09.09.2011 - 02:30 | Son Güncellenme:
FİLİZ AYGÜNDÜZ
Norton Dersleri... Akademik dünyanın, dersleri verenler için “büyük bir itibar” olarak gördüğü 6 bölümlük konferanslar dizisinin adı bu. Harvard Üniversitesi tarafından 1925’ten bu yana iki yılda bir düzenleniyor. Sosyal bilimler, sanat ve edebiyatta, alanlarının başarılı isimlerine sunulan prestijli bir kürsü Norton Dersleri. Bu derslerde edebiyatçılar, müzisyenler, plastik sanatçılar, mimarlar sanat görüşlerini açıklıyorlar.
Norton Dersleri’ni daha önce verenler arasında T.S. Eliot, Jorge Luis Borges, Umberto Eco, Italo Calvino, Stravinsky, Daniel Barenboim gibi isimler var. Bu dersleri 2009-2010 sezonunda Orhan Pamuk verdi. Pamuk ile Norton Dersleri’ndeki notlarını bir araya getirdiği “Saf ve Düşünceli Romancı” adlı, İletişim Yayınları’ndan çıkan kitabını konuştuk. Beşinci yılına giren akademik hayatını... Nasıl bir hoca olduğunu... Yalnızlıkla ve kalabalıkla ilişkisini ve tabii yoldaki yeni romanını...
‘Konuşmadan evvel bir bardak şarap...’
İlk derste neler hissettiniz? Karşınızda bin beşyüz kişilik bir topluluk...
Benim gibi akademik hayatın dışında geçmişi olanlar için, “Aaaa Harvard’da gidip konuşacağım” gibi bir durum var. Heyecanı oldu tabii ama konuşmamı elli kere yazmıştım. Nazım Dikbaş çevirdi İngilizce’ye. Sonra ben bazı eklemeler yaptım, üzerinden geçe geçe ezberlemiştim artık.
Her konuşmadan evvel, alt katta bir bardak şarap içiyorduk ayrıca. Yalnız ben değil, beni tanıtan konuşmacı da aynı şeyi yapıyordu. O da bizim keyfimizdi.
Bu konuşmalar şimdi kitap oldu. Nasıl tanımlarsınız kitabı?
Kitap, Norton Dersleri’ndeki altı konuşmadan meydana geliyor. Bir de son bir bölüm ekledim.
Bu konuşmaların bir başka özelliği yalnız Harvard’ın hocalarına, öğrencilerine, doktora yapanlara değil dışarıdaki halka da açık olması. Bu kitap aslında benim roman konusunda bildiğim en önemli şeylerin, herkesin anlayacağı bir şekilde ifade edilmesidir. Ya da “Ey Orhan, konuş bakalım 150 sayfa roman hakkında” denseydi işte ben bunları söylerdim. Ve söyledim, evet.
Bu derslerin, dünyanın herhangi bir yerinde verdiğiniz konferanslardan farkı neydi sizin için?
O dersleri verdiğim yerin Harvard olmasının verdiği bir gerginlik vardı tabii. Konferansların ünü ve sonunda bunların önemli bir kitap olması gerektiğinin de üzerinize verdiği bir yük... Ama Harvard kürsüsünde roman hakkındaki görüşlerimi açıklamak, bir sömestr de orada yaşamak büyük zevk ve onurdu.
‘Derslerden bir gece önce uykularım kaçar’
Ben Nobel ödül töreninde konuşmuşum, artık bundan sonra ne olacak gibi bir haliniz olmadı yani...
Yok. Hâlâ heyecanlıyım. Hâlâ Columbia Üniversitesi’nde derslere girerken, ondan önceki gece bazen uykularım kaçıyor. O gün, dersler her zaman öğleden sonra 4’tedir. O gün ben dörde kadar bütün gün o dersle meşgulüm. Başka bir şey düşünemem. Gerilirim. Çok da yapılacak iş var.
Sevdiniz mi akademik hayatı?
Akademik hayatta zorlanmıyorum ama yere düştüğümü, bayıldığımı da söyleyemem. Öğrencilerin, iyi kütüphanelerin olduğu o alimhane havayı seviyorum. Ne bileyim öğrenci kahveleri, kitapçılar, profesörler... Akademik ortamlara bir yazar olarak davet edilmek, oralarda gezinmek, oradaki sorunları öğrenmek, profesörlerle arkadaşlık etmek... Bunları severim.
