SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

İkinci Çocuğu Ne Zaman Yapacağım?

Türkiye’deyken en popüler soru “ikinci çocuğu ne zaman düşündüğümüz“le ilgili. Hani “ikinci çocuğu düşünüyor musunuz?” diye sorulmuyor. Maazallah öyle bir ihtimal olamaz çünkü. O ikinci çocuk mutlaka yapılacak da, zamanı ne zaman onu merak ediyorlar. Aile, arkadaşlar, tanıdıklar, ilk defa tanıştıklarımız ve parkta karşılaştığımız teyzenin ortak arzusu bu … Türkiye’ye mi gittik, ikinci çocuk senfoni orkestrasını dinlemeye bilet mi aldık bilemedim…

İkinci çocuğu bekleyenlere “siz bakacaksanız ben doğururum sorun değil” diyorum. Zira çocuğu doğurmakla bitmiyor bu iş değil mi? Öyle bir saat kadar hastane ya da ev ziyareti yapıp, bebeği iki mıncıkladıktan sonra ortadan kaybolmak yok. Gazıydı, beziydi, emzirmesiydi, uykusuydu bunların hepsini beraberce halledeceğiz değil mi?

Efendim, Can’a hamile kaldığımda büyük bir heves içindeydik. Her ne kadar ailemizden uzaklarda yaşasak da annem doğuma birkaç hafta kala gelecek, beraber bebek alışverişi yapacağız, Can’ın mini mini elbiselerini ütüleyeceğiz, (ehem, annem ütüleyecek ), odasını yerleştireceğiz, beraberce emzirme kurslarına katılacağız, hastane çantamızı hazırlayacağız. Hayaller, hayaller… Bir gece yarısı acı-acı çalan telefonla irkildik. Dedem yolda yürürken takılıp yere düşüyor, beyin kanaması ve ameliyat. Anneme o akşam acilen bilet bulduk. Gelişinden daha 3 hafta bile olmamışken, planladığımız şeylerin yarısını bile yapamamışken havaalanında onu yolcu ediyordum. Bir kafedeki koltuğa çöküp ağladığımı hatırlıyorum. Dedeme mi yanayım, tersyüz giden anneme mi yoksa veda ettiğim “annemle beraber doğum hayallerine” mi… Sakın yanlış anlaşılmasın, dedem benim canım ciğerim. Annemin gitmesi çok da iyi oldu. Annemin özenli bakımı sayesinde dedem sağlığına kavuştu. Karnım burnumda olmasaydı ben de bir bilet alıp annemle beraber gider, dedeme bakardım. Allah başımızdan eksik etmesin. Bu hikayeyi sadece hayatta bazı şeylerin planlandığı gibi gitmeyeceğini belirtmek için anlatıyorum. Dolayısıyla bir daha çocuk doğurursam onun bakımı konusunda yardım teklif eden anneme ve kayınvalideme “kısmet olursa gelirsiniz, yardım edersiniz” diyorum.

Aileden uzakta yaşamak hiç kolay değil. Özellikle ilk defa bebek sahibi olan birinin tecrübesizlikten dolayı yaşadığı zorluklarda en yakını olan annesinin uzakta olması çok zor. Allahtan hamileliğimin son aylarında ve Can doğduktan sonra 1 ay kadar kayınvalidem ve kayınpederim bizde kaldılar ve yardımcı oldular. Doğuma da kayınvalidem girdi. Onların içten yardımını ve desteğini asla unutmayacağım. Ancak onların da kendilerine göre bir yaşantıları var. Sonuçta evlerine dönmek durumunda kaldılar. Kocamla bana da hanemize yeni dahil olan ufaklığı kucaklayarak nemli gözlerle arkalarından el sallamak düştü.

Her ne kadar o günlerin üzerinden iki yıl geçse de, Can, annemin deyişiyle “artık iyice ortaya çıksa da” biri bana ikinci çocuk dediğinde, duş alamadan ya da çişimi bile edemeden, uykusuzluktan tek gözüm açık-tek gözüm kapalı, derbeder bir şekilde evde dolaştığım, Kuzey’in Can’ı saatlerce kucağında tutarak uyutmaya çalıştığı dakikalar aklıma geliyor. Elbette bu işin güzel anları da çok… İlk gülüşü, emeklemesi, yürümesi, konuşması… Hepsi harika! Çocuk sahibi olmaktan çok memnunuz, Can’ı ölesiye seviyoruz. Ama sanırım zor kısımlar hala çok taze. O nedenle birinciyi yüzümüzün akıyla büyütmeden ikincinin fikri çok zor geliyor.

Tam daha çocuk istemem diyorum ama bakın makus kader bana ne oyunlar ediyor: Geçen hafta kısa bir San Francisco yolculuğumuz oldu. Uçakta 5 aylık bir bebeğin annesi tuvalete girerken bebeğini bana emanet etti. Aman yarabbi! O minicik maviş gözlü prensi kollarımda tutarken hissettiğim duyguları tarif edemem. Can şu anda 13 kiloya yakın. Onu uzun süre kucağımda tutmak belimi zorluyor. Ama bu kuş gibi hafif. Bir de insanın içine işleyen o iri bebek gözleri ve henüz kaybetmediği bebek yağları… Boğum boğum eller, ayaklar ve şişko bacaklar. O an bırakın ikiyi beş tane bile yapasım geldi.

Herkes “Can’a kardeş lazım. Tek çocuk olursa bencil olur, şımarık olur, paylaşmayı bilmez. Hayatta yalnız kalır.” diyorlar. Belki haklılar da… Kuzey’in de benim de çok sevdiğimiz kardeşlerimiz var. Kardeşler yeri geldiğinden anne babadan bile daha yakın oluyor. Kardeşlerimizle paylaştığımız anların kıymetini biliyoruz. Can’ı bu güzellikten mahrum bırakmak haksızlık gibi…

Ama bir yandan da Can’a bir kardeş gelirse, onu Can kadar sevip sevemeyeceğim düşüncesi aklıma geliyor. İkinci bir çocuğumuz olsa, ona Can’a ayırdığım kadar zaman ayırabilir miyim? Can’da herşey ilk iken, ikinci çocukta ilk olmayacak. Bu beni biraz korkutuyor. Birden fazla çocuğu olan pek çok arkadaşım hepsinin yerinin ayrı olduğunu ve zamanın bir şekilde bulunduğunu söylüyor. Ya Can ne düşünecek? O zamana kadar anne ve babanın ilgi odağı olan çocuk, artık bu ilgiyi paylaşmak zorunda kalacak. Acaba kendini ikinci plana atılmış hisseder mi? Sonra birden kendi kardeşimle ilişkim aklıma geliyor. Annem ve babam bu dengeyi kurmayı başarmışsa, ben de pekiala kendi çocuklarım için bu dengeyi kurabilirim gibi geliyor.

Bir de çok klasik olacak ama şu maddiyat mevzuları. Eskiden gerçekten çocuklar bir şekilde büyüyor, okuyor ve meslek sahibi oluyorlarmış. Şimdi öyle mi? Bırakın büyümeyi, daha doğumdan itibaren maddi kaynaklar zorlanıyor. Geçenlerde Türkiye’de hastanelerin doğum için istedikleri ücretleri duydum. Dudaklarım uçukladı. Üstelik söylenen miktarlar sigortalı bir çalışanın ödeyeceği katkı payı. “Parası olan doğursun” diyorlar yani. Bunun anaokulu, ilk öğretimi, lisesi, üniversitesi var… Okul dışında çocuk ot gibi yetişmesin derseniz sporu var, sanatı var. Haydi büyük kardeşin kıyafetlerini ve oyuncaklarını küçük de kullanır. Ama bahsettiğim şeyler için mutlaka bir bütçe ayırmak gerekecek. Belki “tüm aileler aynı mevzuları yaşıyor, senin ne farkın var?” diyeceksiniz. Bu devirde çok çocuk yetiştiren insanların önünde saygıyla eğiliyorum. Ama sıkıntıyı yaşayan bilir. İkinci çocuk isteniyorsa bunların göz önüne alınması gerekecek.

