kaçırıyor

Okurlarımdan Ayşe*, 3.5 yaşındaki kızının tuvalet sorununu paylaşıyor. Minik kızı, hemen her tuvalete gidişinden önce birkaç damla çiş kaçırıyor. Buna bir çözüm bulmak isteyen Ayşe, benimle bir süre önce iletişime geçti. İlk gönderdiği bilgilerden sonra konuyu daha iyi anlayabilmek için ilave sorular sordum. Sonuçta minik kızın durumu tüm detaylarıyla ortaya çıktı. Gelin konuyu Ayşe’nin ağzından öğrenelim:

Tuvalet Eğitimi İçin Yapılanlar

Kızım 3.5 yaşında. 2 yaşında tuvalete oturtmaya başladım. Banyodan önce, sabah kalkınca ve yatmadan önce tuvalete oturtuyordum. Çok sevdi, ben de artık bezi açıp denemek istedim. İlk başlarda tuvaletini kaçırmadan söylüyordu. Birkaç defa yetişemedik ama o kadarı normaldi. Sonra o yaz idrar yolu enfeksiyonu geçirdi ve kaçırmalar başladı. Artık kaçırmadan tuvalete gidemiyoruz. Tuvaletim geldi diyor ancak iç çamaşırı 4-5 damla ıslanmadan olmuyor.

Doktoru “idrar yolu enfeksiyonu iyileştikten sonra kaçırma olmaması gerektiğini, bir sorun olmadığını” söylüyor. “Tuvalet işi terbiye işi, mesaneyle ilgili bir problem değil” diyor. Düzenli olarak 6ayda bir gidiyoruz doktoruna. İdrar yolları enfeksiyonu için 2 ayda bir mutlaka idrar tahlili ve kültürü yaptırıyoruz, gözden kaçan bir şey olmasın diye. 2 senedir tekrar etmedi. Damlatma için ayrıca bir şey yapmadık.

Günlük Tuvalet Rutini

Ben çalışıyorum. Sabahları annem eve geliyor. Kızım kahvaltısını yapıp saat 10.00'da okula gidiyor. 17.00'de annem yine okuldan alıp bize getiriyor. Akşam 19,30-20,00'ye kadar birlikte oluyorlar.

Evde normal tuvalete ben oturtuyorum, kendisi için çok yüksek. Tuvaletin yanında lazımlığı da var. Ona oturmak isterse kendisi oturabiliyor. Lazımlığa oturacağı zaman da 3-4 damla kaçıyor.

— Küçük Tuvalet

Bir gün içinde kızım 4-5 kere çişe gidiyor. Sabah, sabah-öğle arası, öğlen, akşamüstü ve yatmadan önce… Evde tuvalete hep kendisi söyleyince gidiyoruz. Yönlendirince “yok anne” diyor:) Ancak sıkışmaktan poposu sağa sola sallanıyor. Her tuvaleti geldiğinde aynı durum. Sonuç yine 3-4 damla kaçırmak. Bu davranışını her farkettiğimde söylersem sinirleniyor Ben de söylemeyi bıraktım.

Sadece sabah uyanınca ve yatmadan önce tuvalete gitmeliyiz deyip beraber gitmeye çalışıyorum. Kızımın durumu böyle olduğu için anaokulunda öğretmeni yemekten sonra tüm sınıfı tuvalete yönlendiriyor. Diğer zamanlarda herkes kendisi söylüyormuş. Altına kaçırma durumu genelde sabahları olmuyor. Sabah evde tuvaleti geldiğinde “tuvaletim geldi” diyor ve kaçırmadan tuvalete gidebiliyoruz.

Gece olmuyor. Hatta ağlıyor, “tuvaletim geldi” diyor. 1 damla bile kaçmamış oluyor. Daha çok akşamüstü 3-4 gibi kaçırma oluyor.

Haftasonu dışarıda bazen tuvalete gidinceye kadar 3-4 damla kaçıyor. Ancak dışarıda daha kontrollü. “Evden çıkmadan önce tuvalete gidelim öyle çıkalım” diyorum. Yapıp çıkınca hem o, hem de ben daha rahat ediyoruz.

Gün içinde süt +ayran+su birlikte aşağı yukarı 1 litre sıvı tüketiyor.

— Büyük Tuvalet

Kakasında herhangi bir kaçırma durumu yok. Kızımın kabızlık sorunu var diyebilirim. Sürekli öğünlerden birinde kabak, tavuk suyuna çorba vererek idare ediyoruz. Bu arada her zaman olmasa da kakasını yapmadan önce 2-3 kere tuvaletim geldi deyip tuvalete gidiyoruz. 3-4 damla çişi kaçmış oluyor, çişini yapmadan tuvaletten kalkıyoruz. 3 ya da 4. gidişimizde kakasını yapıyor.

Çiş Konusuna Ailenin ve Küçük Kızın Yaklaşımı

Tuvalet sorununu çözmek için okulda öğretmeniyle konuştuk. Aynı şekilde davranmaya çalışıyoruz, annem biraz panik bir şekilde davranıyor. Ben bu sorun süresince aşırı sakin davrandım. Geçen sene okula gitmiyordu. Annem bakıyordu ve annem çok panikti. Kızımın benim yaklaşımımla annemin yaklaşımı arasında kalıyor olabileceğini düşünüyorum.

Kaçırma sorunu olduğunda kızım ilk başlarda ağlıyordu. Okulda da ağlıyordu. Sonraları çok morali bozulmasın, destek olalım diye “Bazen böyle kazalar olabilir” dedik. Sonra her seferinde gülümseyip, bize “Böyle kazalar olabilir anne” demeye başladı. Baktık böyle de olmuyor, biraz ciddi davranıp tuvaleti gelince hemen bize söyleyip, tuvalete gitmemiz gerektiğini, karnının ağrımaması için bunun önemli olduğunu anlattık. Şimdi de her tuvalete gittiğimizde kiloduna bakıp “Kaçırmamışım değil mi anne?” diye soruyor. Bu konuda onunla konuşmayı denedim, ancak başarılı olamadım. Her seferinde konuyu değiştiriyor ve cevap vermiyor.

