SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Her Ateşte İlaca Sarılmayın

Cumartesi günü Kuzey bir günlüğüne şehir dışındaydı. Can ile güzel bir gün geçiriyorduk. Oyun oynadık, annemlerle chat yaptık ve beraberce evi batırarak güllaç tatlısı hazırladık. Herşey çok güzeldi. Ta ki akşam sularında gözlerinin hafifçe baygın baktığını görene kadar. Zaten son bir saattir anlayamadığım bir biçimde çok sakinleşmişti. Kucaklayıp, yüzüne dudaklarımı değdirdim. Alev alev yanıyordu. Hemen dereceyi kapıp ölçtüm. 39'u gösteriyordu. Kuzey’i aradım ve durumdan haberdar ettim. Birkaç gündür bir burun akıntısı ve nadir hapşırma dışında sağlığı ve neşesi yerinde olan çocuk, tüm şiddetiyle hastalanmak için babanın uzakta olduğu günü bulmuştu. Bu Murphy Kanunu değilse neydi?

Can bugüne kadar öyle şiddetli bir şekilde hiç ateşlenmedi. Bu iyi birşey mi? kötü birşey mi? bilemiyordum. Ancak şunu anlıyorum ki ateşli çocuk konusunda tecrübesizdim. İşin garibi ateşi yükseldikçe bizimkine bir iyilik hali geldi. Uyku saati olmadığı halde yatağa yatmalar, bana tatlı tatlı gülümsemeler, yüzümü okşamalar… İnanın içim acıdı. Refleks olarak ilk yaptığım şey çocuk formülü olan bir ateş düşürücü ilaçtan vermek ve elbiselerini soymaktı. Bir de uyumaması için elimden geleni yapmaya çalıştım. Ona kitap okudum, kitabın resimlerine beraberce baktık. İlacın etkisini göstermesiyle ateşi 38 civarına düştü. Neredeyse 10 dakikada bir ölçtüm. Sonrasında 38 ile 39 arasında inip-çıkmaya devam etti. Bu arada “Keşke Kuzey yanımda olsaydı. Tekrar yükselirse ben ne yaparım?” diye düşünüyordum. En kötü ihtimalle arabası olan bir arkadaşımızı ya da ambülansı çağıracak ve hastaneye gidecektim.

Bir yandan da sürekli farklı bir derece verdiği için termometreye sövüyordum. Klasik termometreleri okumak bana çok zor geliyor. O nedenle alından ölçen dijital bir termometre aldık. Ancak popodan ya da koltuk altından ölçen versiyonlarına kıyasla, alından ölçen termometreler daha az hassas olduğunu biliyorum. Ateş daha yüksekken, daha düşük gösterebiliyor. “Ya aslında ateşi daha yüksekse diye düşünüp, kendime kızdım.”

Biraz sonra Can süt istedi. Süt istemesi uykuya hazır olduğunun işareti. Bir yanda ateş nedeniyle uyumak isteyen bir çocuk, diğer yanda ateşliyken uyumasının doğru olup olmayacağını düşünen bir anne. Emin olamadığım için internete koştum. Google’a yazdığım cümle: “Ateşli çocuğun uyumasına izin verilir mi?” Sonuç: Birden fazla bilimsel kaynakta ateşli çocuğun uyumasının normal olduğu ve uyumasına izin verilmesi gerektiğiydi… Biraz rahatlayarak Can’ın sütünü hazırladım. Daha çok sıcaklamasını engellemek için pijamalarını soyup, onu atlet ve bezle bıraktım. Sütünü içip, 10 dakika içinde derin bir uykuya daldı. Ateşi 38 dereceydi.

Ateş konusundaki bilgi eksikliğimi fark ettiğimden derhal araştırmaya başladım. Öğrendiğim (ve biraz sonra aşağıda sizinle de paylaşacağım) bilgiler ateş konusunda bugüne kadar bildiklerimi tamamen değiştirdi. Pek çok şeyi yanlış bildiğimi, yanlış uyguladığımı ya da yanlış uygulamak üzere olduğumu fark ettim.

Bir müddet sonra Kuzey eve geldi. Öğrendiklerimi ve yaptıklarımı onunla kısaca paylaştım. Ancak Kuzey yol yorgunu olduğundan, o dakikalarda Can uyuduğundan ve ateşi normal sınırlar içinde olduğundan, konu üzerinde fazla konuşamadan yattık. Can gece uyanıp yanımıza gelmek istedi. İzin verdik. Ancak yatağa yattığında yine çok sıcak olduğunu hissettim. Ölçümler 39'u gösteriyordu. Yaklaşık bir saat kadar sonra bir çığlıkla uyandı. Sanki vücudundan atmak istediği birşey varmış gibi bedenini dışa doğru küçük elleriyle sıvazlıyor ve bariz bir şekilde titriyordu. Sanırım sıcağın etkisiyle kötü bir rüya görmüştü. Zaten son zamanlarda geceleri “Bee-bee! (Can’ın dilinde böcek)” diye uyandığı oluyordu. Işıkları açıp odada böcek olmadığına ikna ettikten sonra uyuyordu. Ancak hastalığı nedeniyle üzülmüş ve etkilenmiş olduğumuz için bunu “ateş nedeniyle halüsinasyon gördüğü” şeklinde yorumladık ve apar topar acile gitmek üzere dışarıya çıktık.

Dışarının soğuk havası yüzüne çarptığında Can’ın çok hoşuna gitti. Gülümsemeye başladı. Gezmeye gittiğimizi düşünüyordu. Bugün öğrendiğim bilgiler ışığında durumunda muhtemelen acile gitmemizi gerektirecek bir durum olmadığını Kuzey’le paylaştım. Ancak bu durum ilk kez başımıza geldiğinden, ortak kararımız yine de bir doktor görüşü almak oldu. Açıkçası geçtiğimiz haftalardaki Meksika tatilimizden bilmediğimiz bir enfeksiyon kapmış olabileceğinden endişeleniyorduk. Zaten bundan 2 gün önce öğle saatlerinde yuvadan öğretmeninin aramasıyla eve getirmiştik. Öğretmen çiş yaparken ağladığını ve sık tuvalete çıktığını söylemişti. Ardından doktora götürdük ve idrar tahlili yapıldı. Amerika’da bir tahlil yapıldığında sadece sonuçları olumsuzsa arayıp size bilgi veriyorlar. Doktordan aramadıkları için sorun olmadığını düşünmüştük. Acaba idrar tahlilinde bir sorun ya da atladıkları başka bir enfeksiyon olabilir miydi?

Acile vardığımızda ilk olarak ateşi ölçüldü. Yine yüksek çıktı. Muayene edildi. Tatili ve hafta içinde yuvada yaşadığımız tabloyu anlattık. Acil doktoru da idrar tahlili istedi. Tahlil hemen yapıldı ve sonucu alındı. Temiz çıktı. Ateş düşürücü ilaç verildi. Muhtemelen ciddi birşey olmadığı, soğuk algınlığı olabileceği, 3-4 gün içinde iyileşeceği söylendi. Çocuk ateşten rahatsız olursa ateş düşürücü ilaç verebileceğimizi, ancak bu tabloda çok da gerekli olmayacağı söylendi. Can’ı hafif giydirmemiz ve bol sıvı vermemiz önerildi. Hangi durumlarda acile geri gelmemiz gerektiği açıklandı. O akşamdan sonra Can’a bir daha ateş düşürücü vermek zorunda kalmadık. Şu anda sağlığı yerinde.

Bizi korkutan bu vakadan sonra ateş konusunda yaptığım ve doktordan da teyidini aldığım araştırmaların sonucu şöyle:

Günlük hayatta vücudumuz pek çok hastalık yapan virüs ve bakteriyle karşılaşır. Çoğu durumda bağışıklık sistemimiz bunları yener. Ancak kimi zaman bağışıklık sisteminin ilk koruması yeterli olmayınca vücut bu virüs ve bakterileri yok etmek için sıcaklığını yükseltmeye başlar. Ateş bu şekilde ortaya çıkar. Çoğu bakteriler 38–39.5°C ve virusler 40–41ºC aralığında ölür. Bu sistem şöyle çalışır:

Beyin vücut sıcaklığını dış ortam sıcaklığından daha yüksek bir sıcaklığa ayarlar. Kan damarları deriden ısı kaybını engellemek için büzüşür. Ortam soğuk geldiğinden, kişi üşümeye başlar. Ardından beyin, kasların kasılması için emir verir. Kaslar hareket etmeye başladığında vücut ısı üretir. Vücut ısısı yükseldikçe (ateş çıktıkça) titreme azalır. Bu arada vücut -varsa- virüs ya da bakteriyle savaşır.

Pek çok hastalık ateş yapabilir. Bu hastalıklardan bazıları sıklıkla gözükür, bazıları orta sıklıkta gözükür, bazıları da nadiren gözükür.