Valla sözün kısası ikinci çocuk fikrine kapalı değiliz. Ancak ikinci çocuğu fiziksel, duygusal ve madden hazır olduğumuzda yapacabiliriz. Eğer bunlardan biri beklediğimiz gibi olmazsa Can tek çocuk olarak kalabilir. Tek çocuk olarak da mutlu bir yaşam süren, paylaşmayı bilen pek çok insan var. Zaten çok çocuk olduğunda o çocukların hepsinin birbiriyle iyi anlaşacağının, çok sıkı olarak görüşeceğinin garantisi yok. Önemli olan çocuk sayısı ne olursa olsun o çocukların iyi bir şekilde yetişmesi, onlara güzel bir gelecek hazırlanması. O nedenle ikinci çocuğun ne zaman geleceğini soranlara yanıtım açık: Zaman zaman

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Uçağı İnleten Benim Çocuğum

Türkiye’deyken bir sohbet esnasında Can’ın uzun yollarda nasıl davrandığını sordular. Ben de Can’ın doğumundan beri uzun ve kısa mesafeli pek çok yolculuk yaptığımızı, şu ana kadar kısa birkaç mızmızlık dışında genelde lerde uyumlu davrandığını söyledim. Güler teyzem gülümseyerek “Çocuğum ağlamaz, köpeğim ısırmaz” demeyeceksin dedi. Çok hoşuma gitti bu laf. Hoş “Çocuğum seyahatlerde asla ağlamaz” diyecek bir anne var mıdır şu dünyada? Yine de içimden “Can 36 saatlik geliş yolculuğumuzu ağlamadan atlattıysa, 19 saatlik dönüşümüzü de herhalde fazla sorun çıkarmadan geçirir” diye umdum. Böyle olacağını nereden bilebilirdim …

Şimdi zamanda geriye gidelim ve Can’ın tüm uçağı inleten senfonisinin nasıl gerçekleştiğine bakalım: Türkiye’den Amerika’daki evimize dönüş yolculuğundayız. Normalde 3 aktarma ile evimize ulaşacakken, Luftansa havayollarının Frankfurt’taki grevi yüzünden son dakikada uçağımız değişti. Lufthansa yerine Türk Havayolları ile direkt New York’a uçacağımız anlaşıldı. Hem aktarma sayısını hem de uçuş süresini kısaltan bu durum yüzünden neredeyse zil takıp oynayacağım. Üstelik uzun bir aradan sonra ilk defa uçtuğum Türk Havayolları’nın hizmet kalitesi ve ikramlarının Lufthansa’dan kat-be-kat güzel olduğunu görünce iyice keyifleniyorum. 10 saate yakın uçuşumuz sorunsuz tamamlanıyor. Can uyuyor, oynuyor, yemek yiyor, çizgi film izliyor ve hemen hiç ağlamıyor.

New York havaalanında 4,5 saatlik bekleme süremiz var. Bir önceki uzun uçuştan dolayı yorgun, ancak, karaya ayak basmış olmaktan dolayı mutluyuz. Ağır ağır yemek yiyor, dvd player ve telefonumuzu şarj ediyoruz. Can havaalanında oradan oraya koşmak ve her yeri karıştırmak istiyor. Enerjisini boşaltması için koşmasına izin veriyor, etrafı rahatsız etmeden onu oyalamak için türlü oyunlar icad ediyorum. Bu arada sabahtan beri eli kulağında olan büyük tuvaletini de yaptığı için de çok memnunum. İkinci uçakta, dar alanda altını değiştirmek zorunda kalmayacağım.

Bekleyişin sonuna doğru Can artık iyice yoruluyor ve mızmızlanmaya başlıyor. Ben de onu pusetine oturtup uyumasını söylüyorum. Önce itiraz ediyor, ağlamasa da mızmızlanıyor. Ancak ikinci uçuşa 1 saat kala uykuya yenik düşüyor. Gecikmiş bir öğle uykusu bu. 4,5 saatlik son uçuşumuzu da uyuyarak geçirirse yaşadım!

Bizi uçağa çağıran anons yapıldığında kapıya gidiyorum. Elimde 2 sırt çantası ve uçağın kapısında katlanarak teslim edilecek bir puset olduğu halde, bir mucize eseri uykusunu hiç bozmadan onu uçağa bindirmeyi başarıyorum. Üçlü bir koltukta oturuyoruz. Cam kenarına ufak-tefek bir kadın geçiyor, ortada Can ve koridorda ben. Oğlum bir melek gibi uyuyor. Ben de gözlerimi kapayıp biraz kestiriyorum.

Yaklaşık 2 saat sonra bizimkisi uykusunda kıpırdanmaya başlıyor. Aniden ufak bir çığlık atarak uyanıyor. Uyku sersemliğiiyle önce ufak ufak ağlamaya başlıyor. Kucağıma alıp sakinleştiriyorum. Sonra ağlamalarının süresi uzamaya ve sesinin tonu artmaya başlıyor. Aç ya da susuz olup olmadığını soruyorum. Yanıma aldığımız oyuncaklarını gösteriyorum. Hepsine “hayır” diyor. Bir yandan da “Anneanne” ve “Va-di” diyor. Anneanne kısmı gayet açık. Son 1 aydır çok iyi anlaştığı ve alıştığı anneannesini sormasından daha doğal ne olabilir? Annenannenin kendi evinde olduğunu, nen-nen yaptığını (uyumak), anneanneye bye-bye dediğimizi anlatıyorum. Ama sormaya devam ediyor. Va-di ise oynamayı çok sevdiği ve anneannesiyle hemen her gün kullandıkları elektrik süpürgesinin adı. Elbette uçakta elektirik süpürgesi bulmamın imkanı yok. Ağlamaya devam…

Ardından koridoru gösteriyor. Kucağıma alıp koridorda bir aşağı bir yukarı yürütüyorum. Uçağın arkasındaki servis alanında ayakta bekliyoruz. Her zaman kendi başına yürümek ister. Bu sefer kucağımdan inmeyi reddediyor. 13 kiloya yakın. Hem bel rahatsızlığım yüzünden hem de kemer ikaz lambasının sürekli yanmasına neden olan türbülans yüzünden kalan uçuş süresince onu kucağımda taşımama imkan yok. Çaresiz yerimize geri dönüyoruz. Kemeri bağlanınca daha fazla çıldırıp ağlamanın tonunu yükseltiyor.

İnsanlar “Ya sabır!” çekmeye başlıyor. Kafalar bizim koltuğa dönüyor. Onlar ne kadar rahatsızsa ben üç kat daha rahatsızım. Birincisi insanlara sıkıntı vermeyi hiç istemem. İkincisi bir anne için çocuğunun ağlamasına çare bulamamaktan kötü ne olabilir? Üçüncüsü ben de insanım. Benim de kulaklarım patlıyor. Ama ne yapsam olmuyor da olmuyor. Tam 2 saat boyunca Can sesinin en yüksek perdesinden “ANNEEEE! ANNEANNEEE! VAAA-Dİİİİ!” diye ağlıyor, bağırıyor ve tepiniyor. Bu sürede sadece bir 10 dakika boyunca yolculardan birinin verdiği renkli şekerler ilgisini çektiği için susuyor. Şekerler bitince aynı şekilde devam. Şekeri veren yolcu Can’ın kulaklarının basınçtan dolayı ağrıyıp ağrımadığını soruyor. Konunun o olmadığını, anneannesini özlediğini anlatıyorum.

Ağlamanın süresi arttıkça ve istediği olmadıkça krize dönüşüyor. Artık elleriyle beni itiyor. Kucağımda ayağa kalkıyor. Kollarımdan kurtulmaya çalışıyor. 2 yaşında bir bebekte nasıl bir kuvvet var inanamazsınız. Onu zor tutuyorum. Bütün bunlar yeterince kötü değilmiş gibi arka koltuktaki yolcu “Çocuğu öne doğru tut da yüzüme-yüzüme bağırmasın” diyor. Hem utanıyor, hem de sinirleniyorum. Sanki çocuğumun ağlamasından zevk alıyormuşum ya da bütün bunları değiştirmek elimdeymiş de hiçbir çaba göstermiyormuşum gibi. Böyle zamanlarda hazırcevap olmayı nasıl da istiyorum. “Yapabiliyorsan sen tut” demek geliyor içimden…

İki sene önce hatırlarsanız Ece Temelkuran Twitter’da “Çocuklu ailelerin olmadığı (uçak) seferler(i) koyulsa, parası neyse veririm” demişti. O zamanlar bu konu üzerine büyük bir tartışma kopmuştu. Uçakta Can’ın ses sınırlarını zorlayan ağlayışını dinlerken bu cümleyi yeniden düşünüyorum. Ece acaba haklı olabilir mi?

Bir de ağlayan çocuğun annesinin gözünden olaya bakalım: 19 saat… Dile kolay. Büyük insanların bile tahammül sınırlarını zorlayacak bir yolda 2 yaşında bir çocuk. Konuşsan anlamaz. Konuşup derdini anlatamaz. Çocuğun karnını doyurmuşum, altını değişmişim. Kıyafetleri hava sıcaklığına uygun. Fiziksel bir ihtiyacı yok. Hasta desen hasta değil. Oyuncaklarını reddediyor. Muhtemelen uyku sersemliği ile ağlamaya başlamış. Sonra anneannesinden ayrıldığı ve çok sevdiği va-di oyununu oynayamayacağı dank etmiş. Gel de bunu 2 yaşındaki çocuğa anlat. Pışpışlıyorum, kucaklıyorum. Olmuyor. Bir noktadan sonra yapacak birşey kalmıyor. Boynumu büküp, sessizce bu dakikaların bitmesini diliyorum.

