19.10.2013 - 02:30 | Son Güncellenme:
Mehveş EVİN
Çoğulcu toplum ve kadın hakları alanındaki çalışmalarıyla bilinen Londra Üniversitesi Profesörü Deniz Kandiyoti, Koç Üniversitesi’nde düzenlenen Inter-Asia Connections konferansına açılış konuşmacısı olarak katıldı. Türkiye, Orta Asya, Afganistan ve son olarak Arap baharı gelişmelerini izleyen Kandiyoti’yle dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de ortaya çıkan sosyal hareketlerin nedenlerini konuştuk.
Sosyal hareketleri çalışırken önceliğiniz kadın hareketleri mi?
Bütün meselem, her zaman sosyal hareketlerin insan hakları, kadın hakları ve toplumda çoğulculuğu desteklemek açısından ne gibi etkileri olduğunu anlamak. Arap baharını da o gözle izledim. Kadın çalışmaları yaparken ataerkillik kavramına çok ağırlık verdim. Ama ataerkillik kavramını artık çok farklı tanımlıyorum...
Nasıl?
Ataerkilliği, erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenliği olarak yani klasik biçimde tanımlıyordum. Şimdiyse ataerkilliği bir yönetim biçimi olarak görüyorum! Yani, kadın-erkek meselelerini aşan ve toplumdaki daha geniş düzenlemeleri etkileyen bir oluşum. Dolayısıyla demokrasi söylemini de artık ataerkillik filtresinden geçirerek konuşmamız gerektiğine inandım.
Sistem ataerkillik üzerine kuruluysa, böyle bir filtreden geçirebilir miyiz?
Evet, çünkü ataerkilliğe “yönetim” (governance) gözüyle pek bakılmadı. Bu kavrama o filtreden bakma gereği, demokrasi kavramının bir açmaza girmesiyle başladı. Önce İspanya ve Portekiz’de başlayıp sonra Latin Amerika ve dünyanın geneline yayılan 3. demokrasi dalgası, post-otoriter yönetimleri getirdi. Fakat bu yaygınlaşmayla birlikte demokrasinin niteliği konusunda ilginç bir tartışma başladı.
Düşük voltajlı demokrasi
Neydi bu tartışma?
Özellikle dışarıdan gelen, paketlerle uygulanan demokrasiler, ister Sovyet sonrası ülkelerde olsun, ister Afrika’da, “şekli demokrasi” diyebileceğimiz demokrasinin bazı temel kurumlarını getirdi... Ne oldu? Afrika’dan Asya’ya kadar seçimler, anayasalar, daha doğrusu demokrasi olgusunun şekli kurumları hayata geçirildi. Fakat bununla birlikte bir demokrasi eleştirisi de başladı: Bir Afrika ülkesine diyelim demokrasi kurumlarını getiriyorsunuz. Bu, o toplumun işleyişini ne kadar etkiliyor? Örneğin ilginç bir kavram üretildi: ‘Low intensity democracy’. Ben bunu düşük voltajlı demokrasiolarak tanımlıyorum...
Düşük voltajlı demokrasiyi açar mısınız?
Şekli olarak demokrasiyle birarada düşündüğümüz kurumların varlığı, içerikli bir demokrasinin olmayışı... Kurumlar var, seçim var ama özgürlükler yok. Toplanma, ifade, basın özgürlüğü... Karar verici mekanizmayı kontrol edecek otonom kurumlar olmayınca, o zaman sosyal bilimcilerin 2.sınıf veya düşük voltajlı demokrasi dediği durum ortaya çıkıyor.
Türkiye tam bu noktada galiba?
Türkiye’de demokrasinin sağlamlaşma ve derinleşme süreci sancılı geçiyor. Tam bunu düşünürken, Gezi olayları çıktı. Gezi olaylarının benim açımdan yeniliğini anlatabilmek için ataerkilliğe dönmem lazım... Ataerkilliğin bir yönetim biçimi olduğunu söylemiştim. Bu, toplum ilişkilerinde, aile içi ilişkilerdeki baba otoritesinin ve baba yetkisinin topluma yaygın bir şekilde dayatılması demek. O zaman ne oluyor? Bu vatandaşla yönetici arasındaki sosyal kontratın niteliğine ve siyasal kültürün bütününe yansıyor.
Ataerkil söylem delindi
Devletle vatandaş, babayla çocuk gibi mi oluyor?
