CumartesiŞu taşranın ufak tefek taşları...

Şu taşranın ufak tefek taşları...

06.09.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:

Gezdim, gördüm; pastane kokusunu, sokak arasındaki futbol maçlarını, sosyal demokrat aile çocuğu olmayı, İstanbulu özlemeyi... Hatırladım

Şu taşranın ufak tefek taşları...

Hani neredeyse bin yıldır TRTde yayınlanan bir program var ya, "Gezelim Görelim" diye. Hani bir kadın var; geziyor, görüyor, gittiği köylerde ohh oturuyor sofraya bir güzel yöresel yemekler yiyor, köylülerle konuşuyor. Ben herhalde bir gün, evde çok sıkılırken denk gelmiş olacağım ki bu programa, demek farkında bile olmadan dilemişim yani. Demek ben de bu kadın gibi gezeyim, göreyim demişim içimden. Olabilir. Oldu nitekim. Şu Milliyet TIRı var ya, işte onunla geçen yıl Kars, Erzurum, Tunceli, Konya, Burdur, Isparta, Antalyayı; bu yıl Adıyaman, Kahramanmaraş, Gaziantepi gezdim-gördüm. De ne oldu? Şöyle oldu: Unuttuğum bir pastane kokusu vardı mesela. Böyle dondurmayla karışık profiterol kokusu ve daha kim bilir nelerin kokusu birbirine karışıp pastane kapısından ılık ılık insanın burnuna değer ya... Maraşta Ferah Pastanesine girerken, o kokuyla bütün pastanelerimi hatırladım aniden. Daha üst kata bile çıkmadan, ben birden pastanelerin üst katlarını hatırladım. Yukarıda en az iki masa tanıdıkla karşılaşacağımı hatırladım. Maraşlı Seher "Şurada arkadaşlarımı gördüm. Bir uğrayıp geliyorum" dediğinde, hiç şaşırmadım.Sokak arası maçlarını hatırladım bir de. Adıyamanda Mor Petrus Kilisesine giden o daracık sokakta Mehmet, Mesut ve Yunusu kapı eşiğine oturmuş, birinin elinde kağıt- kalem, diğerleri onun omuz başından kağıda doğru uzanmış, birbirlerini dürte dürte takım listesi hazırlarken görünce... Hatırladım. Güneş biraz eğilsin, öbür mahalleden de çocuklar gelecek. Taşlardan iki kale yapılacak. Sokak arasında -birinci lig halt etmiş yanında- öyle heyecanlı, azıcık da küfürlü bir maç oynanacak. Direk olmadığı için top kaleye girdi mi, girmedi mi; mutlaka tartışma çıkacak.Sonra abilerine uzaktan bakıp maçın başlamasını bekleyen o küçük kızı görünce... Kim bilir belki, bir takım eksik kalır bir kişi, kaleci falan gerekir. Olamaz mı? Olur belki.Sosyal demokrat aile çocuğu olmayı hatırladım sonra. O kafa karışıklığını. Ki değil bir yazının bir parçası, tek başına bir roman olur sosyal demokrat aile çocuklarının "Niye bizim evde konuşulanlar diğer evlerde konuşulmuyor?" şaşkınlığı... Kendilerini hem çok özel hem politikayla hiç ilgilenmeyen, kitap falan okumayan arkadaşlar arasında yalnız hissetme halinin bocalaması... Böyle yazarlar falan kente gelince, "Ben sizi tanıyorum, okuyorum" demek için heyecanla Milliyet TIRına koşmalarını, "Beni anlasa anlasa bir tek onlar anlar" diye her şeyi, her şeyi bir seferde anlatma telaşını... Anladım.Ya da "Ulan yarına geyik çıkar. Gidelim, bir bakalım millet ne anlatacak yazarlara" diye gelip bilmiş bilmiş kenarda duran "serseri gençlerin", az sonra dayanamayıp lafa karışacaklarını... Anladım. Çünkü o yaşlarımızı hatırladım.