İnsanları dışarıdan yargılamak çok kolay. Bir anne ağlayan çocuğu için hiçbir şey yapmıyor gibi görülebilir. Ancak ya o dakikada yapılacak şeyler tükendiyse? Ağlayan çocuk benim de tercihim değil. Kaçışı olmayan uçak ortamında bir çocuk ağlayınca herkes için stresli bir durum olduğunu kabul ediyorum. Diğer yolcular yorgun olabilir, uykusuz olabilir, çocuk sesinden hazzetmiyor olabilir. Bunların hepsi kabulüm. Ancak aynı durum anne (ya da baba) için de geçerli. Ağlayan çocuk çevre için stresliyse, ebeveyn için inanın 100 kat daha stresli. Bu nedenle eleştirel yaklaşıp, kaba sözler sarf etmeden önce bir kere daha düşünmek lazım.

Hepimizin bir zamanlar çocuk olduğumuzu, bekarsak bir gün çocuk sahibi olabileceğimizi ve aynı şeyin bizim de başımıza gelebileceğini idrak etmek lazım. Hele ki çocuk sahibi değilsek başkalarının annelik/babalık yeteneği konusunda anlamsız cümleler sarf etmekten, durumun ne şekilde geliştiğini bilmeden “Şunu yapsa ya, bu da ne biçim anne!” türünde iğneleyici yorumlarda bulunmaktan kaçınmak lazım. Hele hele çocuklarımızı büyüttüysek, ki ilginç bir şekilde en acımasız yorumları bu grup yapabiliyor, küçük çocuğu olan ailelere çıkışmadan önce, çocuğumuzun ufak olduğu döneme ait hatıralarımızı ait oldukları çekmeceden çıkarıp tozlarını üflemek lazım.

Ece’nin önerisinde garipsenecek birşey yok. Muhtemelen kendisi çocuk sahibi değil. Uçak yolculuğunda çocuklardan rahatsız olmuş, bir arzusunu dile getiriyor. Hakikaten çocuklu ailelerin olmadığı uçak seferleri olursa onun gibi düşünen yolcular rahat edebilir. Ancak böyle bir hizmet olmadığı sürece çocuklu yolculara karşı biraz empati şart.

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Sarp ve Sarp’ların Umudu Olalım

Bir aile düşünün. Uzun süren tedavilerden sonra özlemle bekledikleri annelik ve babalığa kavuşmuş. Bir değil, iki güzel çocuk… İkiz bebekler… Biri sarışın, mavi gözlü, diğeri kumral, kahverengi gözlü minik prensler: Sarp ve Doruk. Kendi deyimleriyle “Hayatlarının en mutlu 15 gününü bebeklerinin doğumuyla yaşıyorlar.” Emzirmeler, uykusuz geceler, kısacası ilk kez ebeveyn olan hepimizin yaşadığı tatlı telaş. Ancak ilk günlerden sonra bu ailenin hikayesi biraz farklılaşıyor. Anne Bihter, websitesinde yazdığı ‘nde değişimi şöyle anlatıyor:

Yapılan ilk doktor ziyaretinden sonra Sarp’ın rahatsızlığının tesbiti için gidilen onlarca doktor, yapılan yüzlerce tahlil, konulan farklı teşhisler, hastanede geçirilen zamanlar ve nihayet tam bir buçuk sene sonra hastalığın adının konulması… Merkezi sinir sistemine saldıran ve bilinen herhangi bir tedavisi olmayan nadir bir genetik hastalık: Canavan.

Bunlar birer film sahnesi değil. Gerçek. Hayatın ta içinden, yaşanmış bir hikaye. Bihter’in satırlarında öfkeyi, umutsuzluğu, kızgınlığı ve kabul edişi okuyorsunuz. Fakat aynı zamanda umudu, cesareti, fedakarlığı ve sevgiyi de tüm benliğinizle duyumsuyorsunuz… Günlük hayatta sarfettiğimiz “aman çocuğum sebze yemedi”, “aman dün gece uyumadı, uyumadık” gibi şikayetlerimiz Sarp’ın hikayesinin yanında öyle basit kalıyor ki… Bu ailenin mücadelesini, yılmadan çözüm arayışını okuyup da etkilenmemek mümkün değil. Kendinizi onlara çok yakın hissediyor ve “Neler yapabilirim?” diye düşünüyorsunuz.

Sarp’ın teşhisinin konulmasından sonra, hayatını devam ettirebilmesi ve yaşam kalitesinin iyileştirilmesi adına gerekli olan cihazları, ilaçları ve tedavi yollarını bulmak üzere arayışa giren ailesi, yurtiçi ve yurtdışında pek çok vakıf ve dernekle iletişime geçiyor. Yardımlaşma ve dayanışmanın asıl anlamını o günlerde anlamaya başladıklarını söylüyorlar. Birlikten kuvvet doğacağı inancıyla bir dernek kurmaya karar veriyorlar.

Sarp’ın Umudu başta Canavan hastalığı olmak üzere, çocuklarımızın yaşam kalitesini etkileyen tüm genetik hastalıklar ve engeller için kurulmuş bir yardımlaşma ve dayanışma derneği. Kendi çocukları için yaptıkları bireysel mücadeleyle sınırlı kalmayıp, benzer durumu yaşayan tüm ailelere yardımcı olmak istiyorlar. Bu çocukların yurt içi ve yurt dışındaki teşhis, tedavi giderleri, tıbbi cihaz, tekerlekli sandalye ve sair tüm cihaz ve sarf malzeme ve ihtiyaçları; psikolojik destek, rehabilitasyon ve diğer tüm ihtiyaçlarında, ayni, nakdi her türlü maddi ve manevi yardımda bulmayı amaçlıyorlar. Bu pırıl pırıl çocuklar, bizim çocuklarımız. Kendileri ve aileleri desteği hak ediyor.

Sarp ve benzer durumdaki tüm çocuklarımız için yapabileceğimiz pek çok şey var.

Canavan gibi ender rastlanan ve genetik hastalıklarla mücadeleye dikkat çekmek için 28 Şubat Dünya Ender Hastalıklar Günü’nde, yakalarımıza MAVİ KURDELE takıyoruz. Siz de mavi kurdelenizi takın, mavi kot pantolonlarınızı giyin ve çekeceğiniz resminizi adresine gönderin. Eğer twitter kullanıcısı iseniz, #mavikurdele hashtag’i ile @Sarpinumudu ‘nu da taglayarak gönderin! Ben öyle yapacağım.

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Eşya Farkı, Kültür Farkı: TR vs USA

Sinema filmleri ve dizilerdeki evler pek bir geniş değil mi? İçine iki koltuk takımı sığan salonlar, yatak ve dolabın dışında bir de oturma grubu ve giyinme bölümü konulmuş yatak odaları, neredeyse salıncakla, kaydırağın eksik olduğu çocuk odaları… Süper! Lakin, söylemek çok da gerekli mi bilmiyorum, gerçek hayatta hepimiz böyle evlerde yaşamıyoruz. En azından ben 30 küsür senelik (hmm! kadınlara yaşı sorulmaz) yaşamımda öyle at koşturacak kadar bol alana sahip evlerde oturmadım. Ancak evlerimizdeki yaşam alanı bizim için yeterliydi.

Türkiye’deyken en son oturduğumuz apartman büyüklük açısından bizim gibi yeni evli bir çift için idealdi. Çok beğendiğim bir yemek odam, salon takımım ve yatak odası takımım vardı. O dönemde çocuğumuz olmadığı için odalardan birine kütüphane ve bilgisayar masası koyarak orayı çalışma odası yapmış ve diğer odayı da televizyon ve misafir odası olarak düzenlemiştik. Evimizi zevkime uygun vazolar, biblolar, mumlar gibi süs eşyalarıyla hareketlendirmiştim. Ev tekstiline ve mutfak eşyalarına meraklı olduğumdan hepsinden fazlasıyla almıştım. Aldıklarımı birkaç sene severek kullanma şansım oldu.

Ancak eşyaya bu kadar yatırım yapmak belki de doğru bir karar değilmiş. Amerika’ya taşınma durumumuz doğduğunda eşyalarımızı ne yapacağımızı bilemedik. Yanımızda dört bavul götürme hakkımız vardı. Elbiseleri mi koyalım, çarşaf/havlu gibi ihtiyaçları mı, kitapları mı, yoksa ailemizi anımsatacak fotoğraf gibi şeyleri mi… Adeta sudan çıkmış balığa döndük. O bavullar günlerce ortada durdu. Eşyalar doldurulup-doldurulup, boşaltıldı. Ağırlığı izin verilenden fazla olmasın diye bin defa tartıldı. Sonunda yirmi küsür senelik yaşamı bir şekilde dört bavul ve iki sırt çantasına sığdırmayı başardık. Tahmin edebileceğiniz gibi çoğunlukla zaruri eşyaları koyabildik. Tüm diğer eşyalarımız annemin evi, kardeşimin evi ve annemin çatı katı arasında dağıtıldı. Özellikle zavallı annemin evinde herşeyden 3'er 5'er oldu. Mesela 4 tane komple yemek takımı, 3 tane çaydanlık, 20 tane tencere, 50 tane havlu, çarşaf… Saysan bitmez.