Sizce ne yapılabilir?

Sevgili Ayşe,

Kızının tuvalet sorunuyla ilgili olarak gönderdiğin ilk mesaj ve sorduğum sorulara verdiğin detaylı yanıtlar için çok teşekkür ederim.

Çiş kaçırma (ya da damlatma) konusunu çözebilmek için sorunun temeline inip, nedenlerini anlamak gerekiyor. Kızının çiş kaçırma tablosu literatürde “gündüz tipi çiş kaçırma” (daytime wetting) denilen kavrama benziyor. Gündüz tipi çiş kaçırmanın birden fazla nedeni var. Bunlardan bazıları sizin tablonuza uymuyor. Geriye kalan birkaç ihtimal (fizyolojik sebepler, kabızlık ve çişin ertelenmesi) kızının yaşadığı sorunun potansiyel sebepleri arasında olabilir. Bunlara tek tek değinip, her bir ihtimalle bağlantılı olarak size yardımcı olacağına inandığım taktikleri açıklayacağım. Özellikle en son bahsedeceğim “çişin ertelenmesi” durumunun sizin sorununuzun temel nedeni olduğunu düşünüyorum. Bununla beraber, diğer ihtimallerin de göz ardı edilmemesinde fayda var.

Mesanenin boşalması için beyinden idrar kesesinin dolu olduğuna dair bir sinyal gitmesi ve bu sinyalle idrar yollarının girişinde bulunan kasların harekete geçerek açılması gerekir. Eğer beyin/sinir/kas koordinasyonu zayıfsa, çocuğun mesanesi farkına varmadan önce de dolmuş olabilir. Kimi zaman çişin idrar kesesinde tutulmasını sağlayan kaslar zayıf (gevşek) olabilir. Kimi zaman da tekrarlayan idrar yolu enfeksiyonları, aşırı aktif mesane ya da idrar yollarında ufak bir deformasyon da çiş kaçırmaya yol açabilir.

Anladığım kadarıyla kızının çiş damlatma sorunu sadece gündüzleri oluşuyor. Geceleri aynı sorunu yaşamamanız ve haftasonları dışarıya çıktığınızda bu sorunu nadiren yaşamanız mesane kontrolünde ciddi bir sorunu olmadığını, sorunun kaynağının başka bir yerde olabileceğini düşündürüyor. Keza 6 ayda bir yaptırdığınız doktor kontrollerinde doktorun dikkate değer bir sorun bulmaması ve 2 ayda bir yaptırdığınız tahlillerde enfeksiyon çıkmaması da bu düşüncemi destekliyor.

Her ihtimale karşı, idrar yolu enfeksiyonundan bağımsız olarak, sadece çiş kaçırma konusunu incelemek için bir idrar yolları uzmanına görünmeniz faydalı olabilir. İdrar yollarında istem dışı çiş kaçırmaya neden olacak fizyolojik bir aksama olmadığına dair teyit almanızı öneririm. Muhtemelen herşey yolunda çıkacaktır, ancak bu seçeneği kafanızdan tamamen elemiş olursunuz.

Size belki şaka gibi gelecek, ancak, kabızlık sorunu da çocuklarda çiş kaçırmaya yol açabilir. Bağırsakların son bölümünde kalan kaka, çiş kesesine baskı yaparak onun zamanından önce dolmasına yol açabilir. Bu durum kimi zaman gece yatağa çiş yapma sorununa da yol açabilir.

Kızının kabızlık durumu üzerinde önemle durmanızı ve bu sorunu mümkün olduğunca çabuk çözmenizi öneririm. Ana öğünlerde tavuk suyuna çorba ve kabak gibi yumuşatıcı besinlerin yanısıra, ara öğünlerde lifli meyveler, kuru kayısı, kuru mürdüm eriği gibi dışarı çıkartıcı özelliğe sahip besinler vermek faydalı olabilir. Günde 1 litre sıvı tüketiyor olması yaşına göre iyi. Bu sıvı tüketimini sürdürmeye gayret edin. Sürekli kabız olmak sağlık açısından istenen bir durum değil. Bu sorunu çözerken, çiş durumunun seyrini de izleyin. Minik kızın temel sorunun kabızlık olduğunu da düşünmüyorum. Ancak yine bu seçeneğin de farkında olmak faydalı. Belki de kabızlığı çözerken çiş durumu da çözülür ve bu harika olur!

Ufak çocuklarda sıklıkla görülen ve damlatma/çiş kaçırmaya neden olan davranışlardan biri de değişik sebeplerden dolayı çişe gitmeyi ertelemeleri. Kimi çocuklar okuldaki tuvalete girmek istemediklerinden, kimileri de günlük hayatta meşgul oldukları bir konudan kopamadıklarından çişe gitmeyi erteler. Bu durum mesanenin dolmasına ve kazayla çiş kaçırmaya yol açar.

Ayşe kızının hikayesini anlatırken “Tuvalete yönlendirince “yok anne” diyor:) Ancak sıkışmaktan poposu sağa sola sallanıyor. Her tuvaleti geldiğinde aynı durum. Bu davranışını her farkettiğimde söylersem sinirleniyor. Ben de söylemeyi bıraktım.” dediğinde bu senaryo öyle tanıdık geldi ki…Bu konuda bize ait bir hikayeyi paylaşmak istiyorum.

