20.10.2012 - 02:30 | Son Güncellenme:
Kültür Sanat Servisi
Gazeteci yazar Cengiz Çandar’ın Filistin’deki gerilla kampından Cumhurbaşkanlığı danışmanlığına uzanan maceralı, riskli 40 yılının hikayesini anlatan “Mezopotamya Ekspresi” İletişim Yayınları’ndan çıkıyor.
2 Kasım’da okurla buluşacak olan kitapta, Çandar’ın yaşam serüveninde tanıştığı, yoldaşlık ettiği, tarihe damga vuran birçok fikir ve eylem adamının portreleri, Ortadoğu’da tarihi dönemeçleri yaratan adımların nasıl atıldığının hikayeleri, yaşadığımız coğrafyada bihaber kaldığımız zamanların ve olayların ayrıntıları yer alıyor.
Kitap, Çandar’ın Arafat’tan Talabani’ye, Barzani’den Öcalan’a, Özal’dan Erdoğan’a kadar pek çok isimle yaptığı özel görüşmelerini, Amerika, Suriye, Londra, Filistin, Irak hattında geçen hareketli yıllarını, Kürt sorununa çözüm bulmak için yaptığı çalışmaları, kaçak yaşadığı dönemi ve bugüne kadar hiçbir yerde yayımlanmamış anılarını da bir araya getiriyor. İşte kitaptan bir bölüm:
Talabani ile kahvaltı..
“1973 yılının ilk çeyreğinde, Lübnan’dan ayrılıp Avrupa’ya gitme planları yaptığım ve bunun organizasyonuna giriştiğim bir sırada Beyrut’ta bir kez daha bir araya geldiğim Abdülhamit yoldaş, bana aniden Celal Talabani ile görüşmek isteyip istemediğimi sordu. Celal Talabani Beyrut’taydı. Kendisine benden söz etmişlerdi ve eğer onunla görüşmek istersem, o hafta sonu, pazar günü birlikte kahvaltı edebilecektik. Bu öneri karşısında heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Celal Talabani, Irak’taki Kürt ayaklanmasının Molla Mustafa Barzani’den sonra gelen iki numaralı ismiydi. Sosyalist, hatta Maoist görüşlere sahip olmakla tanınıyordu. Onun adını, Molla Mustafa Barzani’den sonraki iki numara olmasının da ötesinde, Barzani’ye karşı önce 1964, daha sonra 1966 yılında tutuştuğu Irak’taki mini-Kürt iç savaşı vesilesiyle yıllar önce Türkiye basınında yer alan haberlerden de duymuştum. Dünyaca ünlü bir kişiyle tanışmak ve birlikte kahvaltı etmek önerisi beni heyecanlandırdı.
Yaklaşık iki yıl önce o topraklara ayak bastığımda devrimci romantizmin doruklarında dolaşıyordum. Yeraltına çekilmiş de olsa, geleceğe olanca iyimserlikle bakan Türkiye sol hareketinin iddialı bir ferdiydim. Filistin direnişine katıldığımda kendimi dünya özgürlük savaşçılarının bir neferi sayarak, konumumdan onur duyuyordum. Oysa Celal Talabani ile tanışma önerisine muhatap olduğum sırada, Türkiye’de ezilmiş bir hareketin ülke dışında bir başına kalakalmış ve örgütlü bir faaliyetin bir unsuru olmaktan çıkmış eski bir mensubuydum. Yeni bir hayata yelken açmaya çabalayan bir bireydim; siyasal temsil açısından hiçbir şey ifade etmiyordum.
‘Devrimciler ezilmişti’
1968’de İÜ’de patlayan olayların lideri olan daha sonra Türkiye’nin 68 Kuşağı’nın ölümsüz simgesi haline gelen arkadaşım Deniz Gezmiş, nice öğrenci gençlik eyleminde birlikte bulunduğum ODTÜ’lü Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’la birlikte idam edilmiş; arkadaşlarımın neredeyse tümüne yakını hapishaneleri boylamış, Türk devrimci hareketi ezilmişti. Ve, Talabani benimle devrimci hareketin bir temsilcisi, liderlerinden biri olduğumu düşünerek tanışmak ve görüşmek istiyordu. Ortadoğu’da emperyalizme karşı devrimciler arasında güç birliği oluşturmak gibi ihtiraslı bir projeyi yürürlüğe sokmak niyetiyle bir araya gelecektik. Oysa ben kendimden başka hiçbir şeyi temsil eder durumda değildim.”