Amerika’da sıfırdan ev kurduk. Türkiye’de biz herşeyi yeni almaya alışmışız. Özellikle yeni evlenen çiftler eşyalarının da gıcır gıcır olmasını ister. Eski eşyalara burun kıvırır. Amerika’ya vardığımızda ortamın Türkiye’dekinden çok farklı olduğunu gördük. Öncelikle yaşadığımız yerde çoğu arkadaşımız öğrenci olduğu için öyle tam takım ev döşeme gibi bir kavram yoktu. Çoğu kişi eğitimden sonra Türkiye’ye geri dönmeyi hedeflediğinden eşyaya çok da yatırım yapmıyordu. Salonlarda basit bir çek-yat koltuk ve bir orta sehpası, yatak odasında sade bir yatak, üzerinde yemek yenen ve ders çalışılan bir masa ve belki de kitapların konulduğu bir kütüphane… Genel eğilim bu yöndeydi.

Ev döşerken Amerika’ya özgü ilginç bir alışkanlığı keşfettik. Burada insanlar kullanmadığı eşyaları evlerinin önündeki çöp konteynerlerinin hemen yanıbaşına bırakıyordu. Eşyaya ihtiyacı olan da bunları alıp kullanıyordu. Çöpün yanına konuldu diye bu tür eşyaların harap bir halde olduğunu düşünmeyin. Amerika’da tüketim oldukça hızlı yaşandığından, eşyalar basit olduğu sürece ucuz olduğundan ve insanlar eşyalardan çabuk sıkıldığından çoğu iyi durumda oluyordu.

Bizim öğrenci olarak yaşayacağımızı ve başlangıçta sınırlı bir bütçeye sahip olabileceğimizi düşünen Kuzey’in kardeşi Defne, biz gelmeden önce bulduğu bazı eşyaları kendi evinde saklamıştı. Defne’nin sayesinde Amerika’ya adım attığımızda düzgün sayılabilecek bir şifonyer, bir komşunun verdiği üçlü koltuk, 2 tane sallanan koltuk, bilgisayar masası ve lambamız olmuştu. Daha sonra biz de kendimize yatak, yemek masası, sandalyeler ve orta sehpası aldık. Dolaplar gömme dolap olduğundan o konuda masrafımız olmadı. Mutfak eşyalarının büyük kısmını yine Defne ve başka bir komşumuz verdi. Böylece Amerika’daki ilk evimiz kurulmuş oldu. Zaman içinde, aile arasında espri konusu olan bir şekilde, sokağa bırakılmış eşyalardan bir çekyat, minderler ve bilgisayar koltuğu bulduk. Yaşadığımız apartman kompleksinde çöp dökmeye çıkınca sağa sola bakınarak kullanılabilecek durumdaki eşyaları bulmak adeta bir eğlence olmuştu.

Amerika’daki ilk evimi bu şekilde döşemiş olmaktan hiç gocunmadım. Biz büyük bir yaşam değişikliği yapmıştık. Yeni bir yaşam yeni bir kültürle tanışmak demekti. Türkiye’de eşimle ikimiz çalışırken, burada eşimin aldığı asistanlık maaşıyla geçinmek durumundaydık. Bu durumda şikayet edeceğimize uyum sağlamak bana daha doğru geldi. Aslına bakarsanız kullanılmış eşyaların yeniden değerlenmesi dolayısıyla doğaya yaptığımız katkı beni çok sevindirdi. Ayrıca hafifçe yıpranmış bir yastığa kılıf dikmek, boyası soyulmuş bir sehpayı boyamak gibi küçük DIY (kendi kendine yap) projeler hoşuma bile gitti. Evimizin duvarlarını boyadım, hem de usta bir boyacı gibi çizgili desenler ve bordürler ekleyerek… Hatta hızımı alamayıp salondaki bir duvara yağlı boya bir tablo bile yaptım.

Zaman içinde ihtiyacımız olan tüm eşyaları tamamladık. Kuzey mezun olup işe girince de birkaç yeni eşya da aldık. Daha doğrusu artık çok yıpranmış olan bazı eşyalarımızı değiştirdik. Şimdi evime girdiğimde ihtiyacım olan herşeyin elimin altında olduğunu düşünüyorum.Elbette kimi zaman şurada-burada gördüğüm, hoşuma giden bazı ufak şeyleri alıyorum. Ancak Türkiye’deki kadar tıklım-tıklım bir ev değil burası. Amerika’da bulunduğum süre bana az eşyayla da gayet rahat yaşanabileceğini ve mutlu olunabileceğini öğretti. Bu değişiklik seyahat alışkanlıklarıma bile yansıdı. Eskiden seyahatlere bavullar dolusu eşya götürürken, artık iki ufak-uçak içi bavula Kuzey’in, Can’ın ve benim eşyalarımı sığdırır oldum.

Son dönemde yaptığımız en büyük eşya alışverişi Can’ın karyolası ve dolabı. Aslında çocuk odası konusunda içimde uyuyan minik bir canavar var. Arada sırada “Şunu da al Tanla, bunu da al Tanla!” diye beni dürtüyor. Ancak şu ana kadar ona başarıyla “Şşş, ses etme, böyle iyi!” demeyi başardım.

Ev anlamında tek dileğim biran önce kendi evimize çıkmak ve Can’ın kendine ait bir odası olması. Öyle aman aman bir beklentim de yok. Küçük olsun, bizim olsun. Ha şöyle aşağıdaki gibi Bu dileğim gerçekleşene kadar dekorasyon konularıyla ilgili websitelerini gezip hayali odalar kurmakla yetineceğim. Bir de bulduğum ni sizinle paylaşıp kafanızı şişirmeye devam edeceğim.

Fırsat bulduğunuz zaman sizi de aşağıdaki evimin bahçesindeki bankta kahve içmeye beklerim. Can’ın odası için feci uçuk fikirlerim var. Haberiniz olsun!!! Haydi sağlıcakla kalın…

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Fotoğraf Paylaşmak Nereye Kadar?

Bebekler ve çocuklar dünyanın en masum ve en tatlı varlıkları. İtirazı olan var mı? Onların mini-mini kıyafetleri, büyümüş de küçülmüş edaları, yaramazlıkları, dağınıklıkları kısaca türlü halleri hoşumuza gidiyor. Çoğumuz internet ortamında paylaşılan şirin bebek ve çocuk fotoğraflarına gülümseyerek bakıyoruz. Ancak sanal ortamda paylaşılan bazı bebek ve çocuk fotoğrafları kaşlarımın çatılmasına sebep oluyor, midemde ekşi bir tat bırakıyor. Neden mi?

Can doğduğu ilk günden beri BebekveBen.com blogunu tutuyorum. Blogumda paylaştığım konular genellikle anne, baba, bebek, çocuk ve aile yaşantısına yönelik. Yazılarımın bir kısmında ise oğlum Can ile maceralarımızdan bahsediyorum. Bloguma sıklıkla yazıyor ve görselliği artırabilmek amacıyla her yazımın içine konuyla ilgili bir de fotoğraf koyuyorum.

Aslına bakarsanız fotoğraf çekmeyi çok seviyorum. Can’ın hemen her gün en az bir tane fotoğrafını çekiyorum. Ancak bu fotoğrafları blogumda ya da sosyal ağlarda paylaşmak konusunda biraz tutumluyum. Sadece belli koşulları sağlayan, yazdığım konuyu destekleyen ve özenle seçtiğim fotoğrafları internete koyuyorum. Bu özeni sadece kendi çocuğumun fotoğraflarını paylaşırken değil, aile bireylerimin, arkadaşlarımın çocukları ve hatta genel olarak tüm bebek ve çocuk fotoğraflarını paylaşırken de göstermeye çalışıyorum.

İnternette Can’ın fotoğraflarını paylaşmak konusunda gösterdiğim yaklaşım nedeniyle geçmişte bazen eleştirildim. Bu konudaki düşüncelerimi her ortamda anlatmaya şansım ya da vaktim olmadı. Yakın geçmişte, düzenli olarak takip ettiğim bir blogda bu yazının kapsamına giren bazı fotoğraflar yayınlandı. Bu nedenle bir müddettir yazı taslaklarım arasında beklettiğim bu konuyu nihayet ele almaya karar verdim.

“İnternette bebek ve çocuk fotoğraflarının uygun şekilde paylaşımı” konusunun önemli ve tartışmaya değer bir konu olduğunu düşünüyorum. Yurtdışındaki ebeveyn sitelerinde, forumlarda ve bloglarda bunların paylaşımı konusu bangır bangır tartışılıyor. Bu konuda bazı önlemler alınıyor. Bununla beraber ülkemizde aynı konu hakkında araştırma yaptığımızda bulduklarımız genellikle yurtdışı makalelerden çeviri yapılmış yazılar ya da uzman görüşleriyle sınırlı kalıyor. Oysa bu konuda bizzat ebeveynlerin sesinin duyulmasına ihtiyaç var.