Sıklıkla Soğuk algınlığı ve grip gibi üst solunum yolu enfeksiyonları ve yaz aylarında sıcak çarpması ateşe en çok yol açan rahatsızlıklardandır.
Orta sıklıkta Bazı aşılar çocuklarda ateş yapabilir. Bunları doktorunuz size bildirecektir. Anjin, orta kulak iltihabı, kızamık, ishal ve idrar yolu enfeksiyonu da ateş yapabilir.
Nadiren Zatürre, menenjit, tüberküloz gibi ciddi enfeksiyonlar ateşin nedeni olabilir. Uzun süren ve nedeni bulunamayan ateşlerde romatizmal hastalıklar, bağışıklık sistemi hastalıkları, lösemi, lenfoma da araştırılabilir.

Havale, beynin vücut ısısını düzenleyen merkezinin aşırı derecede ısınmasıyla, beynin kas hareketlerini kontrol eden kısmının vücutta normal dışı bir hareketlenme oluşturmasına denir. Bu sistem şöyle çalışır:

Mikrop veya toksik maddelerin beyni uyarmasıyla vücudumuzda bir ısı oluşur. Vücutta ısının yükselmesiyle birlikte dokuların oksijene duyduğu ihtiyaç artar. Bunu karşılayabilmek için kalbin ve solunumun hızlanması gerekir. Eğer ateş hızlı yükselir ve vücut bu yükselişe ayak uydurarak kalbi ve solunumu hızlandıramazsa beyin, gelen oksijeni yeterli bulmaz, tasarruflu çalışmak ve fazla oksijen tüketmemek için de vücut ile olan irtibatını keser ve havale ortaya çıkar.

Havale 38.9°C’nin üzerindeki ateşlerde ortaya çıkabilir. Ancak ateş her 38.9°C’nin üzerine yükseldiğinde havale oluşmaz. Ateşi yükselen çocukların sadece %4'ü havale geçirebilir.

Havale geçiren bir kişinin vücudu/elleri/ayakları ya da sadece başı istem dışı ve şiddetli bir şekilde sallanır. Gözleri arkaya doğru kayabilir ya da uzakta sabit bir noktaya takılıp kalabilir. Ağızdan köpük gelebilir, kusabilir. Havale genelde 1-5 dakika sürer. Ardından kısa bir süre baygınlık oluşabilir. Kişi uyanınca kafası karışmış, yorgun ya da uykulu olabilir.

Ülkemizde yüksek ateş denilince akla ilk olarak havale gelmekte, beyinde ve vücutta kalıcı bir rahatsızlık bırakabileceği, epilepsiye yol açabileceği endişesiyle havaleden korkulmaktadır.

Havale geçiren bir çocuğun gösterdiği belirtiler ebeveynlerini çok korkutabilir. Ancak havale genelde 5 dakika içinde sona erer ve kalıcı bir hasar bırakmaz. Bir kez havale geçiren çocukların büyük çoğunluğu ileriki dönemlerde beyin hasarı, gelişim geriliği, öğrenme bozukluğu ya da ateşsiz havale geçirmek konusunda daha büyük bir risk altına girmez. Havaleler çoğunlukla 5 yaşından sonra tekrarlanmaz.

Havale geçiren bir çocuğun çoğunlukla hastaneye yatılı olarak tedavi olmasına, röntgen ya da beyin dalgaları testi yaptırmasına gerek yoktur. Pek çok durumda havalenin nedeninin anlaşılması için çocuk doktorunu görmesi yeterlidir.

Aşağıdaki durumlarda ikinci bir havale geçirme riski artar.

Havale kimi zaman epilepsiyle karıştırılır. Epilepsi vücutta kriz oluşturarak, değişik düşünsel ve fiziksel fonksiyonları etkileyen bir medikal durumdur. Her havale geçiren çocuk epilepsi olacak diye bir koşul yoktur. Ancak daha önce havale geçirmiş bir çocuğun ileride epilepsi olma riski çok az olmakla beraber (%2-%4) artar.

Ateş ebeveynlerin en çok endişelendiği ve doktora başvurduğu durumlardandır. Ateş konusunda halk arasında doğru olduğu düşünülen pek çok mit (efsane) dolaşır. Ancak gerçek bilgiler çok farklıdır.

GERÇEK: Çocuklar birden fazla sebeple sıcaklayabilirler. Örneğin aktif bir şekilde oynamak, ağlamak, yataktan yeni kalkmış olmak, sıcak bir günde dışarıda olmak gibi sebeplerle tenleri ısınabilir. Tenin ısınmasına yol açan bu gibi durumlar sona erdiğinde 10-20 dakika içerisinde tenleri normal sıcaklığına döner. Bu gibi sebepler elendiğinde, tenleri sıcak olan ve hasta gibi gözüken çocukların %80'i ateşlidir. Sıcaklığı elle ya da dudakla hissetmeniz yeterli değildir, emin olmak için mutlaka termometreyle ateşini ölçün. Termometre tiplerine göre ateş olarak kabul edilecek dereceler şöyledir:

GERÇEK: Ateş vücutta olan enfeksiyonla savaşmak için vücudun doğal bir savunma mekanizmasıdır. Ateş vücudun savunma mekanizmasını harekete geçirerek enfeksiyonla savaşmasına yardımcı olur. 37.8° – 40° C arasındaki normal olarak kabul edilecek ateş hasta çocuklar için iyidir. Bu, vücudun savunma mekanizmasının çalıştığı anlamına gelir.

GERÇEK: Enfeksiyonlardan kaynaklanan ateş beyin hasarına sebep olmaz. Sadece 42° C’nin üzerindeki vücut ısısı beyin hasarı yaratabilir. Vücut ısısı bu sıcaklığa ancak nadiren ulaşır. Örnek: Çok sıcak bir havada pencereleri kapalı bir arabada çocuğun bırakılması

GERÇEK: Ateş çocukta rahatsızlık yaratıyorsa ilaçla tedavi edilebilir. Çoğunlukla 39° ya da 39.5° C üzerine çıkmadığı sürece rahatsızlık yaratmaz.

GERÇEK: Bu görüş yanlıştır. Beyinde doğal bir termostat vardır. Bu nedenle enfeksiyon nedeniyle oluşan ateşler 39.5°- 40° C aralığında seyreder ve nadiren 40.6° – 41.1° C aralığına yükselir. 40.6° – 41.1° C aralığı yüksek ateş olarak tanımlansa da, zararsızdır.

GERÇEK: İlaç verildiği zaman ateş genellikle 1° ya da 1.5° C düşer.

GERÇEK: Ateş düşürücü ilaç verilmesine rağmen ateş düşmüyorsa, bunun nedeni vücuttaki bir virüs ya da bakteriden kaynaklanıyor olmasıdır. Yoksa ciddi bir rahatsızlık olup olmadığını göstermez. Ateşle beraber çocuğun genel tablosu da takip edilmelidir. Eğer çocuk çok hasta görünüyor ve davranıyorsa sebebinin ciddi bir hastalık olma ihtimali daha yüksektir.

GERÇEK: Çoğu viral enfeksiyonda ateş normal olarak 2-3 gün sürer. Dolayısıyla ilk ateş düşürücü ilaçtan sonra ateş biraz düşse bile, ilacın etkisi geçince tekrar yükselebilir. Ateş ancak çocuğun vücudu virüsü yenince tamamen düşer. Bu da genellikle rahatsızlığın 4. gününe denk gelir.

GERÇEK: Dereceden daha çok çocuğun nasıl göründüğü ve davrandığı daha önemlidir.

Sevgiler,

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

| HealthyChildren.org |FamilyDoctor.org | Dr.Kadir Tuğcu

Önemli not: Bu blogdaki yazılar şahsi tecrübelerimden oluşmaktadır. Doktor veya tıbbi ehliyete sahip başka bir kişinin tavsiyesi niteliğinde değildir. Lütfen sağlık konularında karar vermeden önce sağduyunuzu dinleyin ve doktorunuza danışın.

Yazının devamı...

Kocam Çocukla İlgilenmiyor

Çocuk yetiştirme konusuna evvelden beri ilgiliyim. BebekveBen dolayısıyla bu ilgim tavan yapmış durumda. Anne-baba-çocuk konularındaki siteleri, blogları, forumları elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Elbette çok farklı aile tiplerine ve çocuk yetiştirme tarzlarına tanık oluyorum. Bunlar arasında sürekli karşıma çıkan bir tanesi var ki her seferinde beni şaşkınlığa sürüklüyor: Çocuk bakımı dendiğinde kılını kıpırdatmayan baba tiplemesinden bahsetmek istiyorum bugün… Daha önce yazmıştım, .

Bebeğinin bir kere olsun altını değiştirmemiş, ağladığında sakinleştirmek için bir kere bile kucağına almamış, kendi çocuğunun ağzına kaşıkla nasıl mama vereceğini bilmeyen o kadar çok baba var ki… Anneler bunalıyor, anneler isyan ediyor. Ancak çoğu zaman değişen birşey olmuyor.

