SAĞLIK
YEMEK
ASTROLOJİ
GÜZELLİK

Montessori Anaokulu'na Nasıl Karar Verdik?

İnanamıyorum. Sonunda o zaman geldi, çattı. Önümüzdeki hafta salı günü oğlum ilk kez okula başlayacak. Öyle uzun boylu değil, anaokulundan bahsediyorum elbette…

Aylardır gündemimizdeydi anaokulu konusu. Son dönemde Can evde oldukça sıkılmaya başlamıştı. Bütün gün dipdibe olduğumuz için, enerjim bir noktadan sonra bitiyor ve onun hızına yetişemiyordum. Sonuçta hem yaptığım işler yarım kalıyor, hem de Can’ı tatmin edemediğimi hissederek, üzülüyordum.

Bir diğer sıkıntımız da Can’ın kendi yaşıtı çocukları görmemesi ve onlarla iletişime geçememesiydi. Amerika’da bizim oturduğumuz sitede maalesef çocukları dışarıda oynatacak bir alan yok. En yakın park için arabaya binerek 5-10 dakika gitmemiz gerekiyor. Zaten sitede çocuk parkı olsa dahi, küçük çocukların dışarıda beraberce oynaması gibi bir kavram yok. Belki müstakil evlerin yanyana olduğu mahallelerde biraz olabilir. Oralarda bile küçük çocukları çok fazla sokakta göremezsiniz. Genellikle çocukların arkadaşları evlere çağırılır. Evin arka bahçesinde, yüksek çitlerin korumasında, dışarıya erişimi olmayan bir ortamda oynarlar. Çocuklar biraz daha büyüyüp, teenager denilen 10'lu yaşlara gelince arkadaşlarıyla beraber dışarı çıkmalarına izin verilir. Bu nedenle ufak çocuklar genellikle anaokulları aracılığıyla sosyalleşir. Bu nedenle, ailede benzer yaşta çocuklar olmadığı ve arkadaşlar arasında oyun grupları kurulmadığı durumda, ufak çocukları sosyalleştirmenin en kolay yolu anaokullarından geçer.

Sosyalleşme sıkıntısının yanısıra, sürekli evde anneyle oturmak Can’ın konuşma kaabiliyetini de etkilemeye başladı. Son birkaç rutin nde, konuşma hususunda yaşıtlarından geri kaldığını doktorumuz da onayladı. Zira 26 aylık olmasına rağmen sadece 20 kelime kullanıyor. İki kelimeyi birleştirip cümle kuramıyor. Doktorumuz ni önerdi. Yakında ona da başlayacağız. Elbette konuşmada geri kalmasında iki dilli bir ortamda büyümesinin de payı var. Ancak o başka bir yazının konusu olacak.

Anaokulu hikayesine geri dönersek…

İnsanoğlunun öğrenme kaabiliyetinin küçük yaşlarda en yüksek olduğunu hepimiz biliyoruz. Hatta kendi aramızda “Küçük çocukların beyinleri sünger gibidir, ne versen alırlar” gibi sözler söyleriz. Bunu doğru bulmama rağmen, açıkçası anaokulu konusunda çok büyük hırslarım yok. Yani çocuğum 3 yaşında 100'e kadar saysın, 4 yaşında piyano çalsın, 5 yaşında yazmayı öğrensin diyerek en güzel çağlarını zehir etmeyi düşünmüyorum. Bence ilkokul öncesi çocuğu oyun çağındadır ve oynayarak öğrenir. Anaokulunun en büyük fonksiyonu çocuğun sosyalleşmesi ve ileriki yaşlarda başlayacağı eğitim hayatına yakınlık duymasıdır. Bu arada okul ortamında kendisine yaşam boyunca yardımcı olacak özbecerilerini de geliştirir. Bu süreçte ailenin görevi çocuğa seçenekler sunarak kendi potansiyelini keşfetmesine fırsat vermektir. Elbette çocukta üstün beceriler görülürse, çocuğun da ilgisi ve isteği varsa o beceriler desteklenebilir. Ancak olmayan beceriler zorla yaratılmaya çalışılmamalı bence.

Bu düşünceleri aklımızda tutmak kaydıyla ve yukarıda verdiğim koşulları da göz önüne alarak, Can’ın anaokulu için hazır olduğuna karar verdik. Önce şu okul, bu okul diye araştırmalar yaptık. Okulların özelliklerini alt alta yazdık, inceledik. Ancak seçenekler o kadar çoktu ki, kafamız karıştı. Geçen okul döneminde Kuzey’in işyerinin hemen yakınındaki bir anaokulunu ziyaret ettik. Eğitimi yerinde gördük, okul yöneticisiyle konuştuk. Yaptıkları aktiviteleri öğrendik. Sonunda o okulu seçmeye karar verdik.

Can’ın gideceği okul Montessori felsefesini uyguluyor. Çocuk yetiştirme konularıyla hep ilgili olmama rağmen, ne yalan söyleyeyim, Montessori’yi ilk kez BebekveBen’i yazmaya başladıktan sonra duydum. Bir de Türkiye’den arkadaşlarım veli insiyatifinde kurulan ilk Montessori okulu olan Küçük Kara Balık Çocukevi‘nde aktif olarak görev yapıyorlardı. Facebook hesabımda ara ara onların toplantı çağrılarını görüyor ve yaptıkları aktiviteleri ilgiyle izliyordum. Montessori’ye oradan bir kulak dolgunluğum oluştu. Can’a anaokulu seçme zamanı gelince bu felsefeyi daha derin olarak araştırdım. Bizim bir anaokulundan beklediklerimizle örtüştüğünü gördüm ve çok sevindim.

Yaşadığımız şehirde pek çok Montessori okulu bulunmasına rağmen, bizim ziyaret ettiğimiz okul yeni kurulmuş bir okuldu. Binası gıcır gıcır, eğitim materyalleri yepyeni, çevre düzenlemesi güzeldi. Bütün bunlar bir yana, en başta eğitim felsefesi aklımıza yattığı ve yer açısından da çok pratik olduğu için diğer seçenekler kendiliğinden elendi. Sonuçta Can Montessori’li olacak.

Ülkemizde yeni yeni tanınmaya başlayan Montessori’nin ne olduğu hakkında dilerseniz kısa bir özet vereyim:

Montessori, İtalyan doktor ve eğitimci Dr. Maria Montessori (1870 – 1952) tarafından geliştirilmiş bir eğitim yaklaşımı. 1896 yılında İtalya’nın ilk kadın doktoru olarak tıp okulundan mezun olan Montessori, zaman içinde geliştirdiği ve dönemin koşullarına göre oldukça yenilikçi olan eğitim felsefesini 1907 senesinde açtığı ilk sınıfında uygulamaya başlıyor. Montessori yaklaşımı, Maria Montessori’nin çocukların doğal ortamında yaptığı gözlemler, çocukların çevreleriyle, eğitim materyalleriyle ve derslerle etkileşimleri sonucunda gelişiyor.

Bugün Montessori metodu dünya üzerinde 7.000'den fazla okulda uygulanıyor. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de sadece 2 tane Montessori anaokulu var. Büyük yaşlara uygun bir okul olmadığı için ülkemizde Montessori’nin daha çok ufak çocuklara yönelik olduğu düşünülüyor. Aslında Montessori metodu, doğumdan 18 yaşına kadar tüm çocuklar için geçerli eğitim yaklaşımları öneriyor.

Montessori felsefesi bağımsızlık ve çocuğun doğal psikolojik gelişimine saygıyı öngörüyor. Felsefenin temel değerleri şöyle:

Montessori sistemi çocuk gelişimi için oldukça faydalı olduğuna inandığım yaklaşımlar içerse de, bizzat bu yaklaşımlar nedeniyle bazı uzmanlar ve ebeveynler tarafından eleştirilebiliyor. Montessori sistemine en sık gelen eleştiriler şöyle:

Montessori sisteminin eleştirisi işte böyle. Sonuç olarak biz her iki yönünü de değerlendirdik ve Montessori’nin Can için uygun bir eğitim yaklaşımı olduğuna karar verdik. Özellikle ilkokul öncesi çağı için Montessori, beklentilerimizi karşılıyor. Elbette sistemin içindeyken de değerlendirmesini yapacağız. İlerleyen aylardaki izlenimlerimi ayrıca paylaşacağım.

