30.03.2019 - 08:15 | Son Güncellenme:
Tanıdığım ilk günden beri “zarafet” sözcüğünün karşılığı gibi gelmiştir bana Melisa Sözen. Görünüşü zaten öyle de bir ruh zarafetinden söz ediyorum. Onu 21 yaşında, sinemada yeni yeni yükselmeye başlayan heyecanlı, kıpır kıpır bir oyuncu olarak ilk gördüğümde de öyleydi, 33 yaşına gelmiş, kariyerindeki değerli işlere bir de Altın Palmiye’li “Kış Uykusu”nu eklemiş genç bir kadın olarak da öyle. Biraz daha olgun, biraz daha ne istediğini biliyor ve hâlâ yeni başlangıçlara, bilinmez yolculuklara açık. Şimdi o yolculuğun yeni bir durağında; bir ayağını Fransa’ya atmış durumda. Başrolünü oynadığı ilk film “Damien Veut Changer Le Monde / Damien Dünyayı Değiştirmek İstiyor” Fransa’da gösterime girdi. Biz de bu ay İstanbul Film Festivali’nin Sinemada İnsan Hakları bölümünde izleyebileceğiz.
- Fransa maceranızın başından başlayalım istiyorum. “Kış Uykusu” ile açılan bir kapı mı bu?
Evet, “Kış Uykusu”ndan sonra bana yurt dışından işler gelmeye başladı. Aralarında bir televizyon dizisi vardı. Ben e-maili gördüğümde tatildeydim, hatta spam zannettim, neredeyse siliyordum. Sonra Canal Plus’ü falan görünce “Bir şey diyor bu bana” dedim. Ben o sırada Fransızca bilmiyordum. Yani okuldayken seçmeli ders olarak haftada bir saat okuduğum bir dönem ve “bonjour - bonjour”, o kadar. Deneme çekiminde her şeyi fonetik olarak ezberledim. Menajerim Fransızca bildiği için o bana hepsini anlattı. Ben de ezberledim, kendimi çektim gönderdim. Çağırdılar bu sefer, orada çekim yaptık ve iş oldu. Mathieu Kassovitz’in başrolünde oynadığı, Fransa’nın en iyi dizilerinden bir tanesi bu. Sonra benim orada bir menajerim oldu.
- Peki nasıl verdiniz bu kararı?
Benim için zor bir karar değildi, Fransa’ya gidince “Acaba burada kariyerime bir şey olur mu, unutulur muyum?” gibi çekincelerim hiç olmadı. Harun’un (Tekin) ve annemin müthiş bir desteği var, arkadaşlarımın da öyle. İlk gittiğimde zaten dizi için gittim, o bizim için daha kolay bir süreçti. Ondan sonra Fransızca öğrenmem gerektiği için Rouen’a gittim.Normalde iki ayda bir kurstan çıkıp günlük hayatta konuşamayabilirsin, oranın metodu çok iyi olduğu için ben günlük hayatımı idare edebilir hâle geldim. Sonrasında buraya döndüm ve bir süre sonra da “Damien Dünyayı Değiştirmek İstiyor”un görüşmeleri başladı. Sonra yine aynı maceralar. Bu sefer bir sinema filmi, benim üstüne üstlük başrolünü oynayacağım bir film. Onun stresi ve anksiyetesi oldu bende. Bir ayın sonunda rahatladım, orada da arkadaşlarım olunca, aradığım evi bulunca, hah dedim, ben artık yerleşik düzene geçtim Fransa’da ve burada bir hayatım var. Evet, herkesi çok özlüyorum, aklım orada ama buradaki macera benim için artık korku dolu bir şeyden heyecan dolu bir şeye döndü.
“Ağlayarak ayrıldılar”
- Proje geldiğinde ne düşündünüz? Mesele Fransa’da bir filmde oynamak mıydı yoksa projenin kendisi mi?
Hiçbir zaman onu yapmadım, yapmam da kendime diye ümit ediyorum, “Fransa’da bir filmde başrol oynayacağım” deyip atlamadım yani. Mesela geçen gün bir iş geldi, çok iyi bir iş. Ama hayır dedim, çünkü diğer dizideki karakterin aynısı, bana hiçbir faydası yok. Bu film ilk geldiğinde sevdim hikâyeyi. Benim oynadığım karakter Suriye’deki savaştan kaçıyor ve oğluyla birlikte Fransa’ya sığınıyorlar. Ama Fransa’da kalmaları için gereken belgeler onlarda yok. Sınır dışı edilecekler. Benim oğlumun gittiği okulda da bir rehber öğretmen var, Damien. Yardım etmeye karar veriyor, kız kardeşi de işin içine giriyor avukat olduğu için ama işler çığrından çıkıyor. Çünkü bunu duyan diğer göçmenler de “Biz de, biz de” diye geliyorlar. Şimdi burada bıçak sırtı bir durum vardı. Bu durumla tabii ki dalga geçmeyen bir film ama mizahı var. Hikâyeyi daha romantize ederek seyirciye sunuyor. Büyük bir sanat filmi kafasıyla yapılmış bir film değil. Gişe filmi de değil aslında, arada bir yerde kalıyor. Bence bu çok önemli bir şey çünkü ciddi bir meseleyi daha çok insana izlettirmek mümkün, mizahi bir dille sunarak. Çünkü özellikle şu zamanda Fransa’da da, Türkiye’de de öyle aslında, dünyanın birçok yerinde öyle, insanlar kolay kolay komedi hariç bir şey seyretmiyorlar.