Çocuk sahibi olmak nerede başlıyor, nerede bitiyor? (Ya da bitiyor mu?) Babanın sorumluluğu bir spermi vererek bebeğin oluşumuna katkıda bulunmak mı? Çocuk sadece uzaktan sevilecek ya da en fazla 10 dakika kucakta zıplatılıp, ağlayınca bir kenara koyulacak tuhaf bir nesne mi? Babalar çocuk yetiştirme konusunda uzaylı ve anneler de her işe yetişen bir süper kahraman mı?

Baba evin geçimini sağlıyor ve anne de ev dışında çalışmıyorsa, babanın aile yaşantısındaki mesuliyeti eve girildiğinde askıya asılan ceketle beraber bir sonraki iş gününe kadar sona mı erer? Ağızlarda hep o yorgun cümle “Ben dışarıda binbir türlü halle uğraşıyorum. Sen bütün gün evde oturuyorsun. Çok yorgunum. Hem çocuğa bakmak senin görevin.” Bu tür babaların gözünde evde oturmak nasıl bir kavram acaba? Anne babayı işe yolcu ettikten sonra kendine bir meyve kokteyli hazırlayıp ayak ayak üstüne atarak bütün gün dizi mi izliyor? Öyle düşünülüyorsa, demek ki o evde mucizevi şeyler oluyor: Her öğün yenilen yemekler muhtemelen bir ahçı tarafından hazırlanıyor. Çamaşırları ücretli bir yardımcı yıkıyor ve ütülüyor. Akşam tertemiz bir eve giriliyorsa, bunu muhtemelen cinler-periler yapıyor. Her ne kadar annenin zamanından çalsa da ev düzeni konumuz değil diyelim. Acaba bir bebek ya da çocuk kendi kendine mi büyüyor? Çocuğun gün içindeki beslenmesi, temizliği, uyutulması ve eğlendirilmesi nasıl gerçekleşiyor?

En ironiği de anne ve babanın aynı anda çalıştığı durum. Maksat dışarıda çalışmaksa, ikisi de dışarıda çalışıyor ve aynı anda eve giriyorlar. Çocuk bakıcıdan ya da büyükanneden teslim alınıyor. Baba eşofmanını giyip televizyonun karşısına geçiyor. Anne üzerini değiştirip, bir oh bile demeye fırsat bulmadan çocukla ilgilenmeye başlıyor. Küçükse beslenecek, belki emzirilecek, altı değiştirilecek, daha büyükse dersine yardımcı olunacak. Bir yandan da akşam yemeği için sofra hazırlanacak. Yarınki mesai için gömlekler ütülenecek. Anne çırpınırken baba keyfini asla bozmuyor.

Gerçekten bu rahatlığın sebebini merak ediyorum. Anlamak istiyorum. Eğitimsizlik deseniz, bazı durumlarda belki doğrudur ama her koşulda değil. Nice eğitim almış babalarda bile bu kayıtsız davranışlar gözlenebiliyor.

Bilgisizlik deseniz, ilk çocuk söz konusu olduğunda anne de aynı derecede bilgisiz ve tecrübesiz. Öyle ise neden annenin çocuk bakımıyla ilgili herşeyi bildiği ve her zorluğun üzerinden geleceği varsayılıyor?

Bazı durumlarda bu özgürlüğü babalara anneler veriyor. İlişkilerin özünde bir sıkıntı var: Kadının hep verici, erkeğin de hep alıcı olduğu bir düzen kurulmuş ilişkide. Dolayısıyla çocuk dünyaya geldiğinde bu düzeni değiştirmek için babanın bir nedeni olmuyor. Rahat ettirilmeye alışmış çünkü. Bir bardak suyu bile ayağına gelmiş. Eş tarafından rahat ettirilmek elbette güzel. Ancak karşılıklı olduğu sürece… Hayat müşterekse, bazen kadın erkeği rahat ettirecek, bazen de erkek kadını.

Bir de dramatik hikayeler var. Eşiyle bozuk olan ilişkisini çocuk yaparak düzelteceğine inanan bir kadın tipi var. Çocuk yetiştirmek büyük sorumluluk. Zaten bozuk olan ilişkinin üzerine bir de çocuktan kaynaklanan mesuliyetler eklenince ilişki iyice çıkmaza giriyor. Eşinin yakınlaşmak yerine daha da uzaklaştığını görüyor kadın.

Ha, bir de tam tersi bir anne ve baba tipi var ülkemizde: Çocukla ilgilenmeye çalışan, ancak anne tarafından engellenen baba tipi. İronik değil mi? “Eşim bebeği tutmayı bile bilmez. Geçen gün yemek yedireyim dedi, bütün yerler battı. Aman yardımı eksik olsun.” diyen annelerin eşleri onlar. Çocukla ilgilenmelerine fırsat verilmiyor. Bir deniyorlar, iki deniyorlar, bakıyorlar sürekli eleştiri. Vazgeçiyorlar. Kısacası baba, anne ile çocuk ilişkisinden dışlanıyor. İşin garibi yine aynı anne, sızlanarak eşinin çocuk bakımına hiç yardımcı olmadığını söylüyor. Bazen iğneyi kendimize, çuvaldızı başkalarına…

Bunlar bazılarınıza şaşırtıcı gelebilir. Hala bu sorunlar kaldı mı diyebilirsiniz? Ancak ülkemizde bir kesim kadın hala bu sorunlarla boğuşuyor. İki kişilik bir evlilikte çocuğu tek başına büyüten yalnız anneler onlar ve sayıları hiç de az değil.

Dünyaya çocuk getirmekle bitmiyor iş. Çocuk yetiştirmek sevgi istiyor, sabır istiyor ve emek istiyor. Çocuk anne kadar baba figürüne de muhtaç. Bir baba belki çocuğu doğuramaz ve emziremez, ama, onun dışındaki herşeyi pekiala yapabilir. Kadınların çocuk yetiştirme konusunda desteğe ihtiyacı var. Daha sağlıklı nesiller yetiştirmek için kadının hem ruhu hem de bedeni üzerindeki yükün hafifletilmesi gerek. Elbette kadının da aile yaşantısında erkeğe yardımcı ve destek olması gerek. Kah dışarıda çalışarak, kah evde çalışarak, kah ikisi birden. Ama bütün bunlar karşılıklı…

Bu vesileyle çocuk yetiştirme konusuna bugüne kadar el atmamış babalara sesleniyorum: Eşinizle beraber sorumlulukları paylaşmanız durumunda işler hızla bitecek, eşinizle birbirinize daha çok zaman ayıracaksınız. Eşiniz kişisel bakımına daha çok özen gösterebilecek ve siz de o çok hoşlandığınız bakımlı kadına yeniden kavuşacaksınız. Çocuk bakımı kolay değil, ancak her iş gibi uçlarından iki kişi tutarsa yükü hafifleyecektir. Ayrıca sorumlulukları kadar ödülleri de bol. Çocuğunuzun bakımını sadece anneye bırakarak, size baba olduğunuzu hissettirecek o kadar çok keyifli dakikayı kaçırıyorsunuz ki…

Çocuk bakımındaki sorumlulukları anne ile eşit bir şekilde paylaşan babalara da buradan selam ediyorum. Hem dışarıda hem evde çalışmanın zor olduğunu bizler çok iyi biliyoruz. Özverili davranışlarınızı takdir ediyoruz. Değeriniz fazlasıyla biliniyor.

Sevgiler,

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>> bebekveben

Yazının devamı...

Yuvaya Çocuktan Çok Sizin İhtiyacınız Var

Yuvaya çocuktan çok sizin ihtiyacınız var.” dedi Can’ın doktoru bizi derin düşüncelere sevkederek… Hani yuvaya göndermek çocuğa iyi geliyordu? Hani çocuk yuva sayesinde sosyalleşiyordu? Söylediği cümlenin bir araştırma sonucu olduğunu anlatan doktorumuzla konuştuğumuz sırada, odanın ışığını sürekli açıp kapayarak dikkatimizi altüst eden Can’ı çıktığı sandalyeden indirdim. Kuzey Can’ı biraz sakinleştirmek üzere dışarı çıkartırken, ben de doktorun açıklamalarını dinlemeye başladım. Belki de herşeyi baştan anlatmalıyım…

Biliyorsunuz hem Can hem de ben yaklaşık 3-4 haftadır süründüren bir hastalıkla uğraşıyoruz. Burun akması, gözlerin çapaklanması, özellikle geceleri artan öksürük… Bu süreçte 4 kere doktora gittik. İlk gidişimizde herhangi bir rahatsızlığının olmadığını, şikayetlerin 1 haftalık bir süreci olduğunu ve kendi kendine geçeceğini söylediler. Sabırla bekledik. Ancak tablo kötüye gidince tekrar doktora gittik. Bu sefer kulak enfeksiyonu olduğunu söyleyip, antibiyotik verdiler. Antibiyotiği kullandığımız dönemde belirgin bir düzelme yaşandı. Ancak tam o sırada Can yuvaya başladı. Hastalık geri sardı. Üçüncü gidişimizde enfeksiyonun temizlendiğini söyleyip, alerji ilacı verdiler. Alerji ilacını kullanmamıza rağmen düzelme olmadı. Bu nedenle bir kere daha doktor yolları gözüktü.