Önümüzdeki hafta bizim için çok büyük bir hafta olacak. Ana kucağı dönemini kapatıp, bambaşka denizlere yelken açıyoruz. Bize şans dileyin… İhtiyacımız olacak…

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Bir Denklem: (Bebek + Havuz = Deli İşi)

Yaz geldi. Havanın sıcaklığına höfff-pöfff edip, evde miskin-miskin oturuyorsunuz. Deniz ve havuz fikirleri tatlı tatlı dimağınızı kaşındırıyor. İçeceğini eline alıp şezlonga kurulmuş kadınlar, suyun içinde cıbı-cıbı yüzen çocuklar ve neşe içinde barbekü yapan adamlar. Hava pırıl-pırıl. Fonda hareketli bir müzik çalıyor. Hayali bile güzel değil mi? Şeytan diyor ki giy bikinini, at çantaya havlunu, güneş yağını, Dan Brown’unu… Tak şıpıdık terliklerini ayağına. Doğru su kenarına… Ahhh! Anladım… Siz bekarsınız ya da “evli ve çocuksuz” dediğimiz familyadan. Hani şu yıkandıktan sonra ütü istemeyen “dertsiz” masa örtüleri var ya… İşte tam onun gibi

Yaz mevsimi geldiğinde benim gibi evli ve çocuklu kadınları deriiin bir düşünce alır. Yaz, tatil yapmak, hele hele içinde “deniz ve havuz” kelimeleri geçen bir tatil bizim için ekstra çalışma ve yorgunluk demektir. Yine de kendimizi bu tür ortamlara girmekten alamayız. Ne de olsa çocuğumuzun büyümesi, gelişmesi ve hayattan zevk alması için bol bol suya girmesi, yerlerde debelenip ağzına/burnuna kum kaçırması ve eve geldiği anda bir köşeye fırlatılıp unutulan deniz kabuklarından toplaması gerekir. Dur, o kadar nankör olmayayım. Çocuğunuz bu işleri yaparken siz de suya bir batıp-çıkarsınız işte. Zaten fedakar annenin fazla çalışmaktan her daim hararet yapan beynini serinletmek için o kadarı da yeterlidir.

Bunları neden anlatıyorum? Efendim, pazartesi günü bizim buralarda tatildi. Koca kişisi evde ve hava da güzel olunca bize bir deli cesareti geldi. Bebek-çocuğumuz olduğunu unutup, bari havuz sezonunu açalım dedik. Lakin öyle hemen havuza gitmek yok. Zira önce güneşin etkisinin geçsin de, bebe yanıp, kavrulmasın diye için akşamüstü beklenecek. Biz de bu arada havuz başında besleneceğimiz mamaları hazırlamaya karar verdik. Menümüzde balık ve patates salatası var. Patates salatası kolay. Patatesleri haşla, bir demet maydanoz, bir demet yeşil soğan doğra, biraz da baharat. Hooop salata hazır. Balıklar da zaten havuzun demirbaşı olan barbekülerde yapılacak. Böylece kokusu falan da eve sinmeyecek. Lakin bu malzemeleri taşımak için bir çanta lazım. Patates salatası dibe, üzerine balık, balığı ızgarada çevirmek için maşa. Tabak koyalım, çatal-kaşık… Eh güneşin altında susanacak, öyleyse 3-4 pet şişe su. Peçeteyi de unutmayalım. Ohhh! Şimdiden halter gibi oldu.

Gelelim annenin çantasına… İlk olarak bebeğe bir kat temiz kıyafet konulacak ki havuzdan çıkıp yemek yerken üşümesin. Eh, “adı anılmaması gerekli şeyleri” (Heri Potır’a selamlar) istemeden havuza bırakmasın diye takılan bezin yedeği. Annenin, babanın ve bebenin battal boy havluları… Güneş yağı… Bunlar asgariler… Annenin maceraperestlik katsayısına göre o çantaya kitap, örgü, Ipad, Kindle vs. gibi muhtemelen kullanılmayıp aynen geri getirilecek eğlencelikler de konulabilir.

Üçüncü bir çanta da bebeye… Kolluğu, şişme simidi, üzerine giydirilen can yeleği bozması zamazingo… Ayrıca havuzda sıkılıp üç kuruşluk keyfimizi bize dar etmesin diye top, suda yüzen plastik gemicikler, kova-kürek… Ne o, havuza teşrif ediyoruz. Allah o havuzun sakinlerini bizden korusun.

Bütün bunlar hazır olunca bebenin altı temizlenir, havuz bezi takılır. Şort mayosu ve UV filtreli uzun kollu bluzu giydirilir. Açıkta kalan yerlere itinayla güneş yağı sıvanır. Bu arada babanın mayosunu bulamamasından kaynaklanan ufak çaplı bir kriz, annenin el atmasıyla çözülür. Nihayet anne de havuza gitmek için mayonun şart olduğunu idrak ederek giyinir. Ha gayret, şimdi gidiyoruz.

Tam kapıdan çıkılacakken bebenin ayaklarına yeni alınan sandaletin ortada olmadığı fark edilir. Ayağı çıplak kalmasın diye, usülen eski sandaleti giydirilir. Yürürken minik parmakları yere sürtüp canı acımasın diye bebeyi taşıma görevi babaya verilir. Anne 3 büyük çantayı ve şişirilmiş simidi eline alarak yürümeye başlar. Eşyaların ağırlığından kolları maymun gibi uzamıştır, ancak, taşıdığı nevalenin çokluğundan vücudu ortada gözükmeyip, “mucizevi bir şekilde kendi kendine yürüyen eşyalar silsilesi” haline geldiği için bunun pek de önemi yoktur.

Havuz kenarına varılır. Bir hevesle barbekü alanına bakıldığında barbekülerin yerinde yeller estiği görülür. Anlaşılan havuz yönetimi yaz döneminde barbekülerin çok da kullanılmayacağını!!! düşünerek onları ortadan kaldırmayı uygun görmüştür. Sağlık olsun denebilir de, sağlık olması için balığın bozulmaması gerekir. Baba bebeyi anneye verir. Tıpış tıpış evin yolunu tutar. Aynı dakikalarda anne aceleyle kıyafetlerini çıkarmış, bebeğin üzerine can yeleğini teptirmiş ve suya adım atmıştır. Ay, ay! Su da beklediğimden soğukmuş.

Anne ile 25 aylık bir bebeğin suda dansını gördünüz mü hiç? Dünyanın en seyredilesi manzarası. Bizdeki şöyle ceyeran ediyor: Geçen sene Can şişme simidini yeterince kullandığından, artık can yeleği ve kolluklarla da olsa yüzmeye başlaması gerektiği kanaatindeyim. Ancak kendisi henüz o kanaatte değil. O daha ahtapot misali anneye sarılma ve suda ağzıyla baloncuk yapma gibi faaliyetleri tercih ediyor. Bir de eğer havuzun kenarına bırakırsanız, Garfield gibi taşlara yapışmayı da seviyor. Bunun boyu uzun ya, millet büyük birşey zannediyor. Neden konuşmadığını ve bebek gibi davrandığını anlayamıyorlar. Nihayet meraktan çatlayıp da sorduklarında henüz 2 yaşına girdiğini öğrenince wow! diyorlar.

Biraz sonra baba da bize katılıyor. Artık havuzdaki dansımız üçlü bir itişmeye dönüşüyor. Ben Can’ın boynuma dolanan ellerini uzaklaştırmaya çalışıyorum. O da can havliyle babaya yapışıyor. Ardından vicdansız anne, oğlanı babadan ayırmaya uğraşıyor. Baba yüzme konusunda daha temkinli. “Aman çocuğu korkutmayalım” noktasında. Bu arada “Acaba yüzme okuluna mı versek?” demeyi de ihmal etmiyor. Can’ı “ayaklarını çırpsana çocuğum” diye teşvik ederken, aklıma ailemizde bir efsane gibi anlatılan “dedemin babama yüzme öğretme hikayesi” geliyor. Oğlunun beline, ucuna ip bağladığı bir simidi takıp, hop diye İstanbul Boğazı’nın serin sularına atan bir dedenin torunuyum ben. Babam sonradan çok güzel yüzmüş o ayrı. Ancak boğazın o meşhur akıntıları babamı alıp götürseydi, bugün bu blogu kim yazardı bilmem… İşte aileden gelen o deli cesaretiyle, yüzme okulu hikayesini başımıza sarmadan önce çocuğuma yüzmeyi öğretmeyi en azından denemek istiyorum. Bakarsın sezon sonunda bizimkisi cıbı-cıbı yapmaya başlar. Paramız da cebimizde kalır, fena mı?

