03.12.2016 - 02:30 | Son Güncellenme:
Asu Maro / asu.maro@milliyet.com.tr
Bazı “kötü” karakterler vardır televizyon dizilerinde, gözünüzü alamazsınız, ille onun entrikalar çevireceği sahnelerin yolunu gözlersiniz. Bir yanınız sinir olur, öbür yanınız hayran. O tekinsiz, nereye kadar gideceği belli olmayan karanlıkta inkar edilmez bir cazibe de vardır çünkü. Star TV’deki “Cesur ve Güzel”in Cahide’si gibi.
Daha ilk sahnede “esas kız” olan yengesini ortadan kaldırmaya çalıştı. Beceremedi, bu sefer bir veliaht dünyaya getiremediği için kendisinin yerine bebek doğuracak bir kadın kiralayıp aileye hamile olduğu yalanını attı. Yalan, dolan, şantaj, entrika, hepsi onda ve biz bunları bayılarak izliyoruz. Tabii bunda karakteri karikatür olma tehlikesinden kurtarıp kanlı canlı bir insana çeviren Sezin Akbaşoğulları’nın payı büyük.
Akbaşoğulları ile söze Cahide’den başladık, daldan dala devam ettik.
Televizyonda kötü karakter oynamanın dezavantajı var mı sizce?
Ben hiç öyle düşünmüyorum, bir de herkes kötülük peşinde, bu kızcağızın da içinde bulunduğu türlü entrikalı durumlar var. “Dizinin kötüsü benim” diyeceğim bir durum yok yani. İçinde biraz entrika, zaaf olunca bence daha dişi oluyor o rol. Zaafsız ve çok mükemmel bir karakteri oynamak sıkıcı bir şey. Seyirciyi de sıkıyor. Ben oyuncu olarak insanın o zaaflarını, o hastalıklı kafa yapısını seviyorum. Oralarda daha gerçek hikayeler var gibi geliyor, o yüzden oynaması çok zevkli.
Cahide küçük Lady Macbeth gibi”
Karikatür olma riski var, televizyonda özellikle. Onu nasıl alt ediyorsunuz?
Daha gerçek bir yerden bakarak, karakteri sahiplenerek aslında. Tamam dışarıdan “Hata yapıyor” falan diyoruz ama kendisi öyle düşünmüyor, çok haklı olduğunu düşünüyor yaptığı şeylerde. Bir üstün amacı var, oraya ulaşmaya çalışıyor. Oynarken oradan bakıp temellendirdiğinde, bir yere bağladığında karikatür olmaktan kurtuluyor karakter. Onu yapmaya çalışıyorum.
Hangi noktalardan anlamaya çalışıyorsunuz Cahide’yi?
Cahide’nin aile içinde var olabilmesi için anne olması gerekiyor. Aslında kadınların çoğunun başına gelen bir şey ya bu. Evlendin tamam, orası atılmış bir gol, başarılı bir evlilik, hayatın rahat ama şimdi bir de çocuk sahibi olmak zorundasın. Bu kadının da olmuyor çocuğu ve bir şekilde kendini kanıtlamak için ailede, bu çocuğu elde etmesi gerekiyor. O yüzden de bunun yollarını arıyor.
Hafif Lady Macbeth’i hatırlatan bir “iktidar hırsı” var.
Evet sanki küçük Lady Macbeth gibi. “Kızgın Damdaki Kedi”deki Maggie’ye de benziyor, “Dallas”taki Sue Allen’a da.
“Beyaz Gelincik”ten sonra diziyi alıp sürükleyen karakter oynamadınız. Bu bir tercih mi?
Evet, “Beyaz Gelincik” kadar popüler olmuş bir işin de içinde olmadım. O dönem TRT dakika olarak daha kısa süreli diziler yapıyordu, onlarda çalıştım. Yorucu sürekli bir diziyi götürmek, sabahtan akşama kadar çalışmak, senelerce. Psikolojik olarak da çok yorucu. Bir de oynadığım şeyde zaaf olmasını seviyorum ben biraz, bir tuhaflık olmasını. Oynadığım şeyi de hep biraz oraya doğru çekme eğilimindeyim.