- Seyircinin tepkisi nasıl oldu peki?
İnsanlar filmden ağlayarak ayrıldılar. Komedi festivalinde, onların çok önemli bir festivalinde, bütün salon ağladı. “Bir yerde bir hata var ama...” diye şakalaştık. İzleyen herkesten güzel şeyler duydum.
“Daha hafif, daha huzurlu”
- “Bir Varmış Bir Yokmuş”tan beri film yapmadınız Türkiye’de. Sinema konusunda çok mu seçicisiniz?
Her şeyde seçici olmaya çalışıyorum aslında. Ama sinemada, bunun da altı çok boşaltıldı ama hani o hep aynı kadın rollerine ben ne katacağım artık diye düşünüyorum.
- Geçen yıl hayatımın en güzel, huzurlu, en eğlendiğim dönemini yaşıyorum demişsiniz. Hâlâ öyle mi?
Bir kabuk değiştiriyormuşum gibi hissediyorum kendimi. Hâlâ hassas bir insanım, benim bünyemde var o maalesef, bazı şeyleri gereksiz kafama takarım. 30’larda şöyle bir şey oluyor, onlar artık o kadar takılmıyor demek ki kafaya ya da en azından ne yaptığımda mutlu bir insan olduğumu daha iyi anlıyorum. Hep bir var olma savaşımız var ya, kendimi rahat, akışa bıraktığımda ben mutlu bir insan oluyorum. Kabuk değiştirmeden kastım da, yüklerimle vedalaştığım, yeni bir beni keşfettiğim, daha hafif, daha huzurlu, değişime daha açık olduğum ve değişimin de kendisini çok sevdiğim bir dönemdeyim.
- Bir röportajınızda “Zekadan ziyade iyi ruh insanı güzelleştiriyor” demişsiniz, insanlara dair ilk kriterinizin zeka değil iyilik olduğunu anlıyorum.
İyilik benim için her zaman ön planda. Geceleri beni ne uyutmaz dersen, birinin kalbini kırdıysam ya da bir hata yaptım ve özrünü dileyemediysem, o benim için bir kahır. Benim için en önemli şeylerden biri iyi insan olmak. Benim kötücül yanlarım ya da kötü huylarım yok mu tabii ki var, bunları kabul edebilmek, değiştirebildiklerini değiştirmek, değiştiremediklerini de daha az zarar verebilir hale getirmek mesele.
- Sizin kalp kırdığınız oluyor mu ki? Çok nazik ve düşünceli görüyorum hep.
Bilerek yapmam tabii ki. Çileden çıkarsam, istemeden ağzımdan bir şeyler kaçırabilirim ama sonra çok üzülürüm. Gençken bence insan biraz daha fevri, agresif oluyor. Yani benim duygularımı değil duygularımın beni kontrol ettiği dönem o ergenlik ve 20’li yaşlar. Yaşasın 30’lar, heyecanla bekliyorum 40’lar diyorum. Vallahi öyle.
“Önümüzdeki uzun bir yol”
- Erkek arkadaşınız Harun Tekin hâlâ aynı ölçüde destekçi mi?
Benim hayattaki en büyük şanslarımdan biri o. Hem kendime hem yaptığım işe duyduğum güveni güçlendiriyor. Çünkü bence kendi sevgisinden de benim sevgimden de emin ve bu bizim önümüzdeki uzun bir yol. Bu uzun yolda ben de gideceğim, onun işi olduğu zaman o da gidecek. Yani mesafeyle ya da süreyle bunun zedelenmeyeceğini bana hissettiriyor oluşu, bence rahatlatıcı bir duygu. Şimdi birlikte geçirdiğimiz bütün bu sürece baktığımda ben onu her gün eskisinden daha çok seviyorum bu yüzden. Her gün daha çok o güveni duyuyorum ona.
- Beraber olduğu kadına güvenen ve onun özgüvenini zedelemeyecek şekilde davranan erkek az. Sevginin çok kısıtlayıcı, insanın kanatlarını kıran bir tarafı olabiliyor.
Evet o tam tersi, kanatları takıyor. Hadi diyor, git. Mesela en tatlı anılardan bir tanesi şuydu, ben ilk eşyaları aldım, yerleşik düzene geçeceğim, öncesinde küçük kaygılarımın olduğu dönem, İstanbul’daydım o sırada, dedim ki “Yeni eve geçiyorum, hadi sen de gel eşyaları birlikte yerleştirelim.” “Yok” dedi, “Önce sen git, yerleş”. O şeyi istiyor, “Sen git kendi ayakların üzerinde dur, tek başına bu evi kur, bunu yapabildiğini gör, için rahat etsin, ben zaten her zaman buradayım”. O benim için acayip kıymetliydi.