Az sonra bizim oğlan tir tir titremeye başlıyor. Tamam su soğuk, ama, o kadar da değil. Biraz korkudan, biraz da üşümekten titrediğini tahmin ediyoruz. Azıcık ısınsın diye dışarı çıkarıyoruz. Sudan çıkınca bizim veledin keyfi yerine geliyor. İlla muzurluk yapacak ya, topunu havuza atmak için hamle ediyor. Eyyyvah! Kaşla göz arasında beton zeminde düşüp, dizlerini kanatıyor. Dakika 25, bizim havuz sefası sona eriyor.

Yavruyu üşümesin diye dolma gibi sarıp acilen evin yolunu tutuyoruz. Eve varınca baba ile bebe doğru banyoya. Anne ise ıslak mayosunu düşünmeden, tüm ailenin banyodan sonra giyeceği kıyafetleri hazırlamak, çantaları boşaltmak, ayaklara dolanan fazla oyuncakları toplamak, havluları asmak, bu arada bir makina da çamaşır başlatmak gibi rutin!!! aktiviteleri yapıyor. Baba ile bebe temize çıktıktan sonra anne nihayet banyoya giriyor. Bebenin mayosunu ve can yeleğini yıkamak, asmak, banyoyu toplamak gibi faaliyetlerden sonra ancak kendini yıkayabiliyor.

Ne o, 30 dakika havuz keyfi! yaptık. Hazırlanmasıydı, gitmesiydi, eve dönüp toparlanmasıydı derken 3 saati buldu. Dikkat ederseniz havuz başında yemek falan yemek de kısmet olmadı. O da yapılsaydı bulaşıkların yıkanması da havuz faaliyetlerine eklenecekti. Şimdi anlatabildim mi “bebekle havuza gitmek neden deli işi?” Ya da konsepti biraz daha genişletirsek “Yaz geldiğinde evli ve çocuklu kadınları neden deriiin bir düşünce alıyor?”.

Bunları biz çocukken annem de yapardı, ben de yapıyorum, ileride bir kızım olursa ve o da anne olursa muhtemelen o da yapacak. Ha bunları neden yazıyorum? Şikayet ettiğimden falan değil, anaların rutin bir yaz mevsimini anlatayım dedim. Maksat genç nesiller görgülensin, topluma bir hizmet olsun. Şimdi izninizle ben kaçayım. Daha oğlumun uff olan dizlerini öpücük ilacıyla iyileştirmem gerek… Çok meşgulüm çoook…

Sağlıcakla kalın

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Bebek Bezinin Anatomisi

Hazır bez mi? Kumaş bez mi? Günümüzde pek çok yeni ebeveyn için böyle bir soru mevcut bile değil. Annelerimizin zamanındaki bez kaynatmalara, sızdırmasın diye üzerini muşambayla kaplamalara, ucu açılıp bebeğin pamuk tene batan çengelli iğnelere dönmek istemiyoruz. Haklıyız da… Annelik zaten zor zenaat. Bir bebeğin tuvalet eğitimi alana kadar ortalama 6,000 bez değiştirdiği düşünülürse, neden kendi elimizle hayatımızı zorlaştıralım ki?

Hatırlarsanız daha önce nı değerlendiren bir yazı yazmıştım. O yazımda her iki tercihin kullanım kolaylığı, maliyeti ve çevreye etkileri üzerinde durmuştum. Yazımı yayınladıktan sonra kendisi de yakın geçmişte bebek sahibi olan arkadaşım Berrak, “Herşeye değinmişsin, ama, bebek bezi içindeki toksik maddelere çok da anlatmamışsın.” dedi. Haklıydı da… Bebek bezinin içeriğine dair tartışmaları daha önce duymuş, ancak bu konuda derinlemesine bir araştırma yapmaya vakit bulamamıştım. İşte bu yazımda bu konuyu ele alıyorum.

Bir bebek bezini makasla ortadan kestiğimizde 3 ana katmandan oluştuğunu görüyoruz:

Hazır bezin dış katmanı polietilen’den oluşmuştur. Polietilen, yemeklerimizin üzerini kapadığımız streç filmle benzer içeriğe sahip, plastik bazlı (plastic resin) bir sentetik maddedir.

Sağlığa etkisi: Zararsız olarak kabul edilmektedir.

Hazır bezin bebeğinizin tenine değen iç katmanı polipropilen’den yapılır. Termal iç çamaşırlarında da bulunan polipropilen, plastik bazlı bir sentetik maddedir.

Sağlığa etkisi: Zararsız olarak kabul edilmektedir.

Hazır bezin orta bölümündeki pamuğa benzer doku, kağıt hamurudur. Hazır bezlerin ilk dönemlerinde, emici kısmın tamamı, doğal bir madde olan kağıt hamurundan yapılıyordu. Ancak kağıt hamurunda sızdırma problemi oluşabiliyor ve sızdırmaması için bezin içine oldukça kalın bir tabaka yerleştirilmesi gerekiyordu. Teknoloji geliştikçe çok daha emici olan sentetik maddeler üretilerek, kağıt hamuruna eklenmeye başladı.

Sağlığa etkisi: Zararsız olarak kabul edilmektedir.

Günümüz hazır bezlerinin orta katmanına yakından baktığımızda, bezin kuru kalmasının “süper emici polimer” adı verilen bir madde sayesinde olduğunu görüyoruz. Kuruyken lifli bir yapısı olan bu madde, ıslandığı zaman küçük kristalimsi toplar haline gelip, kendi ağırlığının 200-300 kat fazla sıvıyı içinde hapsetme özelliğine sahiptir. Hazır bez üreticileri kağıt hamuru ve süper emici polimeri uygun oranlarda karıştırarak günümüzün sızdırmaz (ya da nadiren sızdırır diyelim) hazır bezlerini icat etmiştir.

Sağlığa etkisi: 1970'li yılların sonu-1980'lı yılların başında, SAP maddesi içeren tamponları kullanan kadınlarda, kimi zaman ölümcül olabilen “toksik şok sendromu” görülmüştür. SAP maddesi bebek bezlerinde kullanılınca, bebeklerin de toksik şok sendromu yaşayabileceği düşünülmüştür. Daha sonra toksik şok sendromunun SAP maddesinden değil, tamponun kullanım şeklinin yarattığı bakteriyel ortamdan oluştuğu anlaşılmıştır. Ayrıca bebek bezi tampon gibi vücudun içine değil, dışına yerleştirilir. Genel olarak SAP maddesinin zararlı olmadığı düşünülmektedir. Başka bir deyişle, toksik olduğuna dair yeterli bilimsel veri bulunmamaktadır. Ancak SAP maddesini koklamak solunum yollarını rahatsız edebilir.

Hazır bezlere beyaz görünüşünü vermek için kullanılır.

Sağlığa etkisi: Bezin büyük kısmını oluşturan kağıt hamurunu beyazlatma sürecinde kullanılan klor, dioksin (dioxins) adı verilen toksik maddeden emebilir. Yapılan hayvan deneylerinde dioksinin hormonal sistemlerde değişim yarattığı, fetüs gelişimini etkilediği, üreme yeteneğini düşürdüğü ve bağışıklık sistemini zayıflattığı görülmüştür. Dioksine yüksek miktarlarda ve uzun süre maruz kalmanın kanser riskini artırdığı düşünülmektedir.

Dioksin yaşadığımız çevrede pek çok yerde de bulunur. Yediğimiz yiyeceklerin bazılarında (özellikle hayvansal gıdaların yağlı kısımları ve süt ürünleri) dioksin vardır. Çöplerin yakılarak yok edilmesi sırasında da bu kimyasal ortaya çıkar. Peki bebek bezindeki dioksinden korkmalı mıyız? Yapılan bir araştırmaya göre, emzirilen bir bebeğin anne sütü dolayısıyla aldığı dioksin miktarının hazır bez kullanarak maruz kaldığı dioksin miktarından 30,000-2,200,000 kat daha fazla olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla, dioksin maddesi toksik bir madde olmakla beraber, bebek bezinin içindeki eser miktardaki dioksinden endişe etmeye gerek yoktur. Yine de bu veri sizi tatmin etmediyse, klor ile beyazlatılmamış hazır bezler tercih edebilirsiniz.

Bazı bebek bezlerinin üzerinde bulunan çizgi film karakterleri ve bezin ıslak olup olmadığını gösteren çizgi çeşitli boya maddeleriyle yapılmaktadır. Bu amaçla sık kullanılan boyalar Mavi 106, Mavi 124, Sarı 3 ve Turuncu 3'dür.