Bana kalırsa ilk ziyaretten beri Can’da kulak enfeksiyonu vardı. Zira bebekliğinden beri başımıza musallat olan bir hastalık. Sebebini de gayet iyi biliyoruz: Uyumadan önce yatar pozisyonda biberonla içtiği süte borçluyuz. Doktorumuz bizi uyarmasına rağmen henüz bu alışkanlıktan vazgeçemediğimiz için aralıklı olarak kulak enfeksiyonu yaşıyor Can. Evde klima çalıştığı anda uykuda bile olsa çığlık atarak uyanmasından ve kulağını tutmasından da belli. Ancak ilk ziyarette bir şekilde rahatsızlığı anlaşılmadığı ve araya da mikroplarla fazlasıyla haşır neşir olunan anaokulu girdiği için iyileşme sürecinin uzadığını düşünüyorum.

Bu arada her seferinde aynı doktoru görmediğimizi belirteyim. Gittiğimiz ofiste doktorlar dönüşümlü olarak çalışıyor. Belli bir doktordan randevu almak için çalıştığı günü beklemek gerekiyor. Genelde doktorların hepsi iyi doktorlar. Ancak özellikle bu yazıya konu olan doktorla, Can’ın tüm sağlık tablosuna hakim olan ana doktorunun tarzını çok beğeniyoruz. Maalesef ilk 3 ziyarette zaman kısıtımızdan dolayı her iki doktora da görünmedik. Bu nedenle teşhis hatası yaşandığını düşünüyorum. Bizim hatamız oldu.

Bu yazıya konu olan, son doktorumuzun söylediği şuydu: “Can’ın sağ kulağında enfeksiyon var (Gerçekten de hep bir kulağını tutuyor.) Yuva ortamı, ev ortamına göre çocukların birkaç kat daha fazla hastalıkla buluşmasına neden oluyor. Bu bir döngü gibi. Bir hastalık biterken öbürüne yakalanıyorlar. Bu nedenle çocukların özellikle hasta olduğu dönemde, yuvaya gitmesi için bir zorunluluk yoksa, evde kalması daha iyi.” Söylediklerine katılmamak mümkün değil…

Bunun üzerine Kuzey, “Benim evde çalıştığımı, dolayısıyla Can’ı yuvaya göndermenin aslında bir mecburiyet olmadığını, ancak oturduğumuz yerde hiç yaşıtı, arkadaşı olmadığı için sosyalleşmesi amacıyla gönderdiğimizi” belirtti. Doktor da gülümseyerek şöyle dedi: “Çocukların yuvada sosyalleşmesi kavramı aslında çok büyütülüyor. Eğer çocuğunuzun sosyal anlamda olumlu davranışlar kazanması beklentisiyle yuvaya gönderiyorsanız, yanılıyorsunuz. Düşündüğünüz zaman yuvadan edindiği terbiye nedir? Arkadaşlarını itmek-çekmek, kötü sözler öğrenmek, türlü yaramazlıklar. Bunun yerine yuva çağındayken, ebeveynler ya da büyükanne-büyükbaba ile büyüyen çocuklar daha güzel terbiyeye sahip oluyor. Aslına bakarsanız çocuğun yuvaya gitmesine çocuktan çok ebeveynlerin ihtiyacı oluyor.

Duyduğumda kaşlarımın çatılmasına neden olan bu cümleyi, üzerinde daha sonra düşünmek üzere kafamın bir köşesine yazdım. Doktorumuz yaşça biraz ileridir. Ancak dünyayı ve mesleğiyle ilgili güncel araştırmaları yakından takip eder. Dünkü yazımda bahsettiğim nin tersine; her zaman sorularımıza zaman ayırır. Fikirlerini son dönemlerde yapılan çeşitli araştırmalardan da örnekler vererek, uzun uzun açıklar. Görüşleri bizi tatmin eder. Ancak bu sefer, sanırım biraz da önyargılı yaklaşarak, şahsi görüşünü araştırma bahanesiyle bize aşılamaya çalıştığını düşündük. Kendisi muhtemelen çocukların yuvaya gitmek zorunda olmadığı, evde oturan anne tarafından bakıldığı ve zamane çocukları gibi hiperaktif olmadığı bir dönemde büyümüş. Kimi görüşlerine katılmamakla beraber, kendisine teşekkür edip ofisten ayrıldık.

Yolda Kuzey ile konuyu konuştuk. İkimizin de ortak fikri doktorun görüşünün kısmen doğru olduğuydu. Anaokulunun çocuğa sosyal anlamda olumlu değerler katmadığı kısmı bizim bugüne kadar bildiğimiz herşeyle çelişiyordu.

Can, Haziran ayının ortasından beri felsefesini beğendiğimiz bir Montessori anaokuluna gidiyor. Can’ı anaokuluna göndermemizin nedenleri . Öyle çocuğum 3 yaşında 100'e kadar saysın, 4 yaşında piyano çalsın, 5 yaşında yazmayı öğrensin gibi beklentilerimiz yok. Can sürekli benimle beraber olduğu için konuşma konusunda yaşıtlarına göre geri kalmış durumdaydı.

Bu arada ne yalan söyleyeyim, doktorun “yuvaya çocuktan çok ebeveynlerin ihtiyacı var” cümlesi de bir noktaya kadar doğru. Doğduğundan beri oğlanla biz 90 metrekarelik evde yapışık ikizler şeklinde yaşıyoruz. evden yürütüyor, ev işlerini hallediyor ve çocuğuma bakıyorum. Yani pek de özel bir hikaye değil, ancak, yaşayan bilir. Bir de aileden binlerce kilometre uzakta oturmak var ki, ihtiyaç duyduğumuz anlarda destek alma gibi bir şansımız yok. Bu nedenle anaokulu bizim için çifte kavrulmuş lokumdu. Hem Can’ın gelişimine katkıda bulunduğumuz, hem de bana nefes alma şansı yarattığımız için memnunduk.

Nitekim geçtiğimiz 2 aylık süreçte Can’da olumlu değişiklikler gözlemledik. Birincisi konuşması ve kelime haznesi genişlemeye başladı. İkincisi daha önce yapmadığı bazı sosyal davranışları göstermeye başladı. Örneğin yolda gördüğü insanlarla selamlaşmak, mutlu olduğunda şarkı söylemek (yuvada müzik dersleri var)… Fiziksel anlamda bizim öğretmediğimiz, motor fonksiyonlarına yönelik gelişmeler yaşadık. Mesela bir kağıdı kıvırarak rulo yapmak ki, okulda yemek yedikten sonra peçetelerini bu şekilde katlıyorlar ve kalemi daha düzgün tutmak gibi… Yuvaya hergün sevinerek gidiyor, hatta dönerken üzülüyor bile. Evde yemediği öğle yemeğini okulda arkadaşlarıyla beraberken yediği raporunu alıyoruz. Bunlar bizim için çok güzel gelişmeler. Önümüzdeki dönemlerde öğretmeniyle koordineli olarak tuvalet eğitimine başlayacağız.

Bütün bunlara ilave olarak, içinde bulunduğumuz yuva döneminin hedefleri arasında konuşurken başkalarını dinlemek, sıra olmak, elleri düzgün biçimde yıkamak, doğru bir şekilde sümkürmek (sürekli burun akıntısı yaşadığımız şu dönemde bizim için çok önemli), öksürürken ağzını kapatmak, yemek yerken masada oturmak (sağda solda dolaşmamak), kendi yemek takımlarını sofraya kurmak ve yemekten sonra kirli takımları kaldırmak ve peçete kullanmak var. Evde verdiğimiz terbiyeyle örtüşen bu değerlerin olumlu olmadığını kim iddia edebilir ki? Yine de büyük konuşmamak lazım. Can henüz 2 aydır yuva ortamında, önümüzdeki dönemlerde olumsuz bazı sosyal davranışları da okulda öğrenip eve transfer edebilir. Bunu da gözlemleyip göreceğiz.

Doktorun dediklerini kulak arkası etmedim yine de. Eve gelince araştırmamı yaptım. Bulgularım şöyle, Hazır olun! Ta-taaaa! Evet, gerçekten de yuvanın çocuklara bazı olumsuz sosyal davranışlar kazandırdığına dair BİLİMSEL araştırmalar var. Bakalım araştırmalar ne diyor?