Türkiye’de ebeveynlerin çocuklarıyla ilgili pek çok konuda hassas olmalarına rağmen, birkaç kişi dışında blog tutan arkadaşların bu konuya fazla değinmemiş olduğunu görüyorum. Ayrıca konunun önemini henüz fark etmemiş büyük bir ebeveyn kitlesi de var. Aslında genel olarak çocuk hakları ve çocukların bireyselliğine saygı gösterilmesi konusunda almamız gereken yol var, ancak bu yazının konusu o değil.

Böyle bir giriş yaptıktan sonra, gelelim bebek/çocuk fotoğrafları yayınlarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini düşündüğüme… Aşağıdaki paragraflarda çocuk fotoğrafı yayınlarken herkesin göz önüne almasında fayda olan temel yaklaşımları ve kendi aileme özel bazı yaklaşımları açıklamaya çalıştım.

Bebek ve çocuk fotoğrafları konusunda en temel kuralım bedenin özel bölümlerini açıkça gösteren, çıplak fotoğrafları kesinlikle paylaşmamak. Bu anlamda blogumda ya da bana ait sosyal hesaplarda Can’ı ya da başka çocukları banyo yaparken, sünnet olurken ya da lazımlığa otururken asla göstermedim. Bunun pek çok sebebi var.

Birincisi, hayatımızda özel kalması gerektiğine inandığım bazı noktalar var. Nasıl kendimizin banyo yaparken ya da tuvalete otururken çekildiğimiz bir fotoğrafımızı internete koymayı düşünmezsek, çocuğumuz için de aynı hassasiyeti göstermeliyiz. Çocuğumuz doğduğu andan itibaren bir birey. Bir bebek olması ya da yaşının çok küçük olması kişilik haklarını çiğneyen bu tür fotoğrafları paylaşmayı haklı kılmıyor.

İkincisi, internette koyduğumuz fotoğraflar orada senelerce kalıyor. Çocuğumuz küçük olduğu dönemlerde belki farkında olmasa da, okula gittiği hele ergen olduğu dönemlerde bu fotoğrafları görecek. Biz yetişkinler, belki bu fotoğrafların masum ya da şirin olduğunu düşünebiliriz. Ancak kişiliğin gelişme dönemindeki bir çocuk ya da ergen bu fotoğraflara aynı şekilde yaklaşmayabilir. O yaştaki çocuklar bu tür fotoğraflardan genellikle utanır ve kimseyle paylaşmak istemez. Yaşı kaç olursa olsun çocuğumun duygularıyla oynamak, onu üzebilecek ya da utandırabilecek bir durumda bırakmak istemem.

Üçüncüsü, internete koyduğunuz bir fotoğraf bir anlamda kamuya açılmış sayılır. “Ama ben bloguma fotoğraf koymadım. Sadece arkadaşlarımın olduğu Facebook’a koydum” diye düşünmeyin. Arkadaşınızın arkadaşı var, onun da başka arkadaşları… Kaldı ki Facebook gibi ortamlarda gizlilik ayarlarına çoğu kişi dikkat etmediğinden ya da etse bile bu ayarlar sürekli değişikliğe uğradığından, bugün sakladığımız bir fotoğraf yarın kamuya açılabilir. Sadece yakın çevrenizin göreceğini düşündüğümüz bir fotoğrafa, hiç ilgisiz kişiler de erişebilir. Çocuğunuzun banyo yaparkenki fotoğrafını İstiklal Caddesinde bir ilan panosuna asar mıydınız? Eh, internete koymamızın da bundan pek bir farkı yoktur. Bir de internete koyacağımız bir fotoğrafın burada adını bile anmak istemediğim hastalıklı düşünce yapısına sahip olan insanlar tarafından görüldüğünü düşünün. Detaylara girmek istemiyorum, ama, bu da ihtimal dahilinde.

Bu nedenlerle bedenin özel bölümleri gösteren bebek ve çocuk fotoğraflarını asla yayınlamıyorum. Buna çocuk kartpostalları, posterler, bannerlar ve hatta profesyonel fotoğrafçılar tarafından çekilmiş fotoğraflar da dahil. Çocuğun benim çocuğum olmasına gerek yok. Bütün çocuklar masum ve haklarının korunmasına değer.

Bebek ve çocuk fotoğrafları konusunda ikinci temel kuralım seçici olmak.

İnternete konulan fotoğraflar kimi zaman viral bir şekilde oradan oraya yayılmakta ve büyük kitlelere ulaşmakta. Fotoğraf ne kadar şirin olursa olsun, bizim oraya koyma amacımız ne olursa olsun, oradan-oraya yapılan paylaşım sonucunda, bir müddet sonra bu amaç/sonuç ilişkisi kopmakta. Bazı insanlar internette kimliklerinin nispeten gizli olmasınının verdiği rahatlıkla, gördükleri her fotoğraf hakkında acımasız, ilgisiz, terbiyesiz ya da küstah yorumlar yapmayı kendilerine bir hak olarak görmekte. Kimi zaman yetişkinlere bile ağır gelen bu yorumlara çocuklarımızın maruz kalmasına hiç gerek yok.

İnternetteki fotoğrafların silinmesini talep etmek mümkün olmakla beraber, bu oldukça uzun ve yorucu bir süreç. Ayrıca aynı fotoğrafın birilerinin bilgisayarına kaydedilebileceği ve bizim görmediğiniz internet sitelerinde tekrar ortaya çıkıp aynı yorumların yapılmayacağının garantisi yok. Elbette hayattaki her koşulu öngörme ve insanların düşüncelerini kontrol altına alma gibi bir şansımız yok. Ancak çocuğunuzun belli bir fotoğrafını internete koyup/koymamayı seçme şansımız var. Bu nedenle şansımızı iyi değerlendirelim. Herhangi bir fotoğrafı koymadan önce biraz düşünelim. Herhangi bir tereddüt oluşursa koymamak daha doğrudur. Böylece ileride kendimizin ya da o fotoğrafları gören çocuğumuzun üzülmesini engelleriz.

Bu anlamda, çocuğun henüz anlamasının mümkün bile olmadığı siyaset, din ya da cinsellikle ilgili kavramlara gönderme yapan, alkol ya da sigara kullanımı gibi kötü alışkanlıkları farkında olmadan özendiren fotoğraflardan özellikle kaçınalım. “Elbette hiçbir aklı başında ebeveyn bilerek böyle birşey yapmaz. Olsa olsa farkında olmadan yapılabilir.” diye düşünmek istiyorum. Ancak elinde boş bira kutusuyla ya da ağzının kenarına sıkıştırılmış yanmayan sigarayla poz verdirilen bebek fotoğraflarını daha önce mutlaka görmüşsünüzdür. En basitinden bizim kültürümüzde, ilginç bir şekilde, küçük çocukların eline rakı bardağı tutuşturularak çekilmiş fotoğraflar ara ara internette dolaşır. Bunları hiç de komik ya da illginç bulmuyor, aksine, bu tür fotoğraflarla karşılaştığımda üzülüyorum. Bu tür fotoğrafları asla paylaşmıyorum.

Bebek ve çocuk fotoğrafları konusunda yukarıdaki temel kuralları tüm sorumluluk sahibi ailelere öneriyorum. Bunun dışında çocuğun masumiyetinin ve aile yaşantısının korunması için dikkat ettiğim bazı özel kurallar var. Bu kurallar bazı ebeveynlere biraz abartılı ya da gereksiz gelebilirler. Ancak her ailenin yaşantısı kendine özgüdür.

Blogumda paylaştığım oğlumun fotoğraflarında fotoğrafın belli bir açıdan çekilmesine dikkat ediyorum. Oğlum çok küçük olduğu için, şimdilik yüzünün direkt karşıdan göründüğü fotoğrafları paylaşmıyorum. Çocuğum büyüdükçe bu konuda daha esnek olabilirim. Ancak şu an için bu böyle. Bununla beraber bu tarz fotoğrafları paylaşanları da eleştirmiyorum. Bu bir tercih meselesi.

Blogumda ya da sosyal hesaplarımda bir aile bireyi ya da arkadaşımın çocuğunun fotoğrafını yayınlamak istersem, yayınlamadan önce mutlaka izin almaya gayret ediyorum. Saygı kuralları bunu gerektirir diye düşünüyorum.

Son olarak, Can bu konuları anlayacak yaşa geldiğinde, sosyal ağlarda kendine hesap açmak istediğinde, ki bu yaş giderek küçülüyor, ona kişisel bilgileri ve özel fotoğrafları internette paylaşmanın sakıncalarını anlatmayı düşünüyorum. Özellikle ergenlik çağındaki çocuklar bu konuda bilgisizlikten doğan bir rahatlık içinde olabiliyor. Bilgi çağında bilgisayar kullanımını engellemek gibi birşey söz konusu değil. Ancak kullanım koşullarını belirlemek elimizde.