Sağlığa etkisi: Boyalar genelde zararsız olarak kabul edilmekle birlikte, nadiren, bazı bebeklerde alerjik reaksiyona sebep olabilmektedir.

Kimi bebek bezi üreticileri, nahoş kokuları maskelemek için ortadaki emici yüzeyle su geçirmez dış yüzey arasına çeşitli parfümler eklemektedir. Bu parfümler genellikle sitral (citral) denen, limon kokusuna benzeyen ve limon/portakal yağlarında bulunan bir maddeden yapılır.

Sağlığa etkisi: Parfümler genelde zararsız olarak kabul edilmektedir. Ancak çok nadir durumlarda alerjik reaksiyona sebep olabilirler. Amerika’daki kanunlar gereği bebek bezindeki parfümün içeriği ticaret sırrı kapsamındadır ve firmalar içeriğini açıklamak zorunda değildir. Bu nedenle, eğer bebeğinizde parfümlü bir hazır bezden dolayı alerjik reaksiyon gözlenmişse, parfüm içermeyen bir markaya geçerek bu riski ortadan kaldırabilirsiniz. Parfümlü bezleri almaya devam etmek istiyorsanız, parfümün içeriğini açıklayan, güvenebileceğiniz bir marka ile yolunuza devam edebilirsiniz.

Kimi firmalar bebeğin tenine değen iç katmana aloe, e-vitamini ve pişik kremlerinde bulunan maddelerden eklemektedir.

Sağlığa etkisi: Aloe ve e-vitamini cilde faydalı maddelerdir. Pişik kremi içeriğindeki maddeler de genelde zararsız olarak kabul edilmektedir.

Hazır bezlerin bebek sağlığına zararlı olduğuna dair günümüz koşullarında bilimsel bir veri bulunmamaktadır. Ancak bilim, yapısı itibarıyla sorgulamaya ve gelişmeye açık olduğundan %100 bir kesinlikten bahsetmek mümkün değildir. Bebek bezinin bileşimindeki bazı maddelere uzun süreli ve yüksek oranlarda maruz kalındığında potansiyel sağlık riskleri oluşabilir. Alerjik bünyeler bu risklerden daha çok etkilenebilir.

Hazır bez kullanan bazı bebeklerde alerjik reaksiyon görülmekle beraber, bu reaksiyon genellikle bezin kendisinden değil, hatalı kullanımdan ileri gelmektedir. Bebek bezinin doğru kullanımı için:

- Bebeğin altının yeterince sık değiştirilmesi, ıslak bezle uzun süre bırakılmaması

- Kirli bez alınıp, bebeğin poposu temizlendikten sonra, iyice kurulanarak yeni bezin takılması

- Pişik kremi sürmeden önce bebeğin altının kuru olduğuna dikkat edilmesi

- Enfeksiyonların önlenmesi açısından tüm bebeklerde ve özellikle kız bebeklerde temizliğin önden arkaya doğru yapılması

- Yenidoğanlarda göbek bağı düşmeden önce bebek bezinin bel kısmının katlanarak göbek bağının havayla temasının sağlanması gerekmektedir.

Can’a doğduğundan beri hazır bez kullanıyorum. Şu ana kadar herhangi bir şikayetim olmadı. Organik bir marka kullanmıyorum. Kullandığım standart bir piyasa markası. Hazır bezin parfüm kokmasının ya da ilave kozmetik madde içermesinin çok da gerekli olduğunu düşünmüyorum. Bebek teni zaten mucizevi bir şekilde taze, yumuşak ve güzel kokulu…

Kumaş bezlere fikir olarak karşı değilim. Yeni kumaş bezler annemizin dönemindeki gibi değil. Oldukça kullanışlı ve şıklar. Hazır bezlerden şikayetçi olan bazı kişiler kumaş beze geçtikleri zaman rahat ettiklerini söylüyorlar. Ancak kendi adıma kumaş bezleri suya basacak, makinada yıkayacak ve kurumasını bekleyecek kadar zamanım ve sabrım olmadığını düşünüyorum.

Can’ın bezini sıkça değiştiriyorum. Çişi belki biraz bekleyebiliyor, ancak kakasını fark edince hemen değiştiriyorum. Şimdiye kadar sadece birkaç kez pişik vakamız oldu. O da genelde sıvı kakanın popoyu yakmasındna oluştu. Pişik kremi kullanınca hemen geçti. Can’ın yakında tuvalet eğitiminin tamamlanmasıyla bez dönemini kapatacağımızı umuyorum.

Hazır bezle ilgili olarak bir tek konu içime sinmiyor. O da çevreye verdiği zarar. yazımda, çevre etkisi açısından herhangi bir bez türünün diğerine göre bir üstünlük sağlamadığını zaten söylemiştim. Yine de bu hazır bezlerin doğada biriktiği gerçeğini değiştirmiyor.

Şükür ki hazır bez konusundaki teknoloji gelişmeye devam ediyor. Bazı firmalar doğada çözülebilen (biodegradabile) hazır bezleri çıkardı. Şimdilik diğer bezlerden biraz pahalı olmakla beraber, çevre bilinci gelişip, bu konuda tüketicilerden talep geldikçe üretimlerinin artacağına ve fiyatlarının düşeceğine inanıyorum.

Sağlıcakla kalın

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Hamile Kadın Ne İster?

Ey koca! Ey erkek arkadaş! Ya da yaşamındaki hamile kadını anlamak isteyen sevgili okur!

Eczaneden satın alınan test evde yapıldı. Gözlerini yuvalarından oynatan “iki paralel çizgi” çıktı. Bir de doktara gidildi ve teyit edildi. Tebrikler! Hayatınız daha önce olmadığı kadar değişmek üzere. Belki de bir baba, dayı, amca ya da dede oluyorsun.

Hamilelik, kadın hayatında çok özel bir dönem. Önündeki 9 ay boyunca o yıllardır tanıdığın kadın gidecek. Yerine fiziksel ve duygusal olarak tamamen farklı birisi gelecek. Daha önce baba olmuşsan belki yaşanacaklar hakkında bir fikrin olabilir. Ancak bu duyguları ilk kez tadıyorsan sana müthiş bir hizmetim var:

Hayatındaki hamile kadını anlamak ve onun suyuna giderek, kalbini kazanmak için harika bir el kitabı: Hamile kadın ne ister?

Hamile kadın en önce sağlıklı bir çocuk doğurmak ister. Kiminin gönlünden kız, kiminin gönlünden erkek geçer. Kimisi için de cinsiyeti hiç farketmez. “Sağlıklı olsun, eli-ayağı düzgün olsun da ne olursa olsun” der…

Hamile kadın uyumak ister. Gece, gündüz, kısa ya da uzun… Kafası sürekli yastık arar. Belki de önündeki uzun ve yorucu aylara bir hazırlıktır bu. Şöyle gerine-gerine, rahatsız edilmeden, uyanınca yapılacak işleri dert etmeden uyumak ister. Hamileliğin ileri aylarında karın üstü yatmak ister. Kocaman karnı izin vermez. Hatta çocuğun dolaşımı etkilenmesin diye sırt üstü bile yatamaz. Aylarca ya sağa, ya sola dönerek, uyuşan bir kalçayla uyumak durumunda kalır… Sarıldığı yastıkların onu rahat ettirmesini ister. Ha bir de gece boyunca zırt-pırt gelen çişi yüzünden bunalıp, mümkün olsa sonda taktırmak ister.

Güzel olduğunu, hamileliğin ona yakıştığını duymak ister. Cildinin parladığını, yüzüne bir sakinlik geldiğini, gözlerinin ışıldadığını söylemeni diler. Karnındaki o yuvarlağın çok güzel durduğunu, hala seksi olduğunu duymak ister.

Hamile kadın çalışıyorsa, onu son dakikaya kadar çalışmak zorunda bırakan çatlak bir patronu olmamasını, hamilelik ve süt iznini dilediği gibi kullanabilmeyi diler. Sırf hamile olduğu için ikinci sınıf çalışan muamelesine tabi tutulmamayı, anne olduğu için terfi şanslarını kaçırmamayı bekler.

