Gündem ‘O kız büyüdü, gitti’

‘O kız büyüdü, gitti’

09.09.2018 - 01:30 | Son Güncellenme:

Aslı Perker’in yeni romanı ‘Flamingolar Pembedir’ küçük bir kızın, trafik kazasında ölmüş anne babasının içinde olduğu iki tabutla şehirlerarası bir otobüste yolculuk etmesiyle başlıyor ve yıllar sonra başından geçenleri bir dinleyici grubu karşısında anlatıyor. Röportajın tamamını Milliyet Sanat eylül sayısında okuyabilirsiniz.

‘O kız büyüdü, gitti’

Aslı Perker’in yeni romanı ‘Flamingolar Pembedir’, gerçekliğin ne kadar olağandışı olabileceğini göstermesi açısından ‘gerçekçi’ bir masal kitabı. Ama aynı zamanda bir travmanın ve yas sürecinin ele alındığı bir roman… Peki ama nasıl, hem masal hem yas ve travma?.. Romanın ithaf sayfasında yazar, Coleridge’in dizeleri ve “Gerçek ne kadar gerçektir?” sorusuyla okuru karşılayarak bir ipucu veriyor aslında. Romanın başlangıcı çok sert; küçük bir kız, trafik kazasında ölmüş anne babasının içinde olduğu iki tabutla şehirlerarası bir otobüste yolculuk ediyor. Romanın anlatıcısı kadın yıllar sonra başından geçenleri, bir dinleyici grubunun karşısında anlatıyor. Geçmişe dönüyor, geçmişe dönerken tam da o zamanki yaşına, duygusuna, iç dünyasına… Sayfalar ilerledikçe şaşırtıcı bir akışa kavuşuyor hikâye. Denizle, balıklarla, müzikle, aşkla, gerçekçi ve düşsel bir hayat deneyimine... Aslı Perker romanla ilgili sorularımızı yanıtladı.

Haberin Devamı

- Roman “Daha önce anlatmayı denedim, kimse inanmadı,” diye başlıyor. Ve gerçekten olup bitenler inanılır gibi olmasa da çok gerçek. Kurmaca ile gerçeklik arasındaki ilişki sürekli sorgulanır...

43 yaşındayım, bu benim altıncı romanım ve kendimi bildim bileli bir şeyler uyduruyorum. Ama ne kadarını uyduruyorum? Küçükken ufak ufak kâğıtlara yazdıklarımı teyzem saklamış. Ondan önce de benim hatırladığım çok fazla sessiz sahne oynadığım. Bütün zamanımı bir kurgu üzerinden sessizce oynayarak geçirdiğim günler olurdu. İlk kez on yedi yaşımdayken hatırladığım ve anlattığım bazı şeylerin ne kadarının gerçek ne kadarının uydurma olduğunu anlamaya çalışmaya başladım. Bir şeyler hatırlıyordum, ama etrafımdakiler o şeyleri öyle hatırlamıyordu. Kitabın girişinde alıntı yaptığım Coleridge bu şiiri değil, ama başka bir eserini (‘Kubla Han’) tamamı ile uyku halindeyken yazdığını, uyandığında cümlelerin ona bütün bütün geldiğini, tam kâğıda dökecekken bir arkadaşının geldiğini, onunla konuşmak için çıkıp geldiğinde hepsini unuttuğunu anlatıyor. Bundan son derece emin. Oysa araştırmalar, edebiyatın iz sürenlerinin ortaya çıkardıkları gösteriyor ki olay böyle değil. Ama eser bir yana Coleridge’in eserin ortaya çıkış şeklini hikâyelendirmesi bile bir kurgu. Lafı çok uzattım. Tek kelimeyle de cevap verebilirdim. Perspektif. Aynı olayı aynı anda yaşamış olabiliriz, ama ikimiz bambaşka şekilde anlatabiliriz. Biri sıradan biri kurguvari olabilir.

Haberin Devamı

- Kayık metaforu çok dikkat çekici. Artık hayatta olmayan dedesinin kayığıyla balığa çıkıyor anlatıcı, dayısıyla. Kayığın adı ise anlatıcının annesinin adı, Feryal... Kayık bir rahme dönüşüyor. Kayığın katamarana dönüşmesi, büyüme mi yoksa anlatıcının yeniden doğuşu mu?

Romanı geçen yıl ağustos sonunda yazmaya başladım. Foça’da. Hikâyeyi yıllardır içimde besleyip büyütüyormuşum, farkında değilmişim. Neyse yazıyorum ve sürekli kız kendini dayısıyla kayıkta buluyor, kayıktan sonra yine denizde katamaranda buluyor. Kendime sorup duruyorum, neden? Bu kız neden dayısının hayalini sahipleniyor? Bir anda geldi. Donup kaldım, titredim. Kayık annesinin rahmi, annesine geri dönmeye çalışıyor. Ve bu kız hiçbir zaman iyileşmez. Sakinleşebilir, ama iyileşmez. Yazmanın büyüsü bu işte. Yazara da sürprizler oluyor.

Haberin Devamı

- Romanda anlatıcının denizle kurduğu ilişki de büyüleyici. Ve hayat felsefesi bu ilişkide şekilleniyor diyebilir miyiz?

Kesinlikle öyle diyebiliriz. Çok güzel bir atasözü var, ben bunu daha önce de bir kitabımda kullandım, “Anasız kız han soyundan olsa öksüzdür” diye. Anne-çocuk ilişkilerini biraz çalışan ya da deneyimleyen herkes bilir; kız çocuk anneyi, erkek çocuk babayı model alıyor. Bu yüzden yeni nesil ebeveynler her hareketlerinde çok dikkatli. Şimdi altı yaşında annesiz kalmış bir kız çocuğunu düşünün. Kim olacak bu kız? Modeli kim? En yakında bulunduğuna tutunacak, okyanus ortasında ipi kopmuş bir kayık olmamak için. İşte Bahriyeli de ona uzanan ilk yardım eline uzanıyor ve hayatı ondan ve onunla birlikte anlamlandırıyor. Bu yardım elini uzatan da neyse ki denize, doğaya tutkun bir adam.

Haberin Devamı

- Romandaki, anlatıcıyı öksüz ve yetim kalmış küçük bir kızken yanına alıp büyüten Dayı, ‘Leon’ filmini çağrıştırıyor bir parça. Dayı’nın hayalciliği ve yeteneği, gerçeklikte sapma yaratacak bir cesareti ortaya çıkarmıyor mu? Bir de ikisi de olağanüstü yeteneklere sahip...

Aslında, bakacak olursanız hayatın bütün