***********************

http://www.stanford.edu/~sloeb/papers/How%20Much%20Too%20Much.pdf

Amerika’da 1991-2004 arasında çeşitli dönemlerde 0-6 yaş grubunda 1000'in üzerinde çocuk üzerinde yapılan uzun süreli araştırma sonuçlarına göre,

https://www.nichd.nih.gov/publications/pubs/documents/seccyd_06.pdf

***********************

Görüldüğü gibi yukarıdaki iki araştırma yuvanın çocuklara bazı kazandırdıkları olmakla beraber, sosyal davranışlar ve sağlık anlamında olumsuz etkileri olduğunu söylüyor. Fazla tekrar yapmamak için buraya almadığım başka benzer araştırmalar da var.

Ya siz ne düşünüyorsunuz?

- Anaokulu çocuğa terbiye (olumlu sosyal davranışlar) öğretebilir mi? Yoksa bu davranışlar sadece ailede mi öğrenilir?

- Anaokulunda zaman geçiren çocuklarınız genel olarak olumlu huylar mı, olumsuz huylar mı edindi?

- Sizce çocuğun anaokuluna gitmesine, çocuktan çok anne-babanın mı (daha çok da annenin) ihtiyacı var?

Sevgiler,

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben

Pinterest>>

Yazının devamı...

Doğum Doktoru ve Hastanesi Seçerken

Bundan bir süre önce yazmamı istediğiniz konular olup olmadığını sormuştum. Sizden güzel sorular ve öneriler geldi. Ancak araya acil işler ve hastalık girdi. Geciktirdiğim için özür dilerim. Bu yazıdan başlayarak önümüzdeki günlerde sorularınızı tek tek ele alacağım. İlk olarak Yıldız’dan başlıyorum:

Kardeşimin eşi hamile ve ben hala olacağım. Hastane ve doktor seçimi yapılacak. Hamileliği boyunca nelere dikkat etmesi gerektiği konusunda bir yazı olabilir mi?

Sevgili Yıldız,

Bu güzel habere çok sevindim. Ortak yönümüz: Kısmetse ben de yakında hala olacağım. Şimdiden çok heyecanlıyım. Kendisi kocaman adam olsa da bizim için her zaman ailemizin bebeği olan kardeşimin baba olacağını, bebek sahibi düşünmek öyle değişik bir duygu ki… Her iki anne adayımıza da şimdiden güzel bir doğum ve bebeklerini sağlıkla kucaklarına almalarını diliyorum.

Gelelim sorduğun soruya… Sorunu iki bölüme ayırmak mümkün. Biri hastane ve doktor seçimiyle, diğeri de hamilelikte dikkat edilmesi gerekenlerle ilgili. Bu yazımda hastane ve doktor seçimi hususunu ele almak istiyorum. Diğer konuya da başka bir yazıda değinmeyi umuyorum.

Doğum doktoru ve hastanesi seçimi bence çok önemli, her anne/baba adayının üzerinde mesai harcaması gereken bir konu. Bunun nedeni özellikle son yıllarda piyasada çok fazla seçeneğin ortaya çıkması. Devlet hastanelerinde iyileşme olduğu gibi, özel hastane sayısında da büyük bir artış var. Doğum sırasında anne adayının doğumla ilgili beklentilerinden, maddi koşullara, doktorun özelliklerinden, hastanenin koşullarına kadar düşünülecek pek çok değişik nokta var.

Doktor ve hastane seçimi yaparken ilk planda göz önüne alınması gereken iki ortak faktör var: Masraflar ve referanslar.

Konuya maddiyatla girmem belki garip gelebilir, ama, gerçekçi olmak gerekirse doktor ve hastane seçiminde bence ilk bakılacak konu ödemeleri nasıl yapmayı planladığınız. Sigortanız var mı? Sigortanız varsa doktor/hastane ücretlerinin ne kadarını karşılıyor? 40 hafta boyunca rutin kontrollerde mutlaka ve özel durumlarda da aralıklı olarak doktorunuzu ziyaret edeceksiniz. Bunun elbette belli bir ederi var. Ayrıca, doğum dünyanın en güzel deneyimlerinden biri olmakla beraber, doğum faturasını görünce gözleriniz yuvalarından fırlayabilir Bu nedenle olası doktorları/hastaneleri internetten araştırıp bir liste hazırlamak ve bu doktorlara/hastanelere tek tek telefon açarak (ya da internetten ilan ediyorlarsa inceleyerek) ücretlerini öğrenmek ve aşırı uçuk seçenekleri baştan elemek daha gerçekçi ve hedefe odaklı bir çalışma yapmanıza yardımcı olur. Ayrıca doğum doktorunuzun sadece belli hastanelerle çalışıyor olabileceğini de unutmamak lazım. Bu durum bazı seçeneklerin baştan elenmesine neden olabilir.

Bütçeye uygun olmayan doktorlari/hastaneleri eledikten sonra elinizde daha kısa bir liste olacak. Şimdi referansları araştırma zamanı. Referanslar derken, verilen hizmet kalitesi, yani hastaların o doktordan/hastaneden memnun kalma oranlarını kastediyorum. Bunu öğrenmek için internetten araştırma yaparak işe başlayabilirsiniz. Bugün anne ve çocuk konularına odaklanmış pek çok internet sitesi, kişisel blog ve forum var. Doktoru/hastaneyi daha görmeden, onun hakkında ne kadar çok bilgi edinebileceğinize şaşıracaksınız. İkinci adımda daha önce doğum yapmış olan arkadaşlarınıza deneyimlerini sormak doğru olabilir. Sağlık sektöründe çalışan ve o doktoru/hastaneyi bizzat bilen yakınlarınız varsa onların da fikrini almayı unutmayın. Yalnız referansları değerlendirirken insanların koşulları ve beklentilerinin farklı olabileceğini unutmayın. En başarılı olan doktor/hastane hakkında da olumsuz yorum yapan birileri mutlaka ortaya çıkacaktır. Hiç olumsuz yorum almayan birini aramak çok da gerçekçi olmaz. Bunun yerine sürekli olumsuz yorumlar duyduğunuz bir kişiden/yerden uzak durmak daha gerçekçidir.

Doktorun tecrübeli olması benim ilk planda dikkat ettiğim özelliklerden biri. Kaç senedir doktorluk yapıyor, nereden mezun olmuş bunlar önemli. Söylemek gerekir mi bilmiyorum ama diplomasının ofisinde görülür bir yerde asılı olması da gerekir. Yanlız tecrübe derken dikkat ettiğim bir hususu da anlatmak istiyorum. Kendi doktorumu seçerken ne çok genç ne de çok ileri yaşta ve ünlü bir doktoru tercih ettim. Genç bir doktoru seçmeme nedenim tahmin edebileceğiniz gibi yeterli tecrübesi olmayabileceği düşüncesiydi. Ancak senelerin profesörü olan bir doktoru da çok tercih etmedim. Bunun birden fazla sebebi var. Şöyle açıklayayım: Doktorluk özveri gerektiren bir meslek. Ülkemiz gibi doktor başına çok hasta düşen ülkelerde özellikle mesleğinde belli bir noktaya gelmiş ve ünlenmiş doktorlar oldukça yoğun bir programda çalışıyor. Bu doktorlardan bazılarının (hepsi demek haksızlık olur) kendi alanlarında kemikleşmiş düşüncelere sahip olduklarına, yeni görüşlere açık olmadıklarına, hasta bir soru sorduğunda azarlar gibi bir tonla yanıt verdiklerine ve çoğu zaman ulaşılabilir bir konumda olmadıklarına şahit oldum. Bu nedenle alanında aşırı ünlenmiş bir doktorla çalışmaktansa, yeterli bir doktorluk tecrübesi olan, güncel bilgilerle donanmış, okuyan, araştıran ve ulaşılabilir bir doktor olması, sorularıma sabırla ve doyurucu yanıtlar verebilmesi benim için daha öncelikli. Eminim ki ünlü profesörlerle çalışıp da memnun kalan birçok kadın da vardır. Ancak benim tercihim bu yönde.

Doğum felsefenizin doktorunuzunkiyle uyumlu olmasının önemini ne kadar vurgulasam azdır. Hamileliğinizin ilk haftalarında yapacağınız ilk ziyaretleri bir deneme süresi olarak düşünüp, doktorunuzun doğum felsefesini süratle öğrenin. Doğum felsefenizin uymadığını fark ederseniz süratla yeni bir doktor bulun. Doğum felsefesi derken,

Bu ve benzeri konularda doktorunuzla mümkün olduğunca uyum içinde olmanız hamilelik ve doğum sürecinde hayal kırıklığı yaşamanızı azaltacak ya da engelleyecektir.