“Yaptığım işleri seviyorum”
“Hayatın karanlık tarafını seven biriydim” demişsiniz çocukluğunuzdan söz ederken. Bu tercihiniz bunun uzantısı mı?
Evet, bağlantılı aslında. Toplumsal bir görev olarak görmüyorum dizi yapmayı. Evet, hayatın karanlık tarafını severim, okuduğum, seyrettiğim şeylerde de oraya doğru akan bir zevkim var. Ama acılı tarafı değil, karanlık tarafı.
Sosyal medyada sizin için sık sık “Değeri bilinmemiş oyuncu” deniyor. Katılıyor musunuz?
Ben hiç öyle düşünmüyorum ama hoşuma gidiyor okuduğum zaman. Demek ki beni seviyorlar, daha çok görüneyim istiyorlar. Sürekli ekranda değilim çünkü tiyatro da yapıyorum. Bir de biraz durmayı da seviyorum,
arka arkaya iş yapmak benim sanki o işi yapabilme yetimi elimden alıyor. Temiz bir kafayla bakmam gerekiyor yeni başladığım şeye. Bir de disiplinleri değiştirmek de iyi, mesela o sene sadece tiyatro yapmak sonraki sene dizi yapmak, bana iyi geliyor.
Mezun olduğunuzda nasıl bir gelecek hayal ediyordunuz?
Şimdi yeni mezun halime baktığımda çok bilmiş olduğumu düşünüyorum. Büyük hayalperesttim, hâlâ öyleyimdir ama o zaman büyük. Bir de profesyonel hayatı bilmemenin getirdiği bir gerçekçilikten uzak olma durumu var. Tatlıydım ama.
Şimdi neler hayal ediyorsunuz?
Huzurlu bir çiftlik hayal ediyorum kendime, doğanın içinde bir yerde bir özgürlük alanı. Arada gidip kapımı kapatıp hiçbir şeyin beni ilgilendirmeyeceği bir yer.
“Nerede olsa yaşarım”
Aidiyet duygunuz güçlü müdür?
Pek değildir aslında. Benim doğup büyüdüğüm ev diye bir şey yok mesela hayatımda. Çünkü babam askerdi, biz çok yer değiştirdik. Diyarbakır’a gittik, Belçika’ya gittik, Ankara’da bulunduk. O yüzden de aidiyet duygusuna çok sahip değilim, nerede olsa yaşarım, vazgeçemediğim obje yoktur.
Belçika’da kaç yıl yaşadınız?
Üç yıl. NATO’da görevli olduğu için babam, Amerikan okulunda başladım. Oradan da Diyarbakır’a geldik ve üstelik karayoluyla.
O sırada yaşadığınız duyguyu hatırlıyor musunuz?
Hatırlıyorum, enteresandır bu benim için de, bayağı filmlik bir hikaye. Belçika’da olduğumuz süre boyunca da her hafta sonu bir yere gidiyorduk. Ailemde “Bir daha gelemezsek buralara, her yeri görelim” duygusu vardı herhalde. O yüzden arabanın arka koltuğu kız kardeşimle benim için ev gibiydi. Orada oyunlar oynardık, dış dünya sürekli değişiyor, o sevdiğim bir şeydi. Dolayısıyla Belçika’dan Diyarbakır’a yolculuk da travmatik bir şey olmadı.
“Kendimle kalmak beni toparlıyor”
Bir röportajda kendinizi kötü hissettiğinizde daha çok yalnız kaldığınızı söylemişsiniz. Seviyor musunuz yalnızlığı?
Evet, evde olmak, çevremde de az insan olması ya da kimse gelmediyse kimsenin olmaması, kendimle kalmak beni toparlıyor, ihtiyaç duyduğum bir şey. Bence aslında herkesin ihtiyacı olan bir şey.
Spora da daha çok ağırlık veriyormuşsunuz
Pilates ve yoga yapıyorum her zaman. Koşuyorum ya da yürüyorum müzikle.
Bir ara her yere bisikletle gidiyordunuz.
Evet, akülü bisikletle, hâlâ gidiyorum. Spora da bazen bisikletle gidiyorum, Maçka Parkı’ndan geçip Nişantaşı’na çıktığımız yollardan. İstiklal Caddesi’nde de biniyorum bazen, Beyoğlu’nda bisiklete biniyor olmak çok zevkli.