Oğlum Can’ın tuvalet eğitimine başladığımızda uzun aylar boyunca sıklıkla tecrübe ettiğimiz bir durum gün içinde kazaların olmasıydı. Bu kazalar evde olduğu zamanlarda artıyor, okulda ve haftasonu dışarıya çıktığımızda daha az oluyordu. Evde Can da oyuna dalınca bir müddet sonra sıkışıyordu. Gün içinde ne kadar su içtiğini bildiğimden çişe gitmesi gerektiğini tahmin ediyor ve çişi gelip-gelmediğini soruyordum. O da Ayşe’nin kızı gibi her seferinde “Hayır, yok” diyor, ancak 10-15 dakika sonra, hem de Ayşe’nin kızı gibi 3-4 damla değil, dolu dolu çişini yapıyordu. Kaç sefer komple üzerini değiştirdiğimizi, halıları ve koltukları sildiğimizi hatırlıyorum. Hatta kimi zaman aynı sorun kaka için de gerçekleşiyordu. Tuvalet eğitimi sırasında beni en çok yoran durum buydu.

Bu sorunun neden dışarıda değil de evde başımıza daha sık geldiğini çok irdeledim. Sonunda Can’ın kendi evinde, güvende hissettiği bir ortamda çişini tutmak açısıdan daha az kaygı gösterdiği, benim onu temizliyor olmamdan dolayı kendini daha rahat hissettiği için çişini daha az kontrol ettiğini düşünmeme yol açtı. Dışarıda elbiselerine çiş yaptığında çişli elbiselerle dolaşmaktan utanması ya da uzun süre ıslak kalacağının bilincinde olması onun daha kontrollü davranmasına yardımcı oluyor diye düşündüm.

Çiş kontrolünü sağlamak zaman içerisinde öğreniliyor. Kimi zaman çocuklar tuvalet eğitimine belli bir yaşta ilgi gösterseler de bu tam olarak hazır oldukları anlamına gelmiyor. Biz Can’da bunu yaşadık. 2 yaş civarında olmasına rağmen, tuvalet eğitiminde başarılı olmamız aylar sonra, 3 yaşına yaklaştığımız şu günlerde gerçekleşti. Hala nadiren kaçaklar olabiliyor. Ancak genel olarak tuvalet eğitiminde başarılı olduğumuz fikrindeyim. Bu nedenle tuvalet eğitimi konusunda çok sabırlı olmakta ve çocuktan gelen sinyalleri izlemekte fayda var.

Bu süreçte çocuğa doğru mesajlar vermek de çok önemli. başladığınız tuvalet eğitimine aylarca sekte vurulmasına ve hatta tuvalet alışkanlıklarında başa dönülmesine yol açabiliyor. Öyleyse ne yapmalı?

Yukarıdaki maddelerden 8. ve 9. madde dışındakilerin hepsini Can için uyguladık ve bunlar başarılı olan taktiklerdi. 8. ve 9. taktiklerse uzmanlar ve anneler tarafından sıklıkla tavsiye edilen diğer uygulamalar.

Ayşe’nin kızının çiş problemi konusunda ele almak istediğim son konu da 2-3 yaş aralığındaki çocukların davranış şekilleri, kısacası iki yaş bunalımı ya da terrible two denilen durum. İki yaş bunalımı adından dolayı 2 yaşına işaret ediyormuş gibi gözükse de, aslında kimi çocuklarda 2 yaşından önce başlayıp, 4 yaşına kadar uzanan bir gelişim dönemini kapsıyor.

Oğlum Can’da hemen her gün tecrübe ettiğim üzere bu yaştaki çocuklar limitleri sınamayı çok seviyor. Yapma denilen şeylerin aksini yapmaya bayılıyor ve kendi varlığını/karakterini o şekilde ispatlamaya çalışıyor. Ufak çocukların motor becerileri ve konuşma becerileri tam olarak gelişmemiş olduğundan günlük hayatta bizim başarıyla yaptığımız pekçok işi tam anlamıyla yapamadıklarında kızgın ya da hırçın olabiliyorlar. Ayşe’nin kızının çiş konusunda konuşmak istememesi muhtemelen buradan kaynaklanıyor. Eminim çişini kaçırıyor olmak onun da hoşuna gitmiyor. Ancak gün içinde yaptığı aktivitelere dalınca kaçmış olduğunu fark ediyor ve elinde olmadan yaptığı bu hareketin gündeme getirilmesinden, tekrar tekrar sorulmasından hoşlanmıyor. Çözüm, yukarıda 1. ve 2. maddede verdiğim üzere çişe gidilecek zaman hususunda kuralları koymak ancak kontrolün çocukta olduğu hissini uyandırmak. Yani çocuğa sorumluluk vererek o işi başarabileceğini hissetmesini sağlamak, çocuğa güven kazandırmak.

Ayrıca, bu yaşlardaki çocuklar belli bir konuda farklı yaklaşımların olabileceğini görürse o konu hakkında kafası karışıyor. Mesela, çişini kaçırdığında annenin sakin, anneannenin endişeli davranması; çiş konusunda önceleri müsamahalı davranılması, sonra bunun çocuğu da çok gevşettiği görülünce sıkı düzene geçilmesi gibi… Çözüm, tuvalet eğitimine başlamak istendiğinde çocuğun bakımını gerçekleştiren anne, baba, öğretmen, akrabalar ve bakıcılar gibi tüm yetişkinlerin bir araya gelip, konuşarak belli taktiklerde karar kılması, çocuğa aynı türden mesajları vermesi ve karar verilen taktikleri uygulaması. Biz bu konuda Can’ın öğretmeninin yönlendirmelerini uyguladık.

Kimi zaman da tuvalet eğitiminde yapılan hiçbirşey işe yaramadığında işi daha fazla zorlamamak ve gelişimi çocuğa bırakmak gerekiyor. Bu durum ebeveynleri üzse de, üzerine gidilmediğinde işler, belki biraz uzun vadede ama sonunda mutlaka çözülüyor. Tuvalet eğitimi gerçekten zorla verilmemesi gereken birşey. Çocuk hazır olduğunda herşey yoluna giriyor.