Düşmüyorum, bayılmıyorum derken?
Düşmüyorum, bayılmıyorum. Ders vermek, akademik ortam ve onun bir de formaliteleri var. Orada akademik olarak kendimi göstermek konusunda hevesli değilim ama ortamda bulunmakta hevesliyim.
‘Otoriter ama bunu bilmeyen hocaydım’
Nasıl bir hocasınız?
İlk başlarda Türkiye’den gelmiş, Türkiye’den geldiği için otoriter olan, otoriter olduğunu da bilmeyen bir hocaydım. Sonra düşe kalka öğrendik. Mesele bir şeyi derste doğru bilip öğrenciye öğretmek değil, mesele düşe kalka öğrencinin kendi kendine derste o doğruyu bulup söylemesi. Amerika gibi eşitlikçi, demokratik olan ya da olmak isteyen bir ülkede ders vermek, öğretmenin otoriter bir şekilde, bu işin doğrusu budur diye söylediği bir şey değil. Hele edebiyat dersi...
Peki, romancının yalnızlığı ve hocanın kalabalığı. Hangisi daha konforlu?
Yazarlık yalnız bir iş. Bazen de gidiyorum, bir yerde ev tutuyorum, iki ay bütün dünyadan kopuyorum, yazıyorum. Bunu yapıyorum ama sonra Fransa’da, bilmem nerede kitabım çıkacak, bilmem ne olacak... Sosyal olmak da lazım. Ben uzun zaman, kimseyi görmeden yalnızlıklara katlanırım. Sayısız yılbaşı geçirmişimdir tek başıma. Ama sonra gördüğüm, konuştuğum insanlar da lazım.
Eminim size aşık olan öğrenciler de olmuştur.
Orası Amerika. Bu konularda geyik bile olmaz.
‘Yaptığım, yazarlık dersi vermek değil’
Sadece öğretmen değilsiniz ki. Aynı zamanda öğrencilerinizin hayranlık duyduğu bir yazarsınız.
Ama ben yazarlık dersi vermiyorum. Bu ayrım var. Yazarlık dersi vermememin üç nedeni var. Birincisi çok fazla yazarlık dersine inanmıyorum, zor bir şey. Ayrıca birisinin iyi bir yazar olması, iyi bir yazarlık dersi hocası olması anlamına da gelmiyor. Üçüncü olarak da benim ana dilim İngilizce falan değil.
New York’ta yazarlık dersi veriyorsanız onların yazdığı şeyleri satır satır, kelime kurallarıyla düzelteceksiniz. Yabancı bir kimse Yahya Kemal’in şiirini düzeltebilir mi? Ben karşılaştırmalı edebiyat anlatıyorum.
Romancının aynı anda saf ve düşünceli olması gerektiğini söylüyorsunuz kitabınızda. Bize yıllardır Tanrı’nın yazarın kulağına fısıldadığı söylenir. Oysa siz ciddi bir mimari yapıdan söz ediyorsunuz.
Şimdi, tanrı bizim kulağımıza fısıldar sözü, ilham için kullandığımız bir çeşit istiare, benzetme diyelim. Bu çeşit yaratıcılığı şiirle ilişkilendiriyoruz ama benim değer verdiğim romancının da bu çeşit bir yaratıcılığı vardır. İyi bir roman hem şiirsel yaratıcılık taşımalı, hem bir camii, katedral yapar gibi uzun uzun, mimarlığı düşünerek inşa edilmeli.
‘Ben de bir insanım’
Bu konferanslarda çok şaşırdığınız, ilginç şeyler oldu mu?
Harvard’ın beni karşılaması, orada yaşadığım arkadaşlık, yoğun ilgi, altıncı konferansı bitirince hepsinin ayağa kalkıp hep birlikte alkışlaması gibi şeyler...
Bunlara şaşırıyor musunuz hâlâ?
Bunlar hoşuma gidiyor. Ben de normal bir insanım. Nobel aldık diye ölmedik, insanlık devam ediyor.