Gittikçe büyüyen bedenine uyacak ve içinde şık hissedeceği kıyafetler ister. O kıyafetleri her yerde arar, bulamaz. Bazen de sadece 9 ay giyeceği kıyafetler için para harcamak istemez. Kocamın/sevgilimin tişörtleriyle idare ederim der. Tam da o sırada önem verdiği bir partiye ya da bir arkadaş toplantısına davet edilir. Hazırlıksız yakalandığı için, mecburen yine beli rahat olan o meşhur siyah pantalonunu ve robadan bluzunu giyer. Bu kıyafeti daha önce bin defa giymiş olsa da içinde güzel durduğunun söylenmesini ister. Çocuğunu doğurduktan sonra da en kısa zamanda eski kıyafetlerinin içine girebileceğini düşünmek ister.

Hamile kadın ilk aylarda öğürmeden, burnunu tutmadan yemek yiyebilmek ister. Soğan konulmadan yapılan ne kadar az Türk yemeği olduğunu düşünerek hayıflanır. “Keşke bir ahçım olsa da istediğim yemekleri pişirse ya da hep dışarıda yesek de hiç yemek yapmak zorunda kalmasam” diye fantezi kurar. Tüm hamileliğini pilav ve makarna ile geçirirse, 9 ay sonra 1000 kilo olmayacağını ummak ister. Sonraki aylarda iştahı açılınca, kimsenin yediğine karışmamasını, kilolarıyla ilgili yorum yapılmamasını ister. Kış gecesi karpuz, yazın kestane, gece 12'de tüm manavlar kapanınca çilek, kahvaltıda lahmacun yemek ister. Canı çektiği yemekleri nazlanmadan bulup getiren bir kocaya sahip olmak ister. Sarelle kavanozuna kepçe girebilmesini ister.

İlk hamileliğiyse iyi bir anne olacağına inanmak ve bunu yakın çevresinden de duymak ister. Başka çocukları varsa hepsine zaman ayırabilmeyi, onlara eşit ve adil davranmayı ister. Diğer çocuğu küçükse “bebek doğduğunda birinin ağlaması öbürünün uykusunu bozmasa bari” diye umar. Kocasının gece bebeği sallamasını, altını değiştirmesini bekler. Annesinin çocuk bakımında ona yardım etmesini ister.

Sokağa çıktığında her yabancının izin almadan karnını mıncıklamamasını ister. İnsanların hamilelikle ilgili “sen şimdi iyisin, bir de doğurunca gör” ya da “ayyy, karnı burnunda, bu haliyle dışarıya çıkmış” gibi garip yorumlarını kendine saklamalarını ister. Otobüse bindiğinde kendisine yer verilmesini bekler.

Kocasının/sevgilisinin ona ekstra nazik, anlayışlı ve ilgi dolu davranmasını ister. Geçeceği kapıların tutulmasını, elindeki en ufak bir yoğurt poşedinin bile taşınmasını, akşam ayaklarını uzattığında hiç sorulmadan ayak masajı yapılmasını ister. Beklenmedik günlerde kapıyı açtığında karşısında bir buket çiçek ya da bir paket çikolata görmek ister. Emailinde ya da buzdolabının üzerinde küçük aşk notları bulmak ve pazar sabahları sırt ağrısıyla değil, koca busesiyle uyanmak ister. Hamileliğin sadece güzel anlarında değil, zor anlarında da destek olan, midesi bulanıp tuvalete koştuğunda ardından gelerek saçlarını şefkatle tutan bir koca ister. Yaşadığı duygu fırtınalarını anlayan, ona hayatta zorluk çıkarmaktan ya da kapris yapmaktansa, destek olan bir adam ister.

Hamile kadın karnında kelebeklerin uçtuğunu ve ufaklığın bir oraya bir buraya yüzdüğünü hissetmek ister. Ultrasonda bebeğin bacak bacak üstüne atarak keyif yaptığını görmek ister. Hayatındaki o özel adamın karnını okşamasını, doğmamış bebekleriyle yumuşak ve güven verici bir ses tonuyla konuşmasını bekler.

Hamile kadın doğum şeklini özgürce belirleyebilmeyi, bu konuda kendisine eşi, doktoru, akrabaları ya da arkadaşları tarafından baskı yapılmamasını, seçtiği doğum şeklinin eleştirilmemesini diler. Elbette rahat bir doğum yapabilmeyi ister.

Ey baba, sevgili, dayı, amca ya da dede adayı. Eğer bu yazıyı okuyorsan yaşamındaki hamile kadına önem verdiğini tahmin ediyorum. Bu yazdıklarım sana çok görünmesin. Hamile kadın dünyanın en önemli işini yapar. Bu dünyaya “yaşamı” getirir. O nedenle istediği herşey onun hakkıdır. Onu ne kadar rahat ettirirsen o kadar mutlu bir hamilelik geçirir. Mutlu hamile, mutlu bir kadın ve anneye dönüşür. Nihayetinde mutlu bir çocuk dünyaya getirir. Bu bir döngüdür. Bu döngüde senin rolün çok büyüktür.

Bu el kitabınıın çıktısını al, bir daha oku, içine sindir. Çünkü birkaç ay sonra elinde bunu değil, tüm masumiyetiyle sana bakan küçücük bir mucizeyi tutacaksın…

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Bebeğimin Kendine Güvenini Nasıl Geliştirdim?

Can 2 aylık falandı sanırım. Tek yaptığı uyumak, uyanmak, süt içmek, mıçmak ve yeniden uykuya dalmaktı. Bir gün, uykuya daldığı bir anda, o masum suratına bakmış ve dudaklarımdan “Senin hakkında en büyük dileğim bir an önce büyüyüp bağımsızlığına kavuşman ve kendi iradenle hareket etmen.” cümlesi dökülüvermişti. Bilirsiniz o yaşlarda beslenmesi, temizliği, uykusu, kısacası herşeyi bizim kontrolümüzde… Belki anlamsız gelecek ama bunları kendi başına yapacağı günlerin çabucak gelmesini dilemiştim. Ahh! Sanki bu işleri yapmak zoruma gitmiş de şikayet eder gibi oldum. Öyle değil. Sanırım ne demek istediğimi biraz daha açmam gerek.

Bir anne bebeğini 9 ay boyunca taşıyınca onu vücudunun bir parçası gibi algılıyor. Anne için bu algı bebeğin doğumundan sonra da uzun bir süre devam ediyor. Aslında bu algı belli bir ölçüye kadar sağlıklı da. Annenin çocuğuna ilgi göstermesi, şefkat göstermesi, çocuğun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını gidermesi hep bu özel bağlılık sayesinde oluyor. Bebek için de aynı şey geçerli. Hayatının ilk aylarında anneden farklı bir birey olduklarını algılayamıyor. Ancak zaman içinde annenin ötesinde de bir dünya olduğunu ve kendisinin bağımsız bir birey olduğunu keşfediyor. Bebek sahibi olmanın asıl heyecanlı yönleri bence ondan sonra başlıyor.

Ufak bebekler pek minnoş oluyorlar kabul ediyorum. Kendi çocuğum olsun-olmasın bir yenidoğanı ya da ufak bir bebeği kucağıma aldığımda hissettiklerimi tarif bile edemem. Ancak ilk başlarda bebeğinizle aranızdaki ilişki biraz tek yönlüymüş gibi hissediyorsunuz. Yani sizden sevgi, şefkat, koruma gibi son derece yoğun duygular bebeğe doğru yöneliyor. Ancak sizin varlığınız ona güven ve mutluluk verse bile bu duygularını en azından sözlü olarak ifade edemiyorlar. Tek iletişim araçları ağlamak. Bir de ara sıra yakaladığımız ve adeta içimizin yağlarını eriten o gülümsemeleri.

Bebekten randımanı ancak 5-6 aylık olup emeklemeye başlayınca alıyorsunuz. 1 yaşını geçip ayağa kalkmaya ve sizinle oynamaya başlayınca işler daha eğlenceli bir hale geliyor. Hele yürümeye ve konuşmaya başlayınca tadından yenmiyor.

Çevremde gözlediğim kadarıyla Türk aile yapısında ufakları fazlaca koruma ve kollama duygusu var. Özellikle annelerde bu duygu biraz abartılı boyutlarda. O nedenle restoranlarda 3-4 yaşında çocukların hala ağzına kaşıkla yemek sokulduğunu, çocuğun bir ayakkabısını bağlamaktan aciz olduğunu, bir yere giderken yanına alınacak oyuncağın bile anne tarafından seçildiğini görüyorsunuz. Çocukların kendi fikirleri olamazmış gibi davranılıyor. Herhangi bir konuda fikir beyan eden ufak çocuklara “Cık-cık! Bak sen şuna! Büyümüş de küçülmüş…” deniyor.