——

Sevgili Ayşe,

Kızının yaşadığı çiş kaçırma sorunuyla ilgili olarak düşüncelerim böyle. Özetle, fizyolojik sebepleri soruna odaklı bir doktor muayenesiyle eleyeceğinizi ve kabızlık sorununu halledeceğinizi varsayarak, çişin ertelenmesi konusuna odaklandığınızda sorununuzu çözeceğinizi umuyorum. Tabii 3,5 yaşındaki miniklerimizin boylarından kat kat büyük karakterlerini de göz ardı etmeden :) Zaman içerisinde bu konuda gelişme kaydedeceğinize ve bana güzel haberlerle geleceğinize inanıyorum.

Kızınla ve tüm ailenle beraber mutlu günler diliyorum.

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Sydney Children’s Hospital | | Eric | WebMD | WebMD

Önemli notlar: Bu blogdaki yazılar bir anne olarak kişisel tecrübelerimden oluşmaktadır. Doktor veya tıbbi ehliyete sahip bir kişinin tavsiyesi niteliğinde değildir. Lütfen sağlık konularında karar vermeden önce araştırmalarınızı yapın, sağduyunuzu dinleyin ve doktorunuza danışın.

* Okurumun ismini arzusu üzerinde değiştirdim.

Yazının devamı...

Can’ın Uyku Eğitimini Nasıl Tamamladık?

Uyku eğitimi deyince kulağa biraz tuhaf geliyor. Sanki mini mini bebeleri askeri okula gönderip, düdük eşliğinde eğitiyormuş gibi… İngilizce “sleep training”den birerbir çeviri olan uyku eğitimi deyimi Ferber‘ler, ‘lar, ‘larla Türk annesinin bünyesine girdi. Hamileyken bu kitaplarda yazılan teknikleri okuduysanız pek kolay gözüküyor “Ne var ki, yaparım bunları. Bebeğim akşam 8 gibi mışıl mışıl uyur. Ben de kocamla çekirdek çıtlararak dizi film izlerim.” diyorsunuz. Hatta aile bireyleriniz ve arkadaşlarınız kendi çocuklarının uyku sorunlarını sizinle paylaşırken içinizden “Yok artık daha neler… Bir de anne-baba olmuşlar. Çocuğu uyutmayı beceremiyorlar.” diye düşünüyorsunuz. Belki dayanamayıp hallerine gülüyorsunuz.. Kısacası çocuğunuz olana kadar herşey bir kulaktan girip, öbür kulaktan çıkıyor.

Ancak çocuk sahibi olduğunuzda işler değişiyor. Birincisi, uyku sorununun şaka olmadığını görüyorsunuz İkincisi, sizin velet uyku düzenini tutturana kadar eğitim alanın aslında o değil siz olduğunu keşfediyorsunuz: Uykusuz kafayla hayatta kalma teknikleri!

Yanıtladığım olduğunu düşünüyor. İşin aslı, her ne kadar evinizde bir baykuş beslediğinize emin olsanız da, çocuğu uyku sorunu yaşayan ilk aile siz değilsiniz. Son aile de siz olamayacaksınız. O zaman ne yapacaksınız?

Kendinize acımaktan vazgeçin Hergün aynanın önünde 10 kere “Ben ve benim çocuğum özel değiliz. Herkes aynısını yaşıyor.” diye tekrarlayın. Böylece rahatlayacaksınız. Üçüncü gözünüz açılacak Madem artık dinlemeye hazırsınız, çocuğu 3 yaşına gelmiş ve uyku konusunda benzer deneyimleri yaşamış bir anne olarak size bazı tavsiyelerim olacak…

Geçtiğimiz 3 senelik süreçte Can’ın uyku düzeni konusunda pek çok dönem geçirdik. İçinde yaşıyorken ayrımına varmak zor geldiyse de, bu dönemlerin belli başlı karakteristikleri vardı. Ufaklıkların yaşantılarının ilk üç senesindeki uyku düzenlerini 3 ana döneme ayırıyorum: Yenidoğan dönemi, bebek dönemi ve çocuk dönemi. Şimdi o günleri geride bırakmış olan bir anne olarak nelerin işe yarayıp, nelerin yaramadığını biliyorum. Bu yazımda her bir dönemin karakteristiklerini ve o dönemlerde uyku sorunlarını çözebilmek için uygulanacak taktikleri anlatacağım.

Bebeğinizin hayatındaki ilk 3-4 ayda uyku diye birşey olmayacağını baştan kabul edin. Gündüz ve gece bebeğinize yapışık olarak gezecek ve şanslıysanız her 2-3 saatte bir 15-30 dakika emzireceksiniz. Geri kalan sürelerde de adeta bir kuş uykusuna dalacaksınız. Şanslıysanız diyorum, çünkü bir emzirme seansını bitirip, çocuğu uykuya dalana kadar ikinci emzirme seansına varan talihsiz arkadaşlarımız da var. Bunların hepsi bebeğin dış dünyaya uyum sağlama çabaları, mide kapasitesinin küçük olması ve anne sütünün hızlı sindirilen bir besin olmasından kaynaklanıyor. Sizin etkileyemeyeceğiniz bu koşullardan dolayı bu dönemde uyku eğitimi vermek gibi birşey söz konusu değil. Ancak yine de yaşantınızın daha kolay olması için uygulanabilecek bazı taktikler var.

1- Yardım Alın: Bu dönem için en büyük tavsiyem evde sürekli kalacak bir yardımcı bulmanız. Anneanneler, babaanneler, diğer akrabalar, ücretli bakıcılar ve hatta en kötü ihtimalle haftada birkaç saat bile olsa evinize uğrayacak yakın bir arkadaşınız… Hangisi olursa olsun yardım bulun. Yardımcıların evinizin temizliği, yemeklerin yapılması, çok yorgun olduğunuzda, duş almak istediğinizde ya da bir saatliğine dışarıda hava almaya ihtiyacınız olduğunda bebeğe göz kulak olunması gibi sayısız faydaları var. Bazı yeni annelerin bebekle ve evle ilgili herşeyi kendi başlarına yapmaya çalıştıklarını duyuyorum. Mecbur olmadığınız hiçbir ev işini yapmayın. Çamaşırlar ütülenmese de, ev üç günde bir silinmese de olur. Bedeninize özen gösterin. Kendinizi yormayın.