Fotoğraf çekmeye ve blog yazılarımda Can’ın fotoğraflarını yayınlamaya bayılıyorum. Konuyla ilgili olduğu sürece fotoğrafın yazıya çok sıcak bir detay kattığına inanıyorum. Bununla beraber internete ve sosyal ağlarda paylaştığım fotoğrafların bazı özellikleri taşımasına dikkat ediyorum.

İki arkadaşımı gülümseteceğim, üç kişiye şirinlik yapacağım, sosyal ortamlarda 5 kişi “beğen” butonuna basacak diye çocuklarımızın kişilik haklarını zedelemeye, onları anlamsız tartışmaların içine sokmaya ya da onların duygularını inciltmeye gerçekten hakkımız yok. Anne-baba olmak bize böyle bir hak vermiyor. Aksine biz, sorumlu ebeveynler olarak, çocuklarımız yetişkin olup, kendi kararlarını verene kadar onların haklarını ve duygularını gereksiz saldırılardan korumak zorundayız. Büyüme sürecinde çocuklarımız elbette bazı durumlarda üzülecek, bazı durumlarda kalpleri kırılacak. Onları cam bir fanus içinde yetiştirmiyoruz. Ancak onları üzen durumlar, komiklik ya da şirinlik yapmak adına kendi ebeveynlerinin eliyle yaratılmamalı.

Sonuç olarak tüm ebeveyn arkadaşlarımı bu konuda duyarlı olmaya, fikir üretmeye ve sesimizi duyurmaya çağırıyorum: Uygunsuz bebek ve çocuk fotoğraflarının internette paylaşımına son!

Siz de bu konunun önemine inanıyorsanız, hazırladığım aşağıdaki bannerları websitenizde ve blogunuzda paylaşabilirsiniz. Bu önemli konuyu bir kampanya halinde yayalım, tartışalım.

Konuya göstereceğiniz duyarlılık için şimdiden çok teşekkürler.

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>




Yazının devamı...

Mavi Gözlü Koca Adam…

Öğle saatleri… Hava sisli mi sisli. Neredeyse göz gözü görmüyor. Erkenden kalkan Can’ın göz kapakları uykuya direniyor bu saatlerde. Sütünü ısıttıktan sonra onu öğle uykusuna yatırmak üzere yan yana yatağa uzanıyoruz. Biberonu büyük bir iştahla kafasına dikip bitiriyor. Her zaman olduğu gibi bolca sağa-sola dönüp, anneyi tekmeledikten sonra nihayet uykunun sıcak kollarına teslim oluyor.

Onu uyutmaya çalışırken benim de hafiften uykum geliyor. Hava öyle kapalı ki… Tam da uyku havası. Uyku ile uyanıklık arasındaki o noktada içim geçiyor. Gözlerimi kapıyorum, birden geçmişe gidiyorum. Seneler, seneler öncesine…

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, uzak diyarların birinde, ben bir küçükcük kız iken… Herhalde ilkokuldayım. Hayat bu kadar karmaşık değil. Sorumluluklar az. Tek derdimiz okula gitmek, dersimizi layığınca yapmak. Ardından da oyun, oyun, oyun. Haftasonları genellikle bizimle yaşıt olan kuzenlerimizin evine gidiyor ve cumartesi akşamları orada kalıyoruz. İki kocaman gün bize ait oluyor.

Bir büyük aile bizimkisi. Dedem, babaannem, iki halam ve tam dört tane kuzen. Babamı, annemi, kardeşimi ve beni de eklediğinizde etti mi altı çocuk ve altı büyük: Tam oniki kişi bir çatının altında. Her daim kaos, neşe, eğlence, karmaşa…

Yatıya kaldığımız gecelerin sabahında erkenden ayağa dikilen bu kadar çocuk ne yapar? Önce güzel bir kahvaltı ettirilip karınları doyurulur. Sonra hava güzelse çocuklar sokağa salınır, kötüyse evin bir odasında toplanır, oyun oynanır. Kimi zaman çokluktan maraz doğar. “Anne! Öteki saçımı çekti! Dede! Beriki beni itti, oyuncağımı saklıyor, vermiyor!” Kimi zaman da çok iyi anlaşılır. Güle oynaya zaman geçirilir. Bu arada büyükler de ortalığı toplar, bütün hafta biriken çamaşır, ütü gibi ev işlerini yaparlar.

Öğle yemeği yendikten sonra mutlaka uyku saati. Altı çocuk! En büyüğüyle en küçüğü arasında sekiz yaş fark var. Büyükler uyumak istemez. Ufaklar büyüklerin uyumadığını görünce hiç uyumak istemez. İşte o zamanlarda dedem gelir. “Şşş!” der, gözlerini açarak. “Öğle saatinde istirahat edilecek. Haydi bakalım hepiniz yatağa. Bir kişiyi bile ayakta görmeyeyim. Sesiniz çıkmayacak!” Ah! DEDEM! Bir yandan göz kırpar biz büyük çocuklara. Büyük çocuklar uslu. Patırtı yapmazlar. Öğle saatinde yatağa uzanıp kitap okurlar ya da sessizce film izlerler. Ama önce ufakların sızması gerek.

Ufakların uyuduğuna emin olduktan sonra ayaklarımızın ucuna basa-basa yatak odasından salona, büyüklerin yanına gideriz. Her birimiz bir büyüğün yanına kıvrılır. Kimi zaman beraberce film izleriz. Hababam Sınıfı ya da Zeki Alasya-Metin Akpınar’ın komedi müzikalleri favorimiz. Kimi zaman da büyüklerin sohbetini dinleriz.

Konuşmaları dinlerken büyükleri incelerim. Hepsi ayrı bir ilginç, ama, sanki en gizemlisi dedem. Mavi gözlü, kocaman bir adam. Bunca çocukla ilgilenmekten ve ilerlemiş yaşına rağmen geçim mücadelesine devam etmekten kaynaklanan bir olgunluk var bakışlarında. Acaba dedem neler düşünür? Neler geçer aklından? Hayalleri, umutları, zevkleri nelerdir. Hiç bilmeyiz. Konuşmaz öyle eski adamlar. Duygularından bahsetmez. Ama hep oradadırlar. Varlıkları içinizi ısıtır. Yoklukları ise… ACITIR.

Dedem! Elleri kocaman, elleri nasırlı, elleri güven verici. Hani bir acil durum olsa sağ eline üç çocuğu, sol eline üç çocuğa alacak, büyükleri de koltuklarının altına kıstırıp bizi kaçıracak tehlikelerden.

Dedem! Hatırlanası bir adam. Hayatını ailesine adadı. Senelerce bir büyük okulun servis şöforlüğünü yaptı. Onuruyla çalıştı, yılmadı, yorulsa bile of demedi, evine ekmek taşıdı. Öğrencilerin Kenan Amcası… Servis arabasına büyük özen gösterir, tamirini, bakımını hep kendi yapardı. Babam araba kullanmayı ondan öğrenmiştir tahminimce… Bazen biz de arabayı yıkamasına yardım ederdik. Kocaman turuncu bir minibüsü sünger ve bir kova suyla yıkamak! Arayıp da bulamadığımız bir eğlence…

Mutfaktaki halini hatırlıyorum. Dedem mutfakta! Bembeyaz atleti ve lacivert çizgili pijama altıyla. Kahvaltı sofrası toplandıktan sonra herkese “Çekilin bakalım şöyle bir kenara!” der, kolları sıvar, bulaşıkları yıkardı. Ya da öğle yemeği için “çocuklar sever” diye köfte, patates kızartırdı. Şimdi size belki komik gelmiştir bu söylediklerim. Kafanızdaki dede tipine benzetememişsinizdir. Bulaşıkları yıkayan, yemek yapan bir adam. Ama öyle evcimen, kendini ailesine ve torunlarına adamış bir adamdı işte. Düşünüyorum da mutfakta zaman geçirirken altı çocuğun bitmek tükenmek bilmeyen cıvıldaşmalarından kaçıp, biraz kafasını dinliyordu belki de…

Siz öyle evcimen yönleri olduğuna bakmayın. Ters adamdı da dedem. Çocuklar yaramazlık yaptığında şöyle bir kaşını kaldırdı mı tamam. Hepimiz sus-pus olup, ortadan kaybolurduk. Ama adaletli bir adamdı. Uslu duranı da ödüllendirirdi.