***İstanbulu özlemeyi hatırladım bir de. İstanbulda yaşamanın nasıl olduğunu hayal bile edemezken, İstanbulda yaşamak istemeyi hatırladım. İstanbulu hiç bilmeden İstanbulu özlemeyi hatırladım. Tuhaf şey. İstanbulu pek özlemedim bu sefer! Gaziantep için Güneydoğunun İstanbulu diye boşuna yazmadık herhalde. Gaziantep Life diye bir dergi çıkıyor orada. İstanbul Lifeın genel yayın yönetmeni Nur Çintay duymasın; çok şık bir dergi. İçimizden Biri, Stil, İş Dünyası, Mekan, Zaman Tüneli, Gece Işıkları, Magazin, Şehir Rehberi... İçinde yok, yok!Bir de yazmadan edemeyeceğim. Adıyamanda da Kelepir Kafe diye bir yer var. Bir masasının adı Laila, diğerininki Reina. Yurttan sesler Adıyamanda üniversiteli bir genç "Adıyamanın Diyarbakıra yolu yok" demişti. Çünkü barajı yaptıktan sonra, Adıyamanı Diyarbakıra bağlayan bir köprü yapmamışlar üstüne. Karşıya feribotla geçilebiliyormuş sadece. Feribota binmek için de yolu uzatmak, bir-bir buçuk saat daha yol gitmek gerekiyormuş. "Eskiden bir buçuk saat çekerdi Diyarbakır, şimdi üç saatte zor gidiliyor. Yani Adıyaman, çıkmaz sokak" dedi çocuk.Marie Antoinette gibi olacağım şimdi, "Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler" hesabı... Adıyamanlılar da köprü bulamıyorlarsa, Aquadaya binsinler! Hani şu hem karada hem suda gidebilen; bir düğmeyle otomobilden sürat motoruna çevrilebilen amfibik araç var ya, "zengin oyuncağı": Aquada. İşte ona... Ya da artık köprü yapılsın oraya! Köprü bulamıyorlarsa... Hatırlarsınız bir ara köşe yazarları F klavye, Q klavye tartışması yapmışlardı. İnsan gazete binasının dışında bir yerde yazı yazmak zorunda kalınca anlıyor bu tartışmanın derin manasını. Ben mesela elimle adımı soyadımı zor yazarım. İlla bir bilgisayara ihtiyacım var. Fakat F klavyeye de alışmışım, Qda bön bön harf aramaktan başladığım cümlenin sonunu unutuyorum. Sağ olsunlar, Maraşta Medya Turka gazetesi bize F klavyeli bilgisayarlarını açtı. Çay, sigara ve firik (tarhana ile yapılan bir tür çerez) ikramıyla birlikte... Ve evet, Maraşta Medya Turka diye bir gazete var! İçinde de bir haber: "International Medyum Kadirin her dediği çıktı."Medyum Kadir, Türkiyenin falına bakmış, her söylediği gerçek olmuş. Şimdilik bu bilgiyle idare edin. Cinlerle evliliğini, çalışma alanlarını, nasıl uluslararası olduğunu bilahare okuyacaksınız. Maraşın uluslararası medyumu Kadir ne dediyse doğru çıkmış Yılmaz Erdoğan, Vizontelenin devam filmine "Vizontele Tuuba" adını vermiş. Adı Tuba olanlar, ben mesela, hemen anladık tabii neden olduğunu. Ben bunca yıldır sevgilime bile öğretemedim "Tuba"yı doğru söylemesini. O beni hâlâ "üflemeli bir tür çalgı" sanıyor, adımı öyle söylüyor. Bir dolu insan da adımı "Tuğba" diye yazıyor.Hayır efendim. Bir, benim adımda "ğ" yok. İki, adımdaki "u" uzun okunuyor. Üç, ben çalgı değilim; kökü havada, dalları yerde bir ağacım.Tuba Ünsal da dertliymiş bu durumdan belli ki. İhtimal, Yılmaz Erdoğan bir türlü onun adını doğru söyleyemedi. Sonra böyle iki "u"lu versiyon çıktı ortaya. Eh, iyi de oldu. Herkes öğrenir artık Tuba demeyi. tubakyol@yahoo.com Tuba değil, Tuuba... Çalgı değil, ağaç!