Annenin ve ailenin korumacılığı daha büyük yaşlarda da devam ediyor. Evlenene kadar eli soğuk sudan sıcak suya girmemiş, bir makarna haşlamayı / bir yumurta kırmayı bile bilmeyen, faturaların nasıl ödendiği konusunda fikri bile olmayan çocuk tipleri hep bizden çıkıyor. Bu çocuklar okul ya da evlilik gibi nedenlerle aileden ayrıldıkları noktada hayatın gerçekleriyle yüzyüze kalıyorlar. Görüyorlar ki yaşam baba ocağında, anne kucağında gördükleri gibi değil. Büyük bir güvensizlik duygusuna kapılıyor, zorluk çekiyor, üzülüyor, bocalıyor ve uyumsuzluk yaşıyorlar. Güvensizlikten kaynaklanan sorunlar iş yaşantılarını, aşk yaşantılarını ve sosyal ilişkilerini etkiliyor.

Bir de kendine güvenin cinsiyetçi boyutları var. “Sen erkeksin, sana herşey serbest” diye egosu gereksiz yere şişirilen, içtiği bir bardak su bile odasına götürülerek el bebek gül bebek büyütülen erkek çocukları, evlenince tüm sorumlulukları eşlerinden bekliyorlar. Eş adeta annenin fonksiyonlarını devralıyor. Bütün pohpohlamalara rağmen erkek çocuklarının kendine güven duygusu sağlıklı bir yönde gelişmediği için, eşine karşı kıskanç ve aşırı korumacı davranışlar gösteriyorlar.

Kız çocukları da ataerkil aile tipinin zorlamasıyla silik, geri planda kalan, isteklerini dile getirmeyen, güvensiz bireyler haline geliyor.

Kısacası geleneksel Türk aile tipinde çocuk ana rahminde değil 9 ay, adeta 19 yıl taşınııyor. Evden ayrılma vakti geldiğinde “doğan” çocuk hayat beklediği gibi çıkmayınca ağlamaya ve çevresindekileri de ağlatmaya başlıyor.

Bireylerin hayatta başarılı olmalarını sağlayan, narsistlik ya da budalalık ölçüsüne kaçmayacak kadar sağlıklı bir güven duygusunun temelleri bence çocuk çok küçükken atılıyor. Belki de bebeklikte bile diyebilirim. Bu nedenle Can’ın büyüme sürecinde en özen gösterdiğim konulardan biri de bir birey olarak varlığının farkına varması ve özgüveninin süratle gelişmesiydi.

Can’ı çok sevmeme rağmen onu hiçbir zaman vücudumun bir uzantısı gibi görmek istemedim. Doğduğu ilk andan beri onu bir birey olarak kabul ettim. Çok küçükken ihtiyaçlarını kendi başına gideremeyeceğini elbette biliyordum. O nedenle ihtiyaçlarını görmesine severek yardımcı oldum. Dikkat ederseniz ihtiyaçlarını gördüm demiyorum. Çünkü bir yenidoğan bile sütü nasıl içeceğini bilir. Tuvaletini yapabilir. Kendi başına uyur ve uyanır. Bunlar içgüdüseldir. Sadece bunları yapmak için yardıma ihtiyacı vardır. O süt ağıza yaklaştırılmalı, yapılan kaka ve çiş temizlenmeli ve uyuması için ona güvenli bir ortam yaratılmalıdır. Ben de annesi olarak bunları yapmasına yardımcı oldum. Tüm ihtiyaçlarını kendi başına karşılayacak noktaya gelene kadar da aynı ilgiyle yardım etmeye ve yol göstermeye devam edeceğim.

Bebekler ve küçük yaştaki çocuklar için de özgüvenin gelişmesi için yapılacak şeyler var. Bunlardan en çok bilinen ve uygulananları kısaca özetlemek gerekirse:

Bir de bunların dışında bizim Can’a uyguladığımız ve faydalarını şimdiden görmeye başladığımız şeyler var. O da çocuğa kendi hayatıyla ilgili kontrol ve aile içinde yapılacak işlerle ilgili sorumluluk vermek. Örnekler verirsem…

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Her evde çocuğa uygun ve güvenli bir şekilde yerine getirebileceği sorumluluklar aranınca bulunabiliyor. Elbette bu yaşlarda ev işlerinde yaptığı yardımlardan bir büyük bir beklentimiz yok. Yardım fikrine alışması, bunları kendi başına becerebileceğine dair güven duygusunun gelişmesi bizim için yeterli. Biraz daha büyüyünce odasını toplamasını, bulaşıklara yardım etmesi ve yemek pişirmesini de öğreteceğiz. Elbette gözümüz hep üzerinde olacak.

Dikkat ederseniz erkek çocuğu olması sorumluluklar açısından bizim evimizde herhangi bir ayrım getirmiyor. Bunları her insanın bilmesi ve yapması gereken gündelik yaşam fonksiyonları olarak kabul ediyoruz. Bu şekilde davranarak oğlumuzun gelecekte sorumluluklarını bilen, kendine/yapabileceklerine güvenen ve hayata hazır bir birey olacağına inanıyoruz.

Her bebek sorumluluk alıp, kendine güvendikçe açılan mucizevi bir çiçek… Oğlumun bir birey olması ve yaptıkları bana gurur ve mutluluk veriyor. Ya siz bebeğinizin güven duygusunu geliştirmek için neler yapıyorsunuz?

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Anneler Günü Ne Rezil Bir İcatmış Kardeşim

Herkes bir laf tutturmuş gidiyor. “Anneler Günü ticari bir gün oldu. Yok tüketim çılgınlığı yaratıyor. Yok bir gün değil hergün anneler günü olmalı. Zati hiç sevmem kendisini. Falan da, filan da. (Burayı Anneler Günü’nün ne kadar rezil bir icat olduğuyla ilgili türlü cümleyle doldurun. Konuyu ne kadar uzatırsanız o kadar iyi…) Ama işin garibi, bunları söyleyenler “Yine de anneler gününüz kutlu olsun.” diyerek mesajlarını bitiriyorlar.

Hele gardaşlarım. Arkadaşlarım! Bir durun hele! Germeyin kendinizi öyle… Bir rahatlayın. Sonra da bırakın bu klişe lafları. Cidden her yerde o kadar çok söylendi ki, anlamını yitirdi artık. Ha şurada dünyaya ilan ediyorum: Ben Anneler Günü’ne bayılıyorum. Hatta bırakın Anneler Günü’nü, Babalar Günü, Sevgililer Günü ve başımıza musallat edilen bilumum “ticari güne” sevdalıyım. Neden mi?

Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin. Anneler Günü’nü ticari bulan hangi anne arkadaşım anneler gününde hatırlanmaktan, ziyaret edilmekten, telefonla aranmaktan, bir demet çiçek almaktan hoşlanmaz? Anneler Günü diye şöyle gerine gerine uyumaya, kahvaltımızın ve gazetemizin yatağımıza gelmesine, sonra da kız arkadaşlarımızla bir kafeye gidip, bir yandan miskin miskin kahve içerken, diğer yandan şunu bunu çekiştirmeye kim hayır diyebilir? Hangimiz o minik ellerle özenle çizilmiş resimlere bakmayı, fırfırlı kurdelelerle sarılmış paketleri açmayı, kartları okumayı sevmez? Hatırlanmak, özel hissettirilmek güzeldir. İtirazı olan var mı?

Hediye kısmına gelince. Ananın çocuğundan eşinden aldığı her türlü hediye güzeldir. Hediyenin küçüğü büyüğü olmaz ki. Kimi zaman düşünceli bir söz, kimi zaman bir öpücük, bahçeden toplanmış bir papatya, kimi zaman bir kitap ya da bir kazak. Ne olduğu önemli mi sanki? Hediyenin ticari oyun olduğunu düşünen, hediye almak istemeyen almaz. Kimse “‘İlla hediye al!” diye yakanıza yapışmıyor ki… Tamam her yerde reklamlar vs. insanı bunaltıyorlar bazen. Ancak ticaret bu. Şahsi değil. Kimse sana misilleme yapmıyor. İraden var öyle değil mi? İstemezsen kendi annene hediye almazsın. Çocuklarına da “bana hediye almayın” dersin. Olur, biter. Sanki tüketim çılgınlığı her zaman özendirilmiyor da sadece Anneler Günü mü kabahatli?