2- Emzirmeyi Abartmayın: Emzirmek süper! Faydaları saymakla bitmez. İlk 6 ay Can’ı sadece anne sütüyle beslemek hedefimdi. Bunu da büyük ölçüde uyguladım. Ancak önerim, emzirmeyi fanatikleştirmemek. Kimi zaman emzirmek yerine birkaç saat uyumanız, hem sizin hem de bebeğiniz için en doğru çözüm. Uykuya çok ama çok ihtiyacınız olduğunda emzirmek yerine yardım alın. Yardımcınız elbette bebeğinizi emziremez. Ancak sağılmış anne sütünü biberonla bebeğinize verebilir. Eğer 3 saatte bir emziriyorsanız, haftada bir de olsa, gecenin ortasındaki beslenme seansını babaya/büyükanneye devrederek, 6 saat kesintisiz uyuyabilir, dinlenebilirsiniz. Ancak tercihiniz 6 ay boyunca sadece emzirmek olacaksa biberon verme sayısını da abartmayın. Bebeğinizin memeden emme alışkanlığının oluştuğu ilk 6 hafta boyunca mümkünse bu taktiği uygulamayın. Ben 6 hafta dolup, Can’ın emmeyi öğrendiğine kanaat ettikten sonra 3-4 ay boyunca günlük 8 emzirme seansından bir ya da maksimum ikisini sağılmış anne sütünü biberonla vererek tamamladım.

3- Devam Ettiremeyeceğiniz Uygulamalara Başlamayın: Bebeğinizi memede, kolda, ayakta sallayarak uyutmaya alıştırmayın. Emzirerek ve sallayarak uyutmak ilk başta size kolay gelse de, zamanla bebekte alışkanlık haline gelir. Memeyi ağızda tutmadan ya da sallanmadan uyuyamaz olur. 3-5 kiloluk bir bebeği sallamakla, 10-15 kiloluk bir bebeği sallamak arasında ciddi efor farkı vardır. Keza sürekli emzirmek de anne için çok yorucudur. Emzirme seansı bittikten sonra Can’ı hemen yatağına koydum. Ayağımda hiç sallamadım. Sadece aşağıda anlatacağım bebek döneminde, uyumakta zorlandığı birkaç ay boyunca, ben emzirdikten sonra, Kuzey kollarında ya da slingde biraz dolaştırdı. Bir müddet sonra da ‘ne başlayarak bu uygulamayı tamamen bıraktık. O nedenle ileride size fiziksel olarak zor gelecek bir yöntemi baştan uygulamayın. Siz çalışıyorsanız ve gündüzleri bebeğinize başka birisi bakıyorsa ona da bu şekilde tavsiye edin.

Bebeğinizin dış dünyaya dair algılarının açıldığı bu dönem, kendisinin annesinden farklı bir varlık olduğunu keşfetmeye başladığı 4. – 5. aydan, oturduğu, emeklediği, yürüdüğü ve çocuk kıvamına geldiği 1,5-2 yaşa kadar sürüyor. Evli ve çocuksuz, haftasonları gerine gerine uyuduğum saadet yıllarından sonra, Can’ı kucağıma aldığımda benim gibi uykuyu seven ve erken kalkmaktan nefret eden bir bünye için şok durumu yaşanmıştı. O ilk ayları hiç geçmeyecek sandım. Ancak şu anda uyku alışkanlıkları açısından bebek döneminin yenidoğan dönemine kıyasla daha zor olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni, yenidoğan dönemindeki yorgunluğunuz fiziksel oluyor. Yenidoğan döneminde karnı tok, altı temiz, gazı çıkarılmış olduğu sürece mışıl mışıl uyumaya devam eden bebeklerin sayısı da azımsanacak kadar değil. Ancak bebek dönemine geçildiğinde bebeğin hem fiziksel hem de duygusal alışkanlıklarında önemli ölçüde farklılıklar oluyor. Çözülemeyen uyku sorunlarından şikayetçi olanlar genelde bu dönemde çocuğu olan anneler. Bebekler bu dönemde katı gıdaya geçme, diş çıkarma gibi uyku düzenini etkileyen pek çok fiziksel değişime uğruyor. Ayrıca duygusal anlamda yavaş yavaş kendilerinin bağımsız bireyler olduğunu keşfedip, tabiri caizse evde kendi düdüklerini öttürmeye başlıyorlar. Yenidoğan döneminde edinilen kimi uyku alışkanlıkları bebeklik döneminde kalıplaşıyor. Bazen de yepyeni alışkanlıklar türüyor.

Bebek döneminde uyku düzenini sağlamak için uygulanacak taktikleri daha önce çok kereler yazdığım için, aynı sözleri bir kere daha tekrar etmeden linkleri vereceğim. Anneler, iki yazımın özellikle faydalı olduğunu söylüyor:

1- Can 3 aylık olduğu zaman yavaş yavaş başladığım ve sonrasında aylarca uyguladığım İşe Yarayan Bir Bebek Uyutma Yöntemi ve

2- Can 16 aylıkken geliştirdiğim Bebeklerde Uyku Problemine Çözüm: Eleme Yöntemi

Bu iki yazı yeterli olmazsa Uyku kategorisindeki tüm yazıları da okuyabilirsiniz http://bebekveben.com/kategori/uyku/

Çocuk dönemi, uyku konusunda fırtınalı dönemin atlatıldığı, uyku alışkanlıklarının düzeldiği ve yetişkinler gibi sorunsuz bir şekilde, kendi yataklarında, kendi başlarına, kesintisiz olarak uyumaya başladıkları dönemi ifade ediyor. Bu döneme geçiş tarihi her çocukta farklı olabilmesine rağmen bizde çocuk dönemi aşağı yukarı Can 28-29 aylıkken başladı ve 33-34 aylık olana kadar devam etti. Bu dönemde hayatımızdaki en büyük değişiklik yeni bir eve taşınmamız oldu. Yeni evimizde nihayet Can’a bir oda verebildik. (Önceden bizim odamızda, ancak kendi karyolasında yatıyordu.) Ancak tahmin edebileceğiniz gibi bebeklik döneminden çocukluk dönemine geçiş hızlı ya da kolay olmadı. Yaklaşık 6 aylık bir süreçte yavaş yavaş daha iyi bir noktaya ulaştık. Nasıl mı?

