Serafim meleklerinin Ayasofya'nın ilk inşa edildiği döneme yani 6. yüzyıla tarihlendirilebileceğini dile getiren Diker, Bizans sanatının bu yüzyılda melek figürüne aşina olduğunu kaydetti.
Camideki Serafim meleklerinin yüzlerinin fetihten sonra açık olarak kaldığını anlatan Diker, şöyle konuştu:
"Serafim meleklerinin yüzleri, Fatih Sultan Mehmet'ten Sultan Abdülmecit dönemine yani 19. yüzyılın ortalarına kadar yaklaşık 400 yıl boyunca açıktaydı.
Gerek Evliya Çelebi'nin anlatımında gerekse sonraki dönemlerde Ayasofya iç mekanını resmetmiş Avrupalı seyyahların betimlemelerinde bu meleklerin yüzleri açık görülmektedir.
Ancak 1847-49 yılları arasında Ayasofya onarımlarını yürüten İtalyan asıllı mimar Fossati tarafından bunların yüzü sıvanıp maskeyle örtülmüştür. Bugün gördüğünüz Ayasofya'nın tavan ve yarım kubbe süslemelerinde Fossati'nin dekorasyon anlayışı oldukça baskındır ve mevcut durum Ayasofya'nın Klasik Osmanlı cami görünümünden farklıdır."
Diker, 2009'da İstanbul Rölöve ve Anıtlar Müdürlüğünde görevli olduğu dönemde yürüttükleri Ayasofya ana kubbe mozaikleri restorasyonu ve konservasyonu kapsamında mozaik figürünün yüzündeki maskeyi kaldırıp sıvayı kaldırdıklarını söyledi.
Fossatti onarımlarıyla kapatılan meleklerden birisinin yüzünün yürüttükleri çalışmayla tekrar gün ışığına çıkarıldığını ve bu mozaiğin Cumhuriyet tarihinde Ayasofya'da gün yüzüne çıkartılan son mozaik olduğunu anlattı.
Doç. Dr. Hasan Fırat Diker, vaiz kürsüsünün 16. yüzyıl sonlarında yapılmış olabileceğini ve yaklaşık 350 yıl boyunca vaazlarda kullanıldığını aktardı.
Aynı bölgedeki mahfilin de vaiz kürsüsüyle aynı dönemlerde yapıldığını anlatan Diker, "Bunların iç mekanda birden fazla olması, Ayasofya iç mekanının akustiğinden ötürü, imam ve müezzinin sesleri yan ve arka mekanlara olması gerektiği gibi erişemediğinden, klasik Osmanlı camilerden çok daha fazla müezzin mahfiline ihtiyaç duymasıyla açıklanabilir." diye konuştu.
İstanbul Medipol Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet İpşirli, cuma günlerinde kalabalık cemaate namazdan sonra vaaz edilmesinin Osmanlılarda bir gelenek olduğunu belirterek, Ayasofya-i Kebir Camii'nde de "Ayasofya kürsü şeyhliği" makamının bulunduğunu ifade etti.
Bu görevi yapanların aynı zamanda tekke şeyhi olması sebebiyle bu isimle anıldığını anlatan İpşirli, "Ayasofya kürsü şeyhleri padişah, vezir, şehzade, valide sultan camilerinde vaizliklerde bulunduktan sonra bu göreve getirilirlerdi.
Bu alimler, o dönemde genellikle sadece Arapça olarak okunan ve Türkçe açıklaması yapılmayan hutbeleri cuma namazından sonra yaptıkları vaazlarla halka açıklarlardı.
Kürsü şeyhleri şeyhülislamlık makamı tarafından tayin edilir ve kendilerine vakıf gelirlerinden dolgun ücret ödenirdi." şeklinde konuştu.
Ayasofya kürsü şeyhlerinin protokolde de önlerde yer aldığını belirten İpşirli, şeyhlerin hükümdarla birlikte sefere katılıp bazen sohbet ettiklerini dile getirdi.
Prof. Dr. İpşirli, Osmanlı'nın son dönemlerinde iyi yetişmiş ve hitabeti güzel şeyh bulunamaması üzerine bu göreve tekke dışından alimlerin atandığını kaydetti.
Bu arada, 2018'de hayatını kaybeden Bizantolog ve sanat tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice'nin, Ayasofya'ya ilişkin bir makalesinde, kürsü ve yakınındaki mahfilin 16. yüzyılın sonralarında Sultan III. Murad zamanında yapıldığı yer alıyor.