Küçük bir metal kutusu vardı. Yüksek dolaplardan birine kilitlediği. Uslu olduğunuzda o metal kutu açılır, içinden irilerinden bir akide şekeri ya da naneli ciklet çıkardı. Zaten sıkı mı o şekerle cikleti ortaya bıraksın. İki dakikada köküne kibrit suyu ekerdik biz yaramazlar. O meşhur kutunun içinde daha neler yoktu ki… Eski gözlükler, piller, dolma kalemler, kısacası türlü tuhaf alet ve edevat. Tam anlamıyla bir tuhafiye kutusu… Eski adamlar, eski kutular, hatıralar…

Herkese sert olmasına rağmen, kız çocuklarına ayrı bir yumuşaktı. Kuzenim Biricik, üç erkek çocuktan sonra gelen tek kız çocuk ve ailedeki en küçük olduğundan, ben de çok yaramaz bir çocuk olmadığımdan ötürü bizimle çok iyi anlaşırdı. Kimi zaman ufak tefek işler için dışarıya giderken beni de yanına alırdı. İşlerini görürken dedemi bir gölge gibi izlerdim. Beşiktaş pazarından beraberce balık ve helva seçerdik. Gidiş ve dönüş yolunda servis minibüsünde paylaştığımız o sessiz dakikaları çok severdim.

Dedemi kaybedeli 20 seneden fazla oldu. Onu sık sık hatırlasam da zaman çok hain. Yavaş yavaş kemiriyor anıları, hayatımıza dair güzel, ufak detayları. Dedemi unutmadım. Unutmak istemiyorum. Sanki o çocukluğumuzun geçtiği o küçük müstakil eve gitsem, kapıyı çalsam açacakmış gibi. Gözleri, bakışları, sinirlendiğinde parmaklarını hafif hafif oynatışı… Hepsi dün gibi aklımda.

Büyüdüğümüzü göremedi. Okullardan mezun olduğumuzu, evlendiğimizi, çocuk sahibi olduğumuzu… Can’ı tanıma şansı hiç olmadı. Dedem… Bir büyük adam. Bir sessiz adam. Akıllarda iz bıraktı, geldi ve geçti yaşamlarımızdan… Ona dair elimizde kalan birkaç sarı fotoğraf, belki birkaç kıyafet, belki vefatından sonra o kıymetli kutusundan çıkarılıp babama verilen ve babamın da özenle sakladığı kol saati. Özlüyorum seni dedecim…

Şimdi minik oğlum yanıbaşımda uyuyor. Bir zamanlar bizim bucak bucak kaçtığımız, adeta dedemle özleşleştirdiğim o öğle uykusunu uyuyor. Uyu bebeğim. Uyanınca sana büyük dedenin hikayesini anlatacağım. Henüz çok küçüksün, belki anlamayacaksın. Ama olsun, ben yine de anlatacağım.

Bir zamanlar mavi gözlü, kocaman bir adam vardı. Bir tarafı aslan gibi fevri, bir yanı kedi gibi yumuşaktı. Ailesi için yaşadı. Sevdi ve sevildi. Hayatımızdan güzel bir dede resmi geçti…

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>>
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Annenin Göz Pınarında Hep Bir Damla Yaş Vardır

Amma da uzun bir başlık oldu sayın seyirciler. “Annenin göz pınarında hep bir damla yaş vardır.” Kısaca anneler sulugözün tekidir denilebilir. Hele çocukları söz konusu olduğunda mutluluktan, korkudan, endişeden kısacası hemen her durumda zırt diye ağlayabilirler. Tabiat çocuk pakedini hazırlarken sanki ağlamayı da yanında eşantiyon olarak vermiştir. İşte bu yazımda annenin göz pınarından akacağı zamanı kollayan bir damla yaşın hikayesini anlatacağım.

Annelik güdüsünün göz pınarlarımıza ettiği zulüm hamilelikte başlar. İçimizde büyüyen bebekle birlikte azan hormonlarımız duygusal açıdan hafiften tırlattırır bizi. Hamilelik olmasa hangi aklı başında insan kış mevsiminde, gecenin saat üçünde bir diğer insan evladından (zavallı kocalarımız) karpuz ister ki? Ve hangi aklı başında insan bu isteği makul ! karşılayıp, hiç ses etmeden arabasına atlayıp, lüks mahalle manavından 3 liralık mevsimsiz karpuzu 13 liraya alır ki… Tüm bu çileler karnımızda bir balık edasıyla dolanıp, arada attığı tekmelerle aklımızı başımızdan alan “aşkımızın minik meyvesi” içindir. Eee anne olmak kolay değil, baba olmak da…

Aaah, ah! Anneliğin bana ettikleri! Ben ki anne olmadan önceki hayatımda çelik gibi sinirlere sahip olduğumu sanan bir insandım. Aslında duygusalımdır ama pek belli etmezdim. Beni üzen durumlarda herkesin içinde öyle pek de sık ağlamazdım. Gelgelelim hamileliğim sırasında bana bir haller oldu. Garip garip şeylere zır-zır ağlamaya başladım. Televizyonda mutlu bir şekilde yün yumağıyla oynayan bir kedi yavrusu mu gördüm, Bööö! Sabah uyandığımda masmavi , bulutsuz bir gökyüzüne merhaba mı dedim? Bööö! Hele ki bebeklerle ilgili detayları hiç sormayın. Otoparkta sahibini yitirmiş bir bebek çorabı teki yerde mi duruyor? Bööö! Anne, baba ve çocuk üçlüsü el-ele tutuşmuş yolda mı yürüyor? Bööö-ki ne bööö! Anlayacağınız konunun üzüntülü birşey olmasına gerek yok. Maksat ağlamak olsun… Beni şöyle bir dürtüp, hedefi gösterin, direkt gözlerim sulansın.

Hamilelik dönemime kadar bana tamamen yabancı olan bu ağlama halleri belki hormonlarla ilgilidir. Can doğduktan sonra geçer zannettim. Nerdeee? Durum daha da beter oldu. Can kucağımda emerken uyuyakaldığında yüzünün masumluğuna bakarak zırlamak, ilk kez gı! dediğinde mutluluktan ağlamak, ilk kez yürüdüğünde fork! fork! burnunu çekmek. Sanki bize gözyaşı vasıtasıyla zulüm etmek için dünyaya gelmiş bu veletler.

Hele bir video çekme hadisesi hatırlıyorum. Can birkaç haftalık olmalıydı. Babaannesi ve dedesi bizimle kalıyordu. Bilirsiniz bizde bebek doğduğunda aile büyüklerinden biri bebeğin kulağına ismini okur. Biz de hem bu güzel geleneğimizi gerçekleştirelim, hem de Can’ın doğumu nedeniyle bize Türkiye’lerden armağanlar gönderen akrabalarımıza güzel bir hatıra bırakalım diye kameraya iki çift laf söyleyelim dedik. Hay demez olaydık! Ben bir duygulandım. Bir ağlama tuttu. Görseler sanki mutlu bir hadise için değil de işkence filmi çekmek için kamera karşısına geçmişiz. Velhasıl kelam, iki gözü iki çeşme ağlıyorum. Bir yandan Türkiye’deki akrabaları, bu mutlu günde onlardan uzak olduğumuzu düşünüyorum. Bir yandan Can’ın bu şekilde mürüvetini görmüş olmaktan dolayı çok mutluyum. (A-ha! Mürüvet olayına da girdik sonunda. Sanırım yaşlanıyorum.) İnanın ki cümlemi bitiremedim. Birşey değil, sonradan bu filmi izleyen aile bireylerinin de içi burulacak. Kamerayı durdurmak zorunda kaldık. Allahtan sonra kendimi toparladım da söyleyeceğim lafı bitirebildim. Bunun gibi pek çok hadise var. Şimdi hepsini anlatıp da sizin de içinizi ezmeyeyim.

Can neredeyse iki yaşına gelecek, durumda bir değişme yok sayın seyirciler. Sanırım bebek rahme düştüğünde ben bir nevi arızalandım. Su kaçağı var, sigortalar yandı, gitti. O zamandan beri de sistem arızası devam ediyor.

Bütün bunları neden mi yazdım? Az önce yeni bir bööö! hadisesi yaşandı da o yüzden. Biliyorsunuz Can’ın babaannesi yeni kitaplar üzerinde çalışıyor. Ben de kitapların format düzenlemesi konusunda ona elimden geldiğince yardım ediyorum. Demin tam düzenlemeyi yaparken kitaplardan birinin önsözündeki bir cümle gözüme ilişti.

demiş babaannesi.

Ah babaanne! Sen ne yaptın babaanne! Ağlattın gelini… Bilmem neden ağladım. Sanırım öncelikle babaannemizin nazik düşüncesi beni duygulandırdı. Ama bundan öte oğlumun daha doğmadan önce bir büyüğüne ilham vermesi beni gururlandırdı, mutlu etti. Oğlumun büyüdüğünü, başarılı ve başkalarına faydalı bir insan olduğunu, yaşantısıyla başka insanlara ilham verdiğini düşündüm. Ağladım işte… Var mı ötesi… Belki bu satırlarım size anlamlı gelmeyecektir. Belki çok basit şeylere ağladığımı düşüneceksiniz. Bilemiyorum. Ama anne olanlar beni anlayacaktır umarım…

Annenin göz pınarında zamanını bekleyen bir damla yaşın hikayesi işte bu. Ha deyince akmaya hazır… Yeter ki hedef gösterin.