Öncelikle yeni evimizde ilk günden itibaren Can’ı kendi odasında uyuttuk. Yatağının yanında yere uzanıyor ve 30-45 dakika arasında uyuyana kadar odada kalıyorduk. İlk haftalarda her gece uyanıp, çığlıklar atarak bizim odamıza koştu. Sonraki haftalarda yine her gece hızla koşarak ancak çığlık atmadan yanımıza gelmeye başladı. Sonra birer, ikişer gece yanımıza gelmemeye başladı. Bunun ilk yaşandığı gece neredeyse gözlerimizden mutluluk yaşları süzülecekti Son olarak da tamamen kendi odasında uyumaya başladı. Şu an sadece sabah uyanınca bizi kaldırmak için yanımıza geliyor. Gece bazen su istemek için sesleniyor, bazen de emziğini düşürdüğünde. Evet, hala emzik kullanıyor. Ancak sadece gece uykusunda ve tamamen uyuyunca emziği ağzından atıyor. Uyku konusundaki son hedeflerimizden biri emziği kaldırmak olacak. Evdeki emzikler birer birer itinayla yok edildi Geriye tek bir emzik kaldı. Onun da eli kulağında…

Bu süreçte bir diğer önemli değişiklik de gece uykusuna yatmadan önce biberonla süt içmeyi bırakması oldu. Bunu da kademeli olarak yaptık. Önce “Artık sen büyüdün. Biberon yok. ” diyerek sütü bardakla vermeye başladık. Kısa bir süre sonra “Süt bitmiş, su vereceğiz.” demeye başladık. Böylece sindirimi tetikleyerek rahatsız eden, çiş getirerek uyku kalitesini bozan, hızlı içildiğinde genize kaçarak kulak enfeksiyonlarına neden olan uyku öncesi biberonundan vazgeçtik. Bu da Can’ın uyku düzenine katkıda bulundu.

Şu anda uyku konusundaki en büyük gelişme alanımız, uyurken yanına uzanma alışkanlığımızdan vazgeçmek. Aslında bir-iki kez “Haydi odana git Can. Kendi başına uyuyabilirsin.” dediğimizde bizi hayrete düşürerek bunu yaptı. Yani aslında yapabiliyor. Sadece bizim ve onun aynı anda yeni düzenin bu olması gerektiğine inanmamız ve uygulamamız gerekiyor. Neyse ki yanına uzanma yönteminin zaman kaybından başka bir sıkıntısı ya da fiziksel bir yorgunluğu yok. Hatta bazen biz de uykuya dalıyoruz, iyi oluyor

Süreci Yönlendirin: Çocuk döneminde ufaklığın kendi başına uyumaya başlamasını sağlamak için biraz yaratıcı olmak gerekiyor. Ne de olsa, bebek dönemi boyunca kemikleşen uyku alışkanlıklarının değişmesi için çocuğunuzdan bir talep gelmesi zor olabilir. Bu nedenle değişikliği ebeveynlerin başlatması daha mantıklı. Burada bence iki yöntem var:

1- Amerika’da “cold turkey” denen ani bıraktırma yöntemi uygulanabilir. Mesela eşinizin ve sizin yorgun olmadığınız bir haftasonu ya da evde geçireceğiniz bir senelik izin haftasında ufaklığı karşınıza alıp “Bu geceden itibaren kendi başına uyuyorsun.” denebilir. Gece duş alma, dişleri fırçalama ve kitap okuma gibi uyku rutini uygulandıktan sonra, kapısı kapatılarak dışarı çıkılabilir. İlk 3 gece muhtemelen zor olacak ve direnç yaşanacaktır. Ancak bu yöntemle kendi başına uyumasını sağlama ya da emzik bıraktırma işini 1-2 haftada halleden aileler var.

2- Kademeli yöntem, bizim yaptığımız gibi uyku alışkanlıklarını zaman içerisinde yavaş yavaş değiştirmeyi içeriyor. Bu değişimin süresi daha uzun oluyor, ancak çocuk kendini alıştırdığı için dirençle karşılaşma ihtimali daha az. Kademeli yöntemi başlatmak için çocuğunuzun hayatında olumlu ve ufak bir değişim yapmak da mümkün. Mesela biz bu dönemde tesadüfen taşınmış ve Can’ın hoşlanacağı, kendine ait odasını hazırlamıştık. Taşınma gibi bir ihtimaliniz yoksa, çocuğunuzun ev içindeki odasını değiştirmek (bir odadan diğer bir odaya taşınmak), oda içinde eşyaların yerini değiştirmek ya da uykuyu özendirici yatak, nevresim takımı, pijama, uyku arkadaşı bir oyuncak almak gibi farklı yöntemler de uygulanabilir. Burada kilit nokta kademeli yöntemi tetikleyecek değişimin çocuğun hayatını allak bullak etmeyecek, düzenin bozmayacak, hoşuna gidecek bir değişim olması.

