25.05.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
AYDİL DURGUN / aydil.durgun@milliyet.com.tr
Cihangir’de şimdi olduğu gibi metrekareye düşen oyuncu/yönetmen/sanatçı sayısının bu kadar çok olmadığı yıllar, 90’ların başları... Yine de sanatçı tayfasında kim var kim yoksa Cihangir’deki 5. Kat’ta
o zamanlar. Oyuncu Yasemin Alkaya, tiyatrosuna destek olmak için açtı 5. Kat’ı ve “Yok, ben bu işi yapmam” diye diye 20’nci yılını doldurdu şimdi. Bu sene 5. Kat’ın, en azından Yasemin Alkaya’lı 5. Kat’ın son senesi.
Alkaya ile efsane mekanın Sarayburnu’ndan Ortaköy’e dek uzanan müthiş manzaralı terasından buluştuk. İşte 5. Kat’ta 20 senenin muhasebesi...
20’nci senenize girdiniz... Neler hissediyorsunuz?
O kadar hızlı geçiyor ki sanki 20 değil de iki-üç yıl geçmiş gibi. Ancak geriye dönüp baktığımda, bütün aşamaları gözden geçirdiğimde o zaman anlıyorum neler yaşadım, burayı nasıl inşaa ettim, her yıl hangi problemlerle uğraştım. 1993’te burayı tiyatroma destek olsun diye açmıştım. Kendi evimde iyi yemek yapmak ve arkadaşlarıma servis etmenin dışında hiçbir profesyonel deneyimim yoktu. Sahnede olmaktan ve Yıldız Kenter’in öğrencisi olmaktan kaynaklanan büyük bir disiplin ve aynı anda birden fazla şeyi görebilme yeteneğim vardı ama 100 kişinin fişinin aynı anda mutfağa gelmesi ve herkese aynı standartta yemek çıkması çok zordu. Bütün bunları zaman içinde öğrendim. Personeli kontrol edebilmek, söz geçirebilmek... Kadın yönetici olmak başlı başına bir problem.
“Bana âşık olan gençleri çıkarmak zorunda kaldık”
Neler yaşadınız bir kadın yönetici olarak?
Erkeklerin ailelerinde gördükleri kadın yapısı ile ben çok farklıyım. O zamanlar oyuncu olarak da popülerdim. Suratıma sanki beni filmde seyrediyormuş gibi boş bakıyorlardı. Çok âşık olan genç oldu bana.
Öyle mi?
Tabii... Ben o zamanlar çok daha genç ve güzeldim. Onlar da çok genç çocuklardı. Çok acıklı oluyordu çünkü onları işten çıkarmak zorunda kalıyorduk. O şekilde çalışmak mümkün değil. Bazen özel yemekler yapardık, öyle yemeklerin birinde, Hilton’dan gelen bir şef piyaza havuç rendelemişti. Ben de klasik yapmak istiyorum her şeyi, “Piyaza havuç rendelemeyin” dedim. O kadar sinirlenmişti ki bıçakla üstüme yürümüştü. O zamanlar 27 yaşında falandım, o koskoca adamı, elinde bıçakla üstüme gelirken kovmuştum... Ben de biraz deliyim tabii ya da çok cesurum diyelim.
Tatsız şeylerden uzaklaşalım. 20 senede ne güzellikler yaşandı?
İyi yanı kazandığım parayı bundan sonra hiç çalışmadan da yaşayabilirim noktasına getirdim. Oyunculuk yaparken sakatlansanız sonrası yok, sosyal güvenceniz yok. Birçok hikaye biliyoruz böyle; sinemacılar, tiyatrocular evinde açlık, sefalet içinde ölüyor. Bir de burada insanları tanıdıkça daha fazla hikaye yazabildim. Burası olmasaydı belki de
hiç tanımayacağım insanlar oldu hayatımda. Bir sürü, renk bir sürü hikaye... Onları biriktirdim. Eşimle
bu sayede tanıştım mesela.
Öyle mi, nasıl?
Buradan ayrılan bir aşçı bana tehdit mesajları atıyordu. Savcılığa gidip şikayet ettim. Basın savcısının odasında arkadaşıyla yani eşimle tanıştım.
“Her şerde bir hayır vardır” dedikleri bu olsa gerek...
Kesinlikle. Buranın bana verdiği
en güzel şey. Öyle korkunç bir aşçım olmasaydı savcılığa gidip şikayet etmeyecektim, o odaya girmeyecektim...
20 yılı düşününce; eski günler mi, bugünler mi daha güzel?