Yok ya! Ne öyle “Deliye her gün bayram” misali… E anlıyoruz, anneler her gün sevilsin, sayılsın, hatırlansın. Buna itirazı olan yok zaten. Ancak önem verdiğimiz herşeyi hergün kutlamaya, yüceltmeye çalışsak pratikte nasıl olacak aklım almıyor.

Mesela devlet büyüklerimiz televizyona çıkıp “2014 senesinde Anneler Günü’nü kaldırıyoruz. Bakanlar Kurulu kararıyla her gün Anneler Günü! Haydi bakalım” dese, ne yapacaksınız? Annenizle hergün aynı şevkle ilgilenecek, aynı randımanı gösterebilecek misiniz? Şahsen ben hergün pohpohlanmayı istemem. Bazı şeyler fazla yapılınca anlamını yitirir. Sevgiyi bile dozunda almak lazım. Öte yandan çocuklara da yazık öyle değil mi ef’em?

Bir de gerçekçi olalım. Sevgiyi, saygıyı, hatırlanmayı hergün istiyoruz. Ama hayatın harala gürelesinde o şekilde olmuyor ki. Çocuğumuz yeri geldiğinde bizi üzüyor da, çıldırtıyor da, saygısızlık da gösteriyor. Bunların olmadığını/olmayacağını düşünmek hayalcilik. Böyle bir beklentiye girmek de saçma. Hani her gün Anneler Günü olacaktı? O nedenle özel günler güzeldir. Özel günleri sevelim, koruyalım.

Ayrıca bizim gibi sevgi böcüğü olmayan, anasıyla nadir görüşen, hatta küs olan milyon tane insan var. Ne olur sanki o insanlar senede bir gün de olsa annesini ziyaret etse, kadına hatırlanmak, mutlu olmak, pohpohlanmak için bir fırsat olsa… Küsler barışsa… Fena mı olur?

O yüzden özel günlerde “ben bu ticari oyunlara kanmıyorum” şeklinde, ne kadar zeki olduğumuzu gösterecek beyanatlar vermek için kendimizi kasmayalım. Bırakın Anneler Günü’nü herkes dilediği gibi kutlasın ya da kutlamasın. Ben anama telefon açarım, öbürü brunch’a götürür, beriki annesiyle kahve içer, öteki de Anneler Günü’nde evde kös kös oturur. Kime ne?

ANNELER GÜNÜNÜZ BİR DAHA KUTLU OLSUN! - Fikir dağıtımı bitmiştir, dağılabilirsiniz arkadaşlar!

- Ha sen şimdi bunları yazarak zeki mi oldun?

- Yok kardeşim, ben her sene aynı lafları duyuyor olmaktan dolayı sıkıntımı dile getiriyorum.

- Şimdi sen akıllısın da ben aptal mıyım?

- Yok be güzel kardeşim, “Ticari-micari, ben Anneler Günü’nü seviyorum” diyorum. “Ayrıca doğumgünü, sevgililer günü ve yılbaşını da, hatırlanmayı seviyorum”…

- Sen yoksa tüketimi mi özendirmeye çalışıyorsun? Hangi firmanın reklamını yapıyorsun sen?

- Ne firması benim güzel kardeşim? Sen yazıyı okumadın mı?

- Yok yok, kesin ticari ve tecimsel bişi çıkacak bunun altından…

- @#!%^%!!!!

- Dur kaçma, hangi firmaaaa?

İyi akşamlar sayın seyirciler! Haberleri veriyoruz, önce özetler. Bu sene Anneler Günü ilginç bir sokak gösterisine tanık oldu. Anneler Günü’nü sevdiğini ilan edecek kadar pervasız olan BebekveBen isimli blogcu, Anneler Günü karşıtları tarafından hırpalandı. Kafasına kalp şeklinde vazo ile vurularak sersemletilen talihsiz blogcu, cep telefonundan “Sen varken ben yoktum. Sen açken ben toktum. Şimdi de, sonra da başımın tacı annem.” mesajını 20 kişiye göndermeye zorlandı. Aldığı darbeden dolayı sersemleyen blogcunun çöktüğü yerin çevresinin ticari gül demetleriyle çevrelenmiş olması dikkat çekti…

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Anasına Bak Kızını Al(mı?)

İki adım yürüdükten sonra şişen ayak bileklerim, fazla ayakta durmaya, aynı pozisyonda uzun süre oturmaya ya da yatmaya, hele ki ağır taşımaya hiç gelemeyen belim ondan miras. Eskiden bizi ayırmak kolaydı. İnce uzun olan kızı, orta boylu hafif toplu olan anası derlerdi. Ama şimdilerde o genç kızlıktaki incecik vücudumdan eser kalmadı. Seneler geçtikçe kilolar alınıyor. Alması kolayken, vermesi de zor oluyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de saçımı kulak hizasında kestirdim. İki hafta önce alışveriş merkezine giderken asansörde aynaya bakıştık. Aynı o olmuşum. İkizi gibi… Zaten telefonda sesimizi kimse ayırdedemez. Tam da “anasına bak, kızını al“…

Fiziğimiz böyle benzeşirken huylarımız, zevklerimiz hiç benzeşmez. Beraber alışverişe çıkarız. Beğenerek birbirimize gösterdiğimiz şeyler tamamen ayrı tellerden çalar. Yıllar boyunca zıt şeyleri birbirimize beğendirmeye çalışıp durduk. Son senelerde moda zevklerimizin uyuşması ihtimalinden umudu kesti. Artık benim beğendiğim tarzda, ve nasıl da yapıyorsa vücuduma cuk diye oturan şeyler hediye ediyor canım benim. (Ya da belki benim tarzım gizlice onunkine yakınlaştı?)

Ev işlerinde pek bir hamarattır. Kardeşimin senelerdir anlattığı bir hikayesi var. Her dinleyişimizde gülüşürüz: Bir akşam geç saatte annem, nereden estiyse???, yerleri temizlemek istemiş. Sessizce yer kovasına su doldurmuş, emekleme pozisyonunda yerleri siliyor. Üzerinde de sanırım siyah bir kıyafet varmış. Kardeşim de ondan habersiz, odasında otururken koridora çıkmak istemiş. Annemin yerleri sildiğini bilmediği ve koridor da hafif loş olduğu için EVE SİYAH BİR KÖPEK GİRMİŞ ZANNETMİŞ. Çığlığı basmış. Neredeyse aklını yitiriyormuş. (Belki de odasında korku filmi izliyordu…Kujo falan…) Bu olayı anlatınca babam da “Aman oğlum. Bilmez miyim! Herkesin eşi bir odaya dümdüz yürüyerek girer, bizim hanım yere çökmüş geri geri emekleyerek girer. (yer silme pozisyonu) Ben yıllardır alıştım bu duruma…” demez mi… Hem temizliği hoşumuza gider. Hem de böyle inceden takılırız. Hiç kızmaz bize canım annem.

Anlayacağınız, her türlü temizlik bezi adeta “annemin elinin doğal bir uzantısı” gibi dururken benim temizlik bezlerim düzenli bir şekilde katlanmış olarak annemi bekler. Belki de senelerce yüksek dozda temizliğe maruz kalmaktan dolayı bende bir anti-temizlik geni gelişti. Öyle ki, arada temizlik yapma hissi geldiğinde, oturup geçmesini bekliyorum. Şaka bir yana aslında ben de temizliği severim… Hijyen gerekli her noktada (mutfak-banyo) temizliğe varım. Ama fazlasını yapmam. Hele ki temizliği hobi haline hiç getirmem. Gerektiği kadar…

Benim elimde sıklıkla görebileceğimiz uzantı temizlik bezi değil bilgisayar mouse’udur. Annemse teknoloji içeren her durumda “nükleer atık parçasını tahta çubukla dürtüp, sonra da protonlardan koşarak kaçan hurdacı” gibidir. (Lütfen bu haberi hatırladığınızı söyleyin. Hatırlamayanlar için) Belki de haksız değil. Sanki onların döneminde bu kadar çok teknolojik alet var mıydı? En fazla televizyon ve telefon.

Annem herkesi memnun etmeye çalışır. Bu nedenle yorulur, yıpranır, üzülür. Sağlığını ihmal eder. Ben ise hayatta herkesi memnun etmenin mümkün olmayacağına inanır, memnun olmaya niyeti olmayan insanlar için kendimi yıpratmam.