Doğum doktorunun mümkün olduğunca ulaşılabilir bir konumda olması büyük önem arzediyor. Sadece ofisinin yakınlığı değil kastettiğim. Hamileliğiniz süresince aklınıza takılan konularda kendisine danışmak istediğinizde telefonla ya da emaille de erişilebilir olması gerek. Eğer doktorunuz oldukça ünlü, bol hastası olan ve konferanstan konferansa koşan bir doktorsa soru sorma konusunda fazla bir beklentiniz olmamalı. Bu durumlarda da en azından sorularınızı doktora ulaştıracak ve doktorun yanıtlarını anlamlı bir zaman dilimi içerisinde size geri döndürecek hemşirelerin olmasında fayda var.

Açıkçası genel olarak doktorlar konusunda çok da cinsiyetçi değilim. İşinde iyi bir doktor olduğu sürece kadın ya da erkek olması çok da önemli değil. Bununla beraber, doğum doktoru söz konusu olduğunda kendisi de anne olan bir doktorla çalışmak istedim. Bunun nedeni daha önce doğum yapmış olan bir kadının, ihtiyaçlarımı ve beklentilerimi daha iyi anlayabileceğini düşünmemdi. Nitekim doktorumun beni takip ettiği haftalar boyunca onunla anne olmakla ilgili pek çok paylaşımımız oldu. Kendi tecrübelerinden örnekler verdi. Bu da bende “daha iyi anlaşıldığım” düşüncesini uyandırdı. Ancak tabii bu çok kişisel bir karar. Erkek bir doktorla da çok güzel tecrübeler yaşayan arkadaşlarım var. Değerlendirme sizin.

Çoğu doktor belli hastanelerle anlaşmalıdır. Eğer doktor seçimi sizin için önemliyse, doktorunuzun yönlendirdiği hastanelerden birinde doğum yapmak durumunda kalabilirsiniz. Bu hususu hamileliğin ilk haftalarında doktorunuza danışmakta fayda var.

Kimi doktorlar büyük ofiste, klinikte ya da hastanede çalışır. Beraber çalıştıkları bir grup doktor arkadaşları bulunur. Özellikle normal doğumlarda doğum anının ne zaman gerçekleşeceği belli olmayacağı için, doğum anında kendi doktorunuz uygun olmazsa, aynı ofisten, klinikten ya da hastaneden başka bir doktor da doğumunuza girebilir. Benim başıma da bu gelmişti. Doğumumu beni 40 hafta boyunca takip eden doktorum değil, aynı ofisten nöbetçi olan başka bir doktor yaptı. Özellikle normal doğumu hedefliyorsanız, beklenen doğum tarihinde doktorunuzun izinli olup olmadığını mutlaka sorun. Doğum haftasonu ya da gece geç saatte gerçekleşirse doğuma gelip gelmeyeceğinden emin olun. Bir aksaklık olduğunda elinizde mutlaka bir B Planı olmalı.

Kimi annelerin özel bazı sağlık durumları olabilir ya da hamilelik süresince daha önce olmayan bazı sağlık komplikasyonları gelişebilir. Örneğin anne adayının şeker ya da yüksek tansiyon gibi rahatsızlıkları varsa, önceki doğumlarda komplikasyonlar yaşadıysa, 35 yaşından büyükse, bu tür konularda tecrübeli olan uzman doktorlarla çalışması daha doğru olacaktır.

Sağlığımızı emanet ettiğimiz hastanenin temiz olması oldukça önemli bir konu. Elbette hastanelerin dört bir bucağını temizlik standartları açısından incelemenize imkan yok. Ancak başka zamanlarda gerek kendi muayeneniz için, gerekse bir yakınınızı ziyaret etmek için gittiğiniz hastanelerinin temizlik standartlarının farklı olabildiği dikkatinizi çekmiştir. Genel olarak bir hastane ne kadar kalabalık olursa, hasta başına ayrılan sürenin o kadar düşeceği ve genel alanları temiz tutmanın o kadar zorlaşabileceği unutulmamalı. Ülkemizde bazı hastaneler oldukça isim yapmış. Ancak bu popülerlikten ötürü inanılmaz bir hasta ve ziyaretçi trafikleri var. Bu nedenle mümkünse en azından doğum için daha sakin ve en azından görebildiğiniz genel alanların temizliğine dikkat edilen bir yeri seçmekte fayda var.

Özellikle büyük şehirlerde, eviniz ile doğum hastanenizin mesafesini kısa tutmakta fayda var. Mümkünse 15-20 dakikada ulaşabileceğiniz, özel arabanız varsa park yeri konusunda sıkıntı yaşamayacağınız bir hastaneyi tercih etmek, stres katsayınızı azaltacaktır.

40 hafta boyunca karnımızda taşıdığımız bebeğimizi sağlıkla dünyaya getirmek en büyük dilediğimiz. Ancak doğum hepimiz için bir bilmece. Beklemediğiniz şekilde gelişebilecek durumlara karşı hazırlıklı olmak için, yenidoğan yoğun bakım ünitesi olan bir hastaneyi seçmekte fayda var.

Son olarak yukarıdaki maddeler kadar kritik olmamakla beraber, doğumunuzun beklentilerinize daha uygun olması açısından aşağıdaki hastane politikalarına da göz atmakta fayda olabilir.

Doktor ve hastane seçiminde ilk planda aklıma gelenler bunlar. Son not olarak üç hususa değinmek istiyorum:

Birincisi, değişikliklerle ilgili: Her zaman söylediğim gibi hamilelik çok özel bir dönem. Sağlıklı bir bebek doğurabilmek için annenin fizyolojik ve psikolojik durumu çok önemli. 40 hafta uzun bir süre. Hamileliğinizin herhangi bir anında mevcut doktor ve hastane seçiminizle ilgili kararınızda tereddütler yaşayabilirsiniz. Önerim, tereddüt duyduğunuz konularda önce doktor ve hastaneyle iletişime geçip, aklınızdan geçenleri paylaşmanız ve çözüm aramanızdır. Eğer tereddüt yaşadığınız konu sizin için kritikse ve doktor/hastane size bir çözüm sunmuyorsa, hamilelik haftanız ne olursa olsun, mümkünse,değişiklik yapmaktan çekinmeyin. Neticede önemli olan sizin sağlığınız.

İkincisi, başka seçeneklerin de olmasıyla ilgili: Yurtdışında ev ortamında doğum, ebe ya da doula eşliğinde doğum gibi trendler artışta. Öngörülerim Türkiye’de de ilerleyen dönemlerde bu konuda bir artış yaşanabileceği yönünde. Şahsi tercihim her zaman hastanede, doktor ile birlikte doğum yapmak olmakla beraber, yukarıda belirttiğim doğum seçeneklerinde pozitif tecrübeler yaşayan kadınların hikayelerini her gün okuyorum. Doğum tercihi kişiye özel olduğundan böyle seçenekleri de hatırlatmak istedim.

Üçüncüsü, yukarıda yazdığım notlar kişisel gözlem ve tecrübelerden yola çıkarak hazırladığım notlardır. Bunların tamamen doğru olduğunu ya da herkese uyabileceğini söylemek istemiyorum. Doktor ve hastane tercihinizi yaparken farklı kriterleri göz önünde bulundurduysanız/bulunduruyorsanız bu yaptığınız tercihin hatalı olduğu anlamına gelmez. Kararınız ne olursa olsun hedefinizin sağlıklı bir doğum yapmak olduğunu aklınızdan çıkarmayın.

Minik yeğenine sağlıkla kavuşabilmen dileğiyle,

Sevgiler,

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben

Pinterest>>

Yazının devamı...

Amerika’da Çocuk Yetiştirmenin Avantajları ve Dezavantajları

BebekveBen’de ağırlıklı hamilelik, doğum, bebek ve çocuk bakımı ve annelikle ilgili konuları ve Can’ı büyütürken yaşadıklarımı yazıyorum. Ancak bu blog benim olduğu kadar sizlerin de… Bir blogun okurlarının katılımı ölçüsünde güzel olduğuna inanıyorum. O nedenle geçen gün da siz sevgili arkadaşlarıma yazmamı istediğiniz bir konu olup olmadığını sordum. Güzel yanıtlar geldi. Bunları zaman içinde başlığı altında tek tek yanıtlayacağım. İlk soru Tuba’dan geliyor:

Merhaba ben de Amerikada yaşıyorum, 6 aylık bir kızım var. Geceleri emmek için sürekli kalkıyor, bazen saatte bir. Eşim gece çalıştığı için yalnız başıma oluyorum, en ufak gürültüden kalkıyor. Saç kurutma makinesi sesiyle rahatlayıp uyuyor. Şimdi geceleri bile denemeye başladım:) cd çalarda fön makinesi sesi ile uyuyor. Yine çok sık uyanıyor ama en azından yukarıdaki komşunun gürültüsünden uyanmıyor:) Durumu kabullenip bir gün elbet daha az uyanacağının umuduyla yaşıyorum! Amerika’da yeniyiz.1.5 yıl oldu sayılır. Burada çocuk büyütmenin kolaylık ve zorluklarından bahsederseniz sevinirim ya da önerleriniz neler olur?