1996-2000 arası sadece aşağısı varken iş daha azdı, teras çok büyüttü işi. O zamanlar daha iyiydi, bu kadar yoğun tempoda çalışmazdık. Akşamları dans ederdik. Biraz da gençtim diye herhalde. Mutfaktan çıkardım gece yarısından sonra, aşçılar kaçtıktan sonra benim mutfağa girdiğim dönemler oldu hep, zıp zıp dans ederdim gecenin geri kalanında yağ kokuları içinde (gülüyor). O zamanlar daha marjinal bir kesim vardı. Burası geylerin gelip yemek yediği ilk mekandı. Eskiden geyler hep gece kulüplerinde, daha karanlık yerlerde buluşurdu. Burası hiçbir zaman seksist olamayan, aydınlık, özgür bir mekan olduğundan buraya gelirlerdi. Şu anda da çok değerli müşterilermiz var. Mesela film festivali döneminde Patrica Arquette geldi. Ama o gençlik döneminde kendi çevrem, oyuncular, yazarlar daha çok gelirdi.
O zamanlar mesela bir yönetmen geldiğinde “yeni bir filmi başlayacak, bana bakıyor herhalde” gibi durumlar olurdu. Belki de ben artık oyunculuk yapmadığım için o çevreden uzaklaştım biraz. Daha iş iş geliyor burası şimdi bana. Ama bu seneden sonra artık sadece sinema ile uğraşacağım.
“Yılmaz Erdoğan’ın annesi burada yemek pişirdi”
20 yılın enleri?
O kadar çok ki... Mesela caz müzisyeni Esbjörn Svensson’ı burada defalarca ağırladım. Arkadaş olduk onunla ve eşiyle. Vefat etmeseydi 20’nci yılımda onun çalmasını isterdim. Murathan Mungan bir kere burada öyle bir arşivle DJ’lik yaptı ki...
12 yaşından beri dinlediği bütün plaklarını getirdi, onu büyüten müzikleri dinledik. Yılmaz Erdoğan’ın annesi geldi ve yaklaşık 100 kişiye “Yılmaz bu yemekleri sever” diyerek yemek yaptı.
“İstediğim rolleri oynadıktan sonra yaşlanırım”
Çok uzak kaldınız sinemaya, değil mi?
2009’da en son “Yaşam Arsızı” filmim vizyona girdi. Sonra ikisini birden yürütmekten çok yoruldum. Sadece işkadını olmaya karar verdim ama o da buraya kadarmış. Burası ile ilgili görüştüğüm bazı büyük şirketler var. Burayı gerçekten devam ettirebilecek ve benden iyi yapabilecek birine işletmesini devretmek istiyorum. Bu yıldan sonra bitiriyorum, 20’nci yıl jübile için iyi bir zaman.
Bırakacağınızı duyunlar ne diyor?
Böyle bir duyuru yapmadım henüz. Belki bir yerlerde okumuşlardır ama kimse ciddiye almıyordur bence. Ben ilk açtığımdan beri bu işi yapmayacağım dediğim için... Belki insanlar için şoke olacak ama artık 48 yaşındayım... Kendi yaşıtlarıma bakıyorum da daha iyi durumdayım onlardan. Belki çok çalışmaktan yaşlanacak vakit bulamamışım. Bünyem beni korudu demek ki, “Dur, sen oyuncusun. İstediğin rolleri oynayana kadar böyle kal, sonra yaşlanırsın” dedi. Sinemaya dönmeden yaşlanmayacağım yani...
Neyle dönmeyi düşünüyorsunuz sinemaya?
Çok uzun zamandır yapmayı düşündüğüm bir projem var. Çok hüzünlü olduğu için erteledim ama artık yapmam gerekiyor. Sakat çocukların anneleri ile ilgili bir belgesel olacak.
O annelerin o çocukları bırakacak hiç kimseleri yok, ölmeye bile hakkı olmayan anneler... Bir de babamla ilgili bir şeyler yapmak istiyorum. Türk sinemasının ilk yönetmenlerinden biri babam. 1954’te bir film çekmiş, sosyalist olduğu için hapse girmiş ve idamla yargılanmış. Sonra sinema hayatı bitmiş ne yazık ki. Biz hep onun çekmeyi planladığı filmlerin hayali ile büyüdük. Babamın o dönemde çektiği, zamanının çok ilerisinde bir hikaye, at yarışlarında şike ile ilgili. Babamı sinemacı kimliğiyle anlatmak çok istiyorum.