Yetenekler konusu da ilginç. Mesela mutfaktan konuşalım. Annem çok güzel yemek yapar. Mantı, sarma, el açması börek… Aklınıza ne gelirse. Mmmm! Yazarken bile canım çekti. Ben de onu gözleye gözleye bir şekilde yemek yapmayı öğrendim. Bekarken pek elimi mutfağa sürmemiş olsam da evlendikten sonra senelerin birikimi bir patlama şeklinde tencerelere dolmaya başladı. İşin garibi bizim ailede hala kimse benim yemek yaptığıma inanmaz. Evleneli 10 seneyi aşmasına rağmen yaptığım her yemekte “Bunu sen mi yaptın? Başka yemek biliyor musun?” diye sorarlar. Annemle her chat yapışımızda “Bugün ne yemeğin var?” diye sorar. Çeşitleri az bulursa, “Bir çorba da yapaydın. Pilav da ekle” diye talimatlar verir. Sonra da “Onu yapmak çok kolay, dur tarif edeyim” diye malzemeleri bir bir saymaya başlar. İşte böyle…

Kimi konularda benzeşsek, kimi konularda ayrılsak da annem benim en iyi arkadaşım, sırdaşımdır. Bana göre dünyanın en şefkatli insanı, en iyi dinleyicisidir. Dışarıda fırtınalar kopsa annemin eteğine şöyle bir uzanır, o saçlarımı okşarken huzur bulurum ben.

Can’a hamile kaldığımdan beri aklımda tek bir düşünce var. Acaba ben de annem kadar iyi bir anne olabilecek miyim? Sanırım bunu zaman gösterecek ve elbette bunu Can değerlendirecek…

Analarınızın kıymetini bilin. Hele ki yakınlarda oturuyorsanız bugün mutlaka koşun, ziyaret edin. Ben bu sene de Anneler Günü’nü telefonda ya da en iyi ihtimalle chatte kutlayabileceğim. Memleketten uzakta yaşamanın en zor yanlarından biri de bu…

Başta kendi annem olmak üzere, dünya üzerindeki tüm annelerin bu özel gününü kutluyor, ellerinden ve yanaklarından öpüyorum… Babaannem, Nedret halam, büyük anneannem ve Kuzey’in anneannesi başta olmak üzere bizi yetiştiren, bizde iz bırakan, kaybettiğimiz tüm annelerimizi de hasretle anıyorum.

ANNELER GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN!

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

Kocam Bebeğin Bakımına Yardım Etmiyor

Türk aile yapısında sık duyduğumuz bir şikayet: Kocalar bebek bakımına yardım etmiyor. Kendi çocuğunu bir kez bile kollarına alıp uyutmamış, bir kase yoğurt yedirmemiş, alt bezini değiştirmemiş babalar var. Bizim çilekeş anne de bloglarda, sosyal medyada çocuğunu slingde taşıyan, karısına kahve yapan, haftasonları keyif uykusu yapmasına imkan tanıyan babalara gıptayla bakıyor. Kocası yardım etmeyen kendisi gibi talihsiz anneleri çevresine toplamış, ağlanıyor da ağlanıyorlar…

Zaten “yardım etme” kelimesi başlı başına arızalı bir kelime. Bana göre yardım etme kelimesi şunu çağrıştırıyor: Çocuğa bakmak kadının esas sorumluluğumuş da erkek de ona yardımcı olan bir kişi konumundaymış gibi. Hani erkek yardım edebilir de, etmeyebilir de… Kadının işi mecburi, erkeğinki ise opsiyonel.

Kusura bakmayın biraz sert bir giriş oldu. Niyetim kimseye laf etmek değil. Ancak bu işte bir terslik var gibi geliyor. Hani Çin işi Japon işi bunu yapan iki kişiydi? Bazı erkekleri çocuk doğduktan sonra etkisiz eleman haline getiren nedir?

Bu yazımda çocuk bakımında işbölümü yapmayan koca tiplerini bir bir inceleyeceğim. Gerçekçi bir inceleme olacak bu. Yazdıklarım bazılarının işine gelmeyebilir, bazılarına da ağır gelebilir. Ancak sosyolog değilim ve bu da oldukça subjektif bir değerlendirme. Genel olarak değişmek istemeyen insanların asla değişmeyeceğine inanıyorum. Değişmeye eğilimli insanlar için de bazı taktiklerim var. Türüne göre kocalara nasıl yaklaşacağımızı bilelim…

Kocanız diğer tüm konularda son derece demokrat ve yardımsever de bir tek çocuk konusunda mı size yardım etmiyor yani. Çocuğun bakımında erkeğin rolünün tohumu vermekle bittiğini düşünen, egosu yüksek, dediği dedik, maço bir tiple evlendiysen, yaptığın her hareketle onun egosunu besliyorsan kabahat kimde? Zorla mı evlendirdiler seni? (Öyleyse cidden üzgünüm)

Sen evde çalışıyorsun, kocan da dışarıda. Kendi rızanla evde oturmayı kabul etmişsen bunun bazı getiri ve götürüleri de elbette olacak. Kocan stresli bir işte çalışıyorsa eve geldiğinde çocuğun bakımıyla ilgilenmek istemeyebilir. Elbette hem çalışan hem de çocuğun bakımında yardımcı olan babalar da var. Ama hem işte hem de evde çalışmanın yıpratıcı bir durum olduğunu kabul etmek gerek. Bir baba sorumluluk sahibi ve iyi niyetliyse çocuk sahibi olmak muhtemelen ona ilave bir stres getirmiştir. Bu tür erkeklerin kafası şöyle çalışabilir: “Evde para kazanan sadece benim. Çocuğumuz olduktan sonra ona iyi bir gelecek sağlamak için işimi korumam daha büyük bir önem taşıyor. O nedenle daha çok çalışmalıyım.” Eğer senin en çok yardıma ihtiyacın olan dönemde anlam veremediğin bir şekilde kocan daha çok çalışıp evi ihmal etmeye başlamışsa nedeni bu olabilir. Yorgun kocaların iyi niyetlileri evde de ellerinden geldiğince yardımcı olurlar ama günün sonunda fiziken ve ruhen tamamen bitmişlerdir. Yorgun kocaların maço olanlarıysa en kötü kombibasyondur.

Sadece çocuk bakımında değil, hayatın her alanında üşengeç tiplerdir bunlar. Bir bardak suyu bile almaya halleri yoktur. Elde TV kumandası, uzandıkları koltukla birleşmişlerdir. Küçükken anneleri tarafından paşa muamelesi gören erkekler büyüdüklerinde genellikle bu gruba dahil olur. Ona bir iş yaptırmaktansa kalkıp kendin yapmayı tercih edersin. Zamanla onun yerine yaptığın ufak tefek işler senin görevine dönüşür. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım. Onun yapması gerekn işleri üstlenerek geçmişte ona paşa muamelesi yapan annesinin yerini almış olmuyor musun?

Bebeğin bakımına yardım etmek isteyen ama bebek bakımı konusunda fikri bile olmayan koca tipidir. Çocuğu kollarına almaktan ödü kopar, yanlış bir şekilde tutup da inciteceğini düşünür.

Şaka değil. Gerçek. Bir de bu tipler var. Çocuğunun bakımına yardım etmek isteyen ama sürekli anne tarafından bezdirilen koca bu. “Çocuk öyle tutulmaz… Onu mu yediriyorsun? Çocuğa bu giydirilir mi? şeklinde sürekli babayı eleştiren çok bilmiş eşlere sahip bunlar. Kocasından yardım isteyen ama bebeği teslim ederken de adeta bir çocuğa dikte edermişçesine madde madde ne yapılması gerektiğini söyleyen kadınlar… Çocuk bakmayı bir zevk olmaktan çıkarıp, hata yapınca sonuçları korkunç olan bir iş haline döndürenler… E insanın da bir sabrı var. Bir süre sonra iyiniyetle yapılmaya çalışılan yardımlar bir sıkıntıya dönüşürse o adamın daha fazla yardım etmesini beklemeyin.

Şu cümleleri kafana yaz:

Sevgiler

Tanla

Diğer yazılarım için>> BebekveBen.com
Facebook>> Bebek ve Ben
Twitter>> @Bebek_ve_Ben
Pinterest>>

Yazının devamı...

© Copyright 2025

Türkiye'den ve Dünya’dan son dakika haberler, köşe yazıları, magazinden siyasete, spordan seyahate bütün konuların tek adresi milliyet.com.tr; Milliyet.com.tr haber içerikleri izin alınmadan, kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez, kanuna aykırı ve izinsiz olarak kopyalanamaz, başka yerde yayınlanamaz.