Haydi sağlıcakla kal ey sevgili okur! (Dur bakayım benim mendlim nerde? Okur dedim ya! Benim canım okurlarım. Bööö!)

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Eyvah! Çocuğum Arkadaşını Isırdı

Okurlarımdan Gamze’nin bebeği devam ettiği kreşte istenmeyen bir davranış sergilemiş. Gamze diyor ki…

Selam Gamze,

Biliyorum orijinal sorun daha uzundu. Eğildiğin konu da ısırma hadisesinden çok, kızına nasıl bir disiplin vermen gerektiğiydi. Aslında bu sorunun pek çok boyutu var. Olay kızının istenmeyen bir hareket sergilemesinden doğduğu halde, oradan küçük çocuklara ne şekilde bir disiplin verilmesi gerektiğine ve hatta disiplin sürecinde anne ve babanın tutumlarının nasıl olması gerektiğine kadar uzanıyor.

Ancak bu konular çok geniş olduğu için bu yazımda sadece küçük çocuklarda sık görülen ısırma davranışına ve bu davranışla nasıl başa çıkılabileceğine odaklanmak istiyorum.

Bir yaşından küçük bebekler dünyayı dokunarak ve çevrelerindeki nesneleri ağızlarına götürerek tanır. Bu tanıma sürecinde çeşitli nesneleri ısırmaları sıklıkla rastlanan bir harekettir. Kimi zaman da dişleri çıkarken damakları kaşındığı için ellerine geçen herşeyi büyük bir hırsla kemirirler. Hele bir de o inci taneleri çıktığında emerken ısırıldığınızı hatırlayın. Amanınnn!!!

Bir yaşından büyük çocuklarda görülen ısırma hareketiyse bunlardan biraz farklıdır. Bir yaşından büyük bir çocuk artık dünyayı tanımak için ısırma yöntemine ihtiyaç duymaz. Çünkü büyük motor gelişimi sayesinde daha bağımsız bir şekilde hareket etmeye başlamış, parmaklarını ve duyu organlarını daha rahat kullanıyor hale gelmiştir. Onlar başka nedenlerle ısırır. Bu nedenlerin çoğu kötü bir maksat taşımaz.

Çocuklar kreş, oyun grubu gibi sosyal çevrelere girdiklerinde ve hatta evde anne/baba ve akrabalarla yalnızken bile ısırma davranışı gösterebilir. En sık 12-36 ay aralığında gözlenen ve 3-3,5 yaşından sonra genellikle kaybolan bu davranış maalesef kimi zaman “çocuğun kötü huylu ya da hırçın mizaçlı olduğu” şeklinde yorumlanır. Kimi zaman ebeveynler çocuğu bu davranışından vazgeçirmek için ceza verme yoluna gider.

Acaba 1 yaşından büyük çocuklar neden ısırır?

1 yaşından büyük çocuklar için ısırmak genellikle planlı bir hareket değildir. Hapşırmak ya da öksürmek gibi koşulların getirdiği ve aniden gelişen bir tepkidir. 1 yaşından büyük çocuklar duygusal, fiziksel ve çevresel sebeplerle, cinsiyet özellikleri nedeniyle ve günlük yaşamda karşılaştıkları durumlar nedeniyle bu istenmeyen davranışı gösterebilir.

1- Duygusal Sebepler

Biz yetişkinler, biri hoşumuza gitmeyen bir davranış yaptığında hemen patada-kütede karşımızdakini dövmeyiz öyle değil mi? Önce konuşarak anlaşma yoluna gideriz. Karşımızdaki bizi dinlemese bile en kötü ihtimalle kendi kendimize söylenir ya da yakınlarımıza dert yanarız. Kısaca duygularımızı konuşarak dile getirir ve soruna bir çözüm bulmaya çalışırız. Ayrıca sosyal normlar, canımız sıkan her durumda, sorun çıkaran kişinin burnunu ısırmamızı engeller

Şimdi de konuşmayı bilmeyen ya da konuşabildiği halde kelime hazinesi bir yetişkine göre oldukça kısıtlı olan bir çocuğu düşünün. Bu çocuk çok öfkelendiği veya sıkıldığı bir durumla karşılaşıyor, mesela bir arkadaşı elindeki oyuncağı alıyor. “Onunla ben oynuyordum. Geri verir misin?” diyemiyor ya da “Önce biraz ben oynayayım, sonra da sen oynarsın” gibi çözüm yolları yaratamıyor. Sosyal normlar hakkında da pek de fikri olduğu söylenemez. Böyle bir durumda gücünün yettiği en pratik çözümü uyguluyor: Isırıyor. Dil gelişimi yeterli olmayan çocukların şu durumlarda ısırmaya başvurduğu görülür:

- Sinirli ya da stresli olmak

- Korkmak ve kendini korumak istemek

- Başarmak istediği birşeyi yapamamak: Örneğin tüm arkadaşları topa ayaklarıyla vuruyor, ancak o beceremiyorsa, bunu başaran bir arkadaşını ısırabilir.

- Sıkılmak: Gün boyunca aktif bir şekilde oynayacak fırsat bulamaması

- Mutsuz olmak

- Merak: Kimi zaman çocuklar yaptıkları davranışın nasıl bir sonuca yol açacağını görmek için de hareket eder. Isırmak da sonuçları keşfedilecek yeni bir davranıştır. Isırdığı zaman ısırılan kişinin canının acıdığını çoğu zaman düşünmezler.

- Yakınlığını, sevdiğini belli etmek: İster inanın, ister inanmayın, bazı çocuklar birşeyden ya da bir kişiden çok hoşlandıklarında muhabbetlerini ısırarak belli etmek isteyebilir.

Isırma yetersiz dil gelişiminden kaynaklanıyorsa, çocuğunuzun konuşması geliştikçe ve isteklerini kelimelerle anlatabilecek konuma gelince ısırma davranışı da kaybolacaktır.

2- Fiziksel sebepler

- Aç olmak

- Diş çıkarmak

3- Çevresel sebepler

- Çok fazla dış uyarıcıya maruz kalmak: Örneğin bütün gün bir alışveriş merkezinde gezerek alışık olunmayan renkler, kokular ve görüntülere maruz kalmak, kalabalığın içinde olmak

- Yaşantılarındaki ya da çevrelerindeki değişimlere tepki göstermek: Örneğin ebeveynin işe başlaması, yuva değişikliği, ev değişikliği, eve yeni bir bebek gelmesi

- Ebeveynlerin konuya gösterdiği hassasiyet: Isırma durumunda ebeveynlerin tepki gösterdiği görülünce bu yolla dikkat çekme isteği

4- Cinsiyet: Erkek çocukları genellikle kızlara göre daha geç konuşur ve başlangıçta kelime hazneleri daha kısıtlıdır. Erkek çocukları ne kadar minik de olsalar, kızlara oranla daha kuvvetli olabilirler. Miniklerin dünyasında daha kuvvetli ve sessiz bir oğlan çocuğu, çıtı-pıtı ve üstelik de papağan gibi geveze bir kızla karşı karşıya kaldığında, hoşuna gitmeyen durumlarda ısırma yoluna gidebilir. Ancak elbette her çocuk bu şekilde davranacak değildir. Kız çocukları arasında da istekleri olmadığında ısırma yoluna başvuranlar çıkabilir.

5- Günün belli zamanlarında olmak: Kimi çocuklar gün içinde belli bir rutini takip etmeye alışmıştır. Bu rutinde değişiklik olduğunda tepkilerini ısırarak gösterebilirler. Örneğin uyku saatini kaçırmış olmak, yemek saati gelmesine rağmen yemeğin hazır olmaması gibi sebepler ısırmaya yol açabilir. Bu durumu engellemek için çocuğun rutinine özen göstermek gereklidir.

Her çocuk arada bir başkasını ısırabilir. Beklenmeyen bir durumdan kaynaklanan ve ani bir tepki olarak yapılan ısırma hareketinin devamı gelmediği sürece üzeride durulmamalıdır. Ancak ısırmaların sıklığı arttığında ya da ısırma hareketi sosyal çevredeki belli bir bireye yöneldiğinde (mesela yuvadaki belli bir arkadaş sürekli ısırılıyorsa) bu durum bir sorun haline gelmeye başlar.

Sürekli ısırma hareketi, ısırılana rahatsızlık verdiği gibi, ısıran çocuk da bu davranışı nedeniyle sosyal çevrelerden uzaklaştırılabilir. En basidinden diğer çocuklar oyunlarda onu aralarına almak istemeyebilir. Ayrıca ısıran çocuğa lakaplar takılabilir.

Sağlıcakla kalın…

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.