Bu yazımda geçtiğimiz 3 senelik süreçte Can’a belli bir uyku düzeni vermek adına karınca kararınca geliştirdiğim yöntemleri, işe yarayan taktikleri ve yaramayan uygulamaları paylaştım… Sonuç olarak “Nihohaaaa! Uyku konusunda ben sıramı savdım. Siz başınızın çaresine bakın!” falan diyemeyeceğim. Aksine anne olmak büyük konuşmamayı fazlasıyla öğretti. Sadece geçmişe oranla daha iyi bir noktadayız. Satırlarıma son verirken,sizi kucaklayıp, “Yapabileceğin birşeyler var. Zamanla daha iyi oluyor. Sık dişini!” demek istiyorum. Çocuklarımızın uyku macerasında mışıl mışıl uyunan günleri görebilmek umuduyla…

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Yazının devamı...

Okyanusa Bir Denizyıldızı da Siz Atın: Deniz İlköğretim Okulu Ana Sınıfı Bağışlarınızı Bekliyor!

Yaşlı bir adam sabaha karşı kumsalda yürüyüşe çıkmışken, uzakta dans eder gibi hareketler yapan birini görür. Biraz yaklaşınca, bu kişinin sahile vuran denizyıldızlarını okyanusa atan küçük bir kız çocuğu olduğunu fark eder. Adam, küçük kıza yaklaşır:
– Neden denizyıldızlarını okyanusa atıyorsun?
Küçük kız yanıtlar;
– Birazdan güneş yükselip, sular çekilecek. Onları suya atmazsam ölecekler.
Yaşlı adam sorar;
– Kilometrelerce sahil, binlerce denizyıldızı var. Ne fark eder ki?
Küçük kız eğilir, yerden bir denizyıldızı daha alır, okyanusa fırlatır.
– Bunun için fark etti ama…

Loren C. Eiseley’in The Star Thrower isimli kitabından adapte edilen bu hikayeyi daha önce belki onlarca kez okudum… Her okuyuşumda yüreğimi ısıttı, etkisini hiç kaybetmedi. Hep şunu düşündüm: “Kısacık ömrümüzde kimlerin yaşamına dokunuyoruz?”, “Kimlerin yaşantısına ve geleceğine pozitif bir katkımız oluyor?”

Elbette ilk olarak çocuklarımız, ailemiz, arkadaşlarımız… Çocuklarımızın sıcacık bir aile ortamında büyümesi, iyi okullarda okuması, güzel yerlere gelmesi için çalışıyoruz. Ailemizin ve arkadaşlarımızın sağlık ve afiyette olması için elimizden geleni yapıyoruz. Bunlar bizi sonsuz mutlu ediyor. Ancak yardım ve ilgi halkamızı ailemiz ve arkadaşlarımızın, kısacası tanıdığımız insanların ötesine geçirmenin pek çok faydası var. En basitinden; sıkıntılardan arınmış, ihtiyaçları giderilmiş bir toplumun içinde yaşamak ve çocuk büyütmek hepimizin hayatını olumlu yönde etkiler, öyle değil mi?

Hemen her gün televizyonda, radyoda, internette, sosyal medyada farklı kişi ya da kurumlar için yapılan yardım çağrılarını, imza kampanyalarını duyuyoruz. Bu çağrılara kimimiz elimizden geldiğince yardımcı oluyoruz. Kimimiz “Benim yerime mutlaka birisi yapar.” diyerek kayıtsız kalıyoruz. Yardım çağrılarının çokluğu kendimizi etkisiz zannetmemize yol açabiliyor. Katkımızın önemsiz olacağını, katkı yapmaya değmeyeceğini düşünüyoruz. Evet, belki yardım çağrıları asla bitmeyecek. Her gün bir yenisi eklenecek. Ancak tıpkı denizyıldızı hikayesinde olduğu gibi, biz, hayatımız boyunca dokunduğumuz yaşamlarda, sadece 1 kişi olsa bile, iz bırakacağız. Kısacası yardım eli uzatacak kişi biziz ve içtenlikle yapılan hiçbir yardım küçük değil.

Bugün okyanusa bir denizyıldızı atmak için bir şansınız var. Sizlere ülkemizin bir ucundan, belki yaşadığınız yere çok uzaklardan, ancak bir o kadar da yakından, içimizden birilerini tanıtacağım…

Bildiğiniz üzere, ‘nin sosyal sorumluluk kanadı olan “Okul Öncesi Kitap, Oyuncak ve Malzeme Kampanyası” için bir müddettir uygun bir ana sınıfı arıyorduk. Nihayet aradığımız sınıfı Güneydoğu Anadolu bölgemizin Şanlıurfa iline bağlı ufacık bir mezrasında, Deniz mezrası’nda bulduk… Pozitif Düşünceler ekibi olarak, biz, hikayelerini dinlediğimizde, fotoğraflarına baktığımızda gözlerimiz doldu. Öyle güzel ve pırıl pırıllar ki… Ana sınıfından sorumlu Betül öğretmeni ve 11 çiçeğini sizlere tanıtmaktan gurur ve mutluluk duyuyorum…

İsmim Betül Fakıoğlu. Şanlıurfa’nın Göleç köyüne bağlı Deniz mezrasında, Deniz İlkokulu’nda okul öncesi öğretmeniyim. Okulumuzun ihtiyaçlarının temini konusunda sizleri yanımızda görmekten ne kadar memnunuz anlatamam.

Okulumun maddi imkanları oldukça elverişsiz. Hala suyu ve elektiriği olmayan bir köy okulunda öğretmenlik yapıyorum. Köyümüzde yaşam standartları çok düşük. Mevsimlik işçi olarak çalışan köy halkının gelir kaynakları, hava şartlarına ve toprağın verimine göre şekillenmekte. Kuraklığın hakim olduğu yörede karın tokluğuna sürdürülen bir yaşam tarzı benimsenmiş durumda. Biz burada köy öğretmenleri olarak, zor şartlara kendi imkanlarımızla göğüs germeye çalışıyoruz. Tek amacımız ileride geleceğimizi şekillendirecek çocuklarımıza standartlara yakın bir eğitim verebilmek.

Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi okul öncesi öğretmenliği bölümünden mezunum. 2013 yılı mayıs ayında diplomamı aldım. Üniversite yaşamına başladığım ilk andan itibaren, miniklerle beraber olmayı hedefledim. Üniversiteyi 3 yılda bitirip, 2014 Şubat ayında Şanlıurfa’ya atanarak kendi sınıfıma kavuştum. Yaklaşık 2.5 aydır bu yöredeyim. Buradaki yaşama uyum sağlamak, öğrenci ve velilerimizin imkanlarını iyileştirmek için çalışmaktayım.

Ana sınıfında kaç öğrenciniz var? İsimleri ve yaşları neler?

4-5 yaş grubundaki öğrencilerden oluşan anasınıfımda 5'i kız, 6'sı erkek olmak üzere 11 öğrencim var: İsimleri Mizgin, Mehmet Raşit, Aslı, Yusuf, Mehmet, Berfin, Mahmut, Gülbahar, Aysel, Rahime ve Salih.

Çocuklarınızın en sevdiği oyunlar ve oyuncaklar nedir?

Öğrencilerimin en sevdiği oyun; Gülbahar’a göre mendil kapmaca, Mehmet’e göre yakar top, Berfin’e göre evcilik ve Mizgin’e göre ise şişe oyunu

Öğrencilerimin oynadığı oyuncak sayısı çok az. Benim temin edebildiğim birkaç oyuncak var sınıfımızda. En çok pelüş oyuncaklarla ve legolarla oynamayı seviyorlar. Kağıttan yaptığımız kuklalarla oynamakta en sevdiğimiz etkinlikler arasında.

Öğrencilerime en sevdikleri oyuncağı sorduğumda, Mizgin “Kukla oynatmayı çok seviyorum öğretmenim. Kuklalar bizim karşı köydeki parka gidiyorlar çünkü…” dedi. Mahmut ise “Büyük bir kamyon istediğini” söyledi. Kamyonculuk oyununu sevdiğini söyledi.

Bu çocuklarımızın da modern eğitim almaya, temiz ve sağlıklı ortamlarda oyun oynamaya hakkı olduğunu düşünmekteyiz.

Yardımlarınız ve emeğinize saygım sonsuz. Buradaki miniklerin sevgisini ve minnettarlığını gönderiyorum.

Her şey için teşekkürler.

Betül Fakıoğlu, Ana sınıfı öğretmeni

Okulumuz toplamda 2 sınıftan, bir anasınıfı ve 1'den 4'e kadar birleştirilmiş bir ilkokul sınıfından oluşuyor. Okulun deposunu anasınıfına çevirdik. Okula gelen öğrencilerin eğitim alabilir hale gelmeleri için önce yaşam standartlarının yükseltilmesi gerekmekte. Çünkü çoğu öğrencimizin ayakkabı, çanta kıyafet, kırtasiye gibi birçok eksiği var. Okulda eksik olan eğitim materyalleri eğitimin aksamasına, çocuklarımızın modern eğitim tekniklerinden yararlanamamasına neden oluyor. Anasınıfının masa, sandalye, perde, dolap vb. temel eşyalara ihtiyacı bulunmakta. Okul öncesi öğrencilerim eğitim materyali ve oyuncak eksikliğinden dolayı gelişimlerine yardımcı olacak uyaranlardan yoksun kalmakta. Dil sorununun hakim olduğu yörede kitap, flash kart, eğitici oyuncak gibi bir çok araca ihtiyacımız bulunmaktadır.

4-5 yaş grubundaki 6 erkek ve 5 kız çocuğu için

Okulun Eksikleri

Hikayemiz işte böyle… Satırlarımıza son verirken Pozitif Düşünceler Okul Öncesi Kampanyası‘nda Şanlıurfa Suruç Deniz İlköğretim okulu anasınıfındaki minikler için okul öncesi kitap, oyuncak, malzeme, giysi ve eşya bağışlarınızı beklediğimizi bir kere daha vurgulamak istiyoruz.

Mizgin, Mehmet Raşit, Aslı, Yusuf, Mehmet, Berfin, Mahmut, Gülbahar, Aysel, Rahime ve Salih… Deniz İlköğretim Okulu’daki denizyıldızlarının o minicik yüzlerine, gülen gözlerine bakın. Onlar da en az evlerimizdeki yavrularımız kadar iyi bir eğitim almayı, geleceğe umutla bakmayı hak ediyorlar. Betül öğretmen gibi özverili öğretmenlerimiz desteği hak ediyor.

Bu, okyanusa bir deniz yıldızı atmak için sizin fırsatınız… Haydi ne duruyorsunuz? İşyerinizde öğle aranızda bir kırtasiyeye ya da giyim mağazasına uğrayın ya da bu haftasonu, çocuğunuzla beraber dışarıya çıktığınızda, uzaktaki kardeşlere gönderilmek üzere hediyeler seçin. Küçük bir paket hazırlayın. Dilerseniz içine kardeşten kardeşe bir mektup da ekleyin…

Bağışların koordineli olması açısından info@pozitifdusunceler.com email adresinden bizlerle iletişime geçiniz. ekibinden bir arkadaşımız 1 iş günü içerisinde size geri dönüş yaparak gönderiminizin organizasyonu konusunda yardımcı olacaktır.

Biz yukarıdaki listeyi sürekli güncel tutarak, listedeki malzemelerden hangilerinin karşılandığını yanlarına yazacağız. Böylece aynı malzemelerin tekrar tekrar alınmasını önlemiş olacağız. Hedefimiz öncelikli olarak bu okulumuzun ve çocuklarımızın ihtiyaçlarını karşılamak ve sonrasında ihtiyacı olan diğer anaokulları için Pozitif Düşünceler Okul Öncesi Kampanyası’nın hedefi olan 1.000 adet okul öncesi malzemesini toplamak olacak.

Yardımlarınız için şimdiden tüm kalbimizle teşekkür ederiz,

Pozitif Düşünceler Ekibi Adına,

Tanla Bilir

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.