Daha doğrusu, vatandaş hak sahibi olmanın ötesinde “medyun” ve babaya şükran duyan, itaat eden bir konuma getiriliyor. Ataerkillik sadece aile ilişkileri için değil, toplum ilişkileri içinde de işlevsel oluyor. Bana kalırsa itaat ilişkileri, erkekler arasında kadınlardan da daha fazla... Erkekler ev dışı mekanlarda daha faal oldukları için, bu tip üst-ast itaat ilişkilerine çok daha yatkın. Sosyalleşmeleri askerden başlıyor, sonra bütün hayatları boyunca hiyerarşik kurumlarda otoriteye tabi olmayı içsellesştiriyorlar- sorgulayıcı olanlar azınlıkta kalıyor.
Peki bu anlattığınızın Gezi’yle bağlantısı ne?
Şu sıralarda bütün dünyada sosyal hareketler çıktı... New York, Londra, Brezilya vs... Hepsinin müşterek bir tarafı var: Neoliberal düzenin kenara ittiği ve daraltılan yaşam alanlarını tekrar ele geçirmeye çalışan vatandaş. Fakat Gezi eylemlerindeki farklılık şu: Ataerkillik söyleminin ilk defa Türkiye’de delindiğini gördüm.
Örnek verebilir misiniz?
Mizah patlaması, otoriteyi ti’ye alma... Otoritenin sağ-sol olması değil, otorite ve dayatmacılığın ta kendisinin masaya yatırılması... Ben 60 darbesinde lise öğrencisiydim. 71’de ODTÜ’deydim. 80’den biraz evvel İngiltere’ye gittim. Çok slogan duydum. Tokuz bunlara. Ama “Tek yol Drogba” nereden çıkıyor?
Gezi pankartları bana başka bir söylemin filiz verdiğini gösterdi ve çok şaşırttı. Ama bakın... Ataerkilliği bir yönetim biçimi olarak düşünüyorum, dediğimde bunu kast ediyorum. Genç kuşağın ve sosyal olarak anne babadan farklılaşan gençliğin, ataerkilliğin, dayatmacılığın kendisini reddetmesi!
Türkiye’de şu var: Ataerkil sistemi reddeden kesim bence ne laik, ne İslamcı. İkisi de var.
‘Hesap soran kitle var’
Halbuki Gezi sonrası ayrışma bunun üzerinden yapılıyor.
Bu ayrışmayı bu tanımların üzerinden yapmalarının sebebi antiataerkil demokratik patlamayı engellemek, saptırmak.
Neden, kimsenin işine yaramıyor mu?
Hayır, çünkü bu ne demek? Hesap soran bir vatandaş kitlesi. Şeffaflık isteyen, hak talep eden ve kendini hak sahibi gören bir kitle var.
Eh, bu da hiç alışık olunan bir şey değil...
Değil. Bana kalırsa asrımızda demokrasinin son sınavı bu. Demokrasi, birtakım çıkar gruplarının eline geçip, minimum haklarla seçimden seçime yürüyen bir sistem mi olacak? Yoksa yerel toplulukların, vatandaşların sesini duyurabileceği, diyaloğa girebileceği bir ortam mı? Batı’da da bu savaşım devam ediyor. Yalnız Avrupa ülkelerinde oyunun kuralları daha eski ve oturmuş olduğu için, yapılabilirliği daha yüksek. Ama kuralların çok oturmadığı ülkelerde ne yazık ki kolaylıkla yetkiyi alan, bütün güçleri elinde topluyor. Hangi hükümet olursa olsun, fark etmez...
Türkiye özelinde konuşmuyorsunuz...
... Gerçek anlamda demokrasinin henüz olgunlaşmadığı bir küresel süreç yaşıyoruz. Batı demokrasisinin içinde de bu tartışma sürüp gidiyor. Oysa dünyanın birçok yerinde bu tartışmaya bile izin verilmiyor. “Oy veriyorsunuz ya, daha ne istiyorsunuz” diye geçiştiriliyor. ...Ama tabandan gelen sosyal hareketler yeni bir başlangıca işaret ediyor. Durumu o açıdan olumlu görüyorum.
Prof. Deniz Kandiyoti kimdir?
Prof. Deniz Kandiyoti, Londra Üniversitesi Şark ve Afrika Çalışmaları Fakültesi’nde (SOAS) emekli kalkınma çalışmaları profesörü. Lisans ve doktora diplomalarını, Paris (Sorbonne) Üniversitesi ve London School of Economics and Political Science’dan aldı.
SOAS’ta Çağdaş Orta Asya ve Kafkasya Merkezi’nin kurucu başkanı ve Central Asian Survey dergisinin baş editörü olan Kandiyoti’nin yazdığı ve derlediği dört kitabı ve toplumsal cinsiyet ve İslam konusunda çeşitli makaleleri bulunuyor.