Selam Tuba,

Amerika’da çocuk büyütmenin kolaylık ve zorlukları konusundaki sorunu yanıtlamak istiyorum. Önce Amerika maceramız üzerine bir özet vereyim: Neredeyse 10 yıldır buradayız. Florida, Georgia ve Texas gibi eyaletlerde yaşadık. Aylak aylak, kafamıza göre geçirdiğimiz yıllardan sonra, Can, 2011 senesinde dünyaya gelerek hayatımıza yepyeni heyecanlar ve sorumluklar kattı.

Soruna yanıt verirken, çocuk büyütme konusunda edindiğim tecrübelerin, doğal olarak, Can’ın doğumundan bu yana yaşadıklarımı kapsadığın belirtmek istiyorum. Daha büyük çocukları Amerika’da büyütmek konusunda çevremdekilerden gözlediklerim ve duyduklarım dışında çok da bir fikrim yok. Umarım Can büyürken o konuda da bizlere birşeyler öğretecek Amerika’daki yaşam koşulları, kanunlar ve uygulamalar eyaletten eyalete değişebiliyor. Bu nedenle benim yazacağım bir konuda sen farklı bir tecrübe edinmiş olabilirsin. Yine de sorunu elimden geldiğince yanıtlamaya çalışacağım.

Amerika’da çocuk büyütmenin Türkiye’de çocuk büyütmeye göre bazı avantajları ve dezavantajları var. Önce avantajlardan başlayayım, ardından dezavantajları vereyim:

On seneye yakın bir süredir bizzat yaşayıp, iki senedir çocuk yetiştirerek tecrübe ettiğim “Amerika’da çocuk yetiştirmenin avantajları ve dezavantajları” bence böyle. Özetlemek gerekirse Amerika’nın da Türkiye’nin de kendine göre kolaylıkları ve zorlukları var. Çocuğumu yetiştirirken her iki tarafta gördüğüm faydalı uygulamaları kullanmaya çalışıyorum. Konu derin olduğu için Türkiye ve Amerika bacağında atladığım noktalar mutlaka olabilir. Onları da siz tamamlamak isterseniz görüşlerinizi duymaya açığım…

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben

Pinterest>>

Yazının devamı...

Çocuklara Oyuncak Vererek Potansiyellerini Kısıtlamayın!

Geçen gün Twitter’da (detayını tam olarak hatırlamamakla beraber) “Çocuklara oyuncak vererek potansiyellerini kısıtlamayın” gibi bir notla bir yazıya link veriliyordu. Linke tıkladığımda “” başlıklı bir yazıya ulaştım. University of California at Berkeley’de psikoloji profesörü olan Alison Gopnik’in 2009 senesinde New York Times’a yazdığı Your Baby Is Smarter Than You Think (Bebeğiniz Düşündüğünüzden Daha Zeki) isimli yazısından çevrilmiş. Yazının Türkçe versiyonunu okuyunca akla yatan bazı tespitleri olduğunu gördüm. Mesela “çocukların, klişeleşmiş bir şekilde söylendiği üzere, boş bir yazı tahtasından ibaret olmadığı ve sandığımızdan daha zeki olduğu” anlatılıyor.

Bununla beraber Türkçe yazının içindeki bazı cümleler öyle bir kurgulanmış ki, Twitter’da link veren arkadaşın da algısının da o yöne kaydığı belli, “çocuğa oyuncak almanız beyhude, çünkü çocuk zaten başka yollarla öğrenecek.” anlamı sanki zorla çıkartılmaya çalışılıyor. Bazı cümlelerin yazının diğer bölümleriyle uyumsuz olduğunu düşününce, bir de orijinalinden okumak istedim. Düşüncelerimde haklıydım. Yazının orijinalinin yeterince iddialı olmadığını düşünen çevirmen arkadaş, sanırım kendince yorumlar katmış.

Bir örnek vereyim. Orijinalinde yazar şöyle diyor:

Babies and young children can learn about the world around them through all sorts of real-world objects and safe replicas, from dolls to cardboard boxes to mixing bowls, and even toy cellphones and computers. Babies can learn a great deal just by exploring the ways bowls fit together or by imitating a parent talking on the phone. (Imagine how much money we can save on “enriching” toys and DVDs!)

Çevirisini ise şöyle yapmışlar:

Oyuncak mı? Lütfen komik olmayın! Yüzyıllardır, en büyük yanılgılarınızdan biri de çocuklara eğlensinler, öğrensinler, yetişsinler ve gelişsinler diye saçma sapan oyuncaklar almak oldu. Gittiniz, plastik bir oyuncak telefon aldınız misal, oysa onun gözü sizin arkadaşlarınızla saatlerce çene çaldığınız gerçek telefondaydı. Gözü de kulağı da sizdeydi, kendi elindekinin bir benzer, bir imitasyon olduğunu sonuna kadar fark ederek… Ve bilseydiniz gerçek telefonu şöyle bir evirip çevirdiğinde daha doğru bir deneyim ve eğlence yaşayacağını, siz de almazdınız zaten oyuncak olanını. Yani aslında çocuklar suretten değil asıldan, oyuncaktan değil gerçek eşyalardan hoşlanıyor. Sandığımız gibi puzzle’ların, zekâ küplerinin, kelime ya da sayı saymayı öğreten oyunların zekâya o kadar da büyük katkısı yok.

Doğru çevirisi ise şöyle:

Bebekler ve küçük çocuklar çevrelerindeki dünyayı oyuncak bebeklerden, karton kutulara ve mutfak kaplarına ve hatta oyuncak cep telefonları ve bilgisayarlara kadar çeşitli gerçek objelerden (eşyalar) ve onların güvenli kopyalarından (oyuncaklar) öğrenirler. Bebekler, mutfak kaplarının birbiri içine nasıl geçtiğini keşfederek ya da telefonda konuşan bir ebeveyni taklit ederek pek çok şey öğrenir. (… Zeka geliştirici oyuncaklar ve DVD’lere verilen ne kadar paradan ne kadar tasarruf edeceğimizi hayal edin!)

Gelelim yorumuma…

Yazıyı sadece Türkçe metinden okuduğunuzda, konulan ekstra başlıklar ve cümlelerle beraber şöyle yanlış ve yönlendirici çıkarımlar oluşuyor

Oysa orijinal yazıda verilen mesajlar şöyle:

Özetle, yukarıda verdiğim paragrafta geri planda verilmek istenen mesaj, ebeveynlerin bilinçsiz bir şekilde oyuncak alıp durdukları ve zeka geliştirme maksadıyla alınan bu oyuncakların beyhude olduğu

Bu mesaja yanıt olarak kendi bakış açımı anlatayım:

Peki bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Sizce de “Çocuklara oyuncak vererek potansiyellerini mi kısıtlıyoruz?”, “Oyuncaklar gereksiz mi?”

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben

Pinterest>>

Yazının devamı...

Ben mi Cesurum, O mu?

Derin bir nefes aldım fotoğraflara bakarken! Bazen yaşam insanı sorguluyor. Onunla kıyaslayınca, bir anne olarak benim yaşadıklarım, günlük şikayetlenmelerim, yok uykusuzdu, yok yemek yemiyordu, yok yaramazlık yapıyordu, o kadar boş, o kadar anlamsız… Geçenlerde Facebook takipçilerimden Özge, bazı yazılarımı cesur bulanlar olduğunu söylemişti. Cesaret? 7 harfli bir kelime. Fakat bazı insanlar onun içini öyle anlamlı bir şekilde dolduruyor ki…

Stephanie Hulse. Otuz yaşında, birbirinden tatlı üç çocuk annesi. Dördüncü bebeğine hamileliğinin onuncu haftasında göğsünde bir yumru fark ediyor. Biyopsi yapılıyor. Onyedinci haftada üçüncü dereceden göğüs kanseri tanısı konuluyor. Stephanie sizce ne yapmalı?

O kadar zor bir karar ki… Bir yanda karnında filizlenen yeni bir yaşam, öbür yanda bedenini kemiren bir hastalık, diğer yanda ilgisine muhtaç olan üç çocuk… Stephanie aramızdan bir kadın, bir anne ve kanserle yaşıyor. Teşhisten bir hafta sonra sol göğsü tamamen alınıyor (mastektomi) ve kemoterapiye başlıyor. Stephanie’nin ailesinde daha önce bir kanser vakası yok.

Stephanie’nin sayfası: facebook.com/ALumpAndABump

Stephanie minik kızı Natalie’yi 28 Haziran 2013'de dünyaya getirdi. Önümüzdeki günlerde başlayacağı oniki haftalık bir kemoterapi, ardından altı hafta boyunca yapılacak günlük radyasyon tedavisi tamamlanınca, sol göğsüne rekonstrüksiyon (kaybedilen memenin yerine yenisinin oluşturulması) yapılacak. Yaşadığı sağlık sorunlarına rağmen Stephanie gücünü ve umudunu koruyor.

Bu yazımı;
- Hayatın getirdiği zorluklara rağmen pozitif bakış açısını kaybetmeyen insanlara,
- Yaşama sıkı-sıkıya tutunan cesur kadınlara ve
- Hamilelikle kanser sürecini aynı anda yürüten güçlü anne adaylarına adıyorum.

Sizin gibi CESUR insanlar bana umut ve ilham veriyor.

En kısa zamanda sağlığınıza kavuşmanız dileğiyle…

Zor bir durumun içinde espri yapılacak birşey bulduğun her zaman, SEN KAZANIRSIN!

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben

Pinterest>>

Yazının devamı...

Anaokulu İçin Öğle Yemeği Seçenekleri

Hayatımın hiçbir döneminde yaratıcı olmak için bu kadar kafa çalıştırdığımı hatırlamıyorum. Can’ın aramıza katılldığı şu son 2 seneden bahsediyorum elbette. Bu seferki yaratıcılık alanımız anaokulu için öğle yemeği seçenekleri… Okula götürmeye uygun ve Can’ın seveceği menüleri bulmak gerçekten cambazlık istiyor, ama, çözeceğim elbet. Çocuğu aç bırakacak halimiz yok

Öğle yemeği menüsünü anlatmadan önce sabah kahvaltısını nasıl verdiğime değineyim. Biliyorsunuz Can Haziran ayının ortasında anaokuluna başladı. Yaz mevsimi boyunca haftaiçi hergün, yarım zamanlı gidiyor. Sabah kalktığımızda, Can’ı tuvalete sokup, üzerini giydirdikten sonra ilk işim onu kahvaltı sofrasına oturtmak oluyor. Babası bizden önce kalkıp yumurtasını haşlamaya başlamış oluyor. Her sabah 1 yumurta veriyoruz, keyifine göre yiyor ya da yemiyor. Yanında inek sütü, soya sütü, hindistan cevizi sütü, taze sıkılmış portakal suyu ya da çok sıkışıksak hazır meyve suyu içiyor. Hazır meyve sularına fazla gitmemeye çalışıyorum, çünkü şeker deposu olup, obeziteye yol açtıklarını duymayan yok. Arada-sırada veriyorum. Ha illa meyve suyu vermek zorunda mısın? derseniz, başta taze sıkılmış meyve suyu olmak üzere meyve sularını mutlaka vermek durumunda olduğumu keşfettim. Çünkü içmediği zaman kabız oluyor. Kabızlık hikayelerimiz de başka bir alem. Benim hatam yüzünden büyük tuvaleti sorunlu oldu. Onu da bir diğer yazımda anlatacağım.

Kahvaltıya dönersek, haşlanmış yumurtasının üzerine bazen bizi taklit ederek karabiber ve zeytinyağı da döküyor. Acayip gusto sahibi oldu maymuncuk, tam evlere şenlik. Diğer kahvaltılıkları şu aralar pek sevdiği yaaa (tereyağı), baaa (bal, reçel), domates, salatalık, kaşar peyniri. Bazen de süt ile cereal (mısır gevreği) yiyor. Bunların hepsini her kahvaltıda yemiyor. O gün yatağın hangi tarafından kalktığına bağlı.


Can kahvaltıya devam ederken ben de onun anaokulunda yiyeceği öğle yemeğini hazırlıyorum. Kaplarımız plastik kapaklı cam kaplar. Gerçi anaokulunda sanırım kırılma riskinden ötürü camı pek istemiyorlar, ama, ben de plastik kaplara uyuz olduğum için (BPA’lı, BPA’sız farketmez) onlardan uyarı gelene kadar cam ile göndermeye devam edeceğim. İşte her sabah o 2 cam kap ile birbirimize bakıp duruyoruz. Acaba içini ne ile doldurmalı?

Şimdi Amerika’dayız ya, bunların da çocuklarının çok sevdiği bir peanut butter-jelly sandeviçleri (fıstık ezmesi ve reçel) var ya, heves edip onlardan yapayım dedim. Peanut butter aslında yağlı bir besin olmasına rağmen, doymuş yağ oranı düşük, ayrıca protein ve lif yönünden de zengin. Can’ın ilk peanut butterlı sandeviçi olacağı için, test etmek amacıyla evde kavanozu ve kaşığı eline verdim, adam kaşık-kaşık götürdü. Tamam dedim, turnayı gözünden vurduk. Özene bezene bir paket tam buğday ekmeği aldım. İki dilimin arasına peanut butterı ve reçeli sürdüm. Tabii bal da sürülebilir. Küçük lokmalar halinde kestim, hazırladım. Lakin sivri zekamla pek iyi bir iş yaptığımı düşünerek gönderdiğim bu yemek, günlük rapor kağıdının üzerinde “kırmızı kalemli uyarı” olarak geri döndü. Meğer bizim anaokulunda alerji riskine karşı her türlü nut (fıstığımsı şeyler) yasakmış. Ühüüüü! Gitti bizim öğle yemeği opsiyonu.

İşte bir cimcime kendi peanut butter jelly sandeviçini hazırlıyor.

Benim hazırladığım yemekler anaokulunda öğlen yemeği olarak veriliyor. Bunun dışında sabah saat 10 gibi de hafif bir kahvaltı veriyorlar. İşte bugüne kadar okul kahvaltısında Can’ın yediği yemekler:

6/18 – Üzüm, tuzlu kraker (yarısını yemiş)
6/19 – Kereviz sapı (celery), peynir (hiç yememiş)
6/20 – Kavun, tuzlu çubuk (çoğunu yemiş)
6/21 – Havuç, vanilyalı waffers (çoğunu yemiş)

6/24 – Okula gitmedi
6/25 – Kavun, graham krakeri (çoğunu yemiş)
6/26 – Havuç, ranch sosu, tuzlu çubuk (hepsini yemiş)
6/27 – Portakal, tuzlu kraker (biraz yemiş)
6/28 – Elma, graham krakeri (hepsini yemiş)

7/1 – Elma, graham krakeri (çoğunu yemiş)
7/2, 7/3 – Hasta olduğu için göndermedik
7/4, 7/5 – Tatil ve hastalık

7/8 – Hasta olduğu için göndermedik
7/9 – Üzüm, tarçınlı graham krakeri (biraz yemiş)
7/10 – Kavun, graham krakeri (çoğunu yemiş)

Menüden anlayabileceğiniz gibi her gün bir meyve, bir de krakerimsi birşey veriyorlar.

Şu ana kadar beynimi patlata-patlata bulabildiğim menü seçenekleri aşağıda listeledim. Maalesef gün-gün yazmayı unutmuşum, bu nedenle hangisini yeyip-yemediğini takip edemedim. Ancak şunu söyleyebilirim ki, anaokulunun yemeklerine kıyasla benim yemekler yenmiyor. Hain evlat Ökkeş!!! Önümüzdeki haftadan itibaren daha koordineli gitmeyi düşünüyorum. Kendi hazırladığım yemekleri evde bir kağıda yazacağım. Okuldan eve gönderilen günlük rapordan yola çıkarak, hangilerini severek yediğini tespit edeceğim.

Bulabildiğim en sağlıklı, dökülmesi-saçılması olmayan, Can’ın da sevebileceği yiyecek opsiyonları bunlar. Aslında ısıtılan yemekleri de göndebiliyoruz, ama, mikrodalgada ısıttıkları için ve ne kadar ısıtacaklarına güvenemediğim için o tür yiyecekleri göndermeyi düşünmüyorum. Özetle, şu ana kadar okul için hazırladğım yiyecekler çok da tatmin etmedi beni. Sanki çok kuru şeylermiş ve fazla bir seçenek sunamıyormuşum gibi geliyor.

Aslında daha önce de yazdığım gibi anaokulu yemeklerinden büyük bir performans beklentim yok. Sabah kahvaltısını zaten ettiriyorum, öğlen de eve geliyor. Okulda kaldığı süre maksimum 3 saat 45 dakika. Dolayısıyla orada yediği yemekler, evde yediklerinin yanında kar kalıyor. Yine de bu çocuk yemiyor diye dertlenmekten kendimi alamıyorum. Hem okul yemeklerinden performans beklemiyorum diyorum, hem de yeni ve sağlıklı seçenekler yaratmaya çalışıyorum. Anne deliliği işte…

Okuldaki yemek işini sıkıya almaya karar verdiğim için bugün biraz araştırma yaptım. Yukarıdaki listemde yer almayan ve okula uygun olduğunu düşündüğüm başka yiyecekler de buldum. Benimle aynı dertten muzdarip anne arkadaşlarım için listeliyorum:

Aaah, ah! Oğlanın hapur, hupur yediği günleri bir görsem…

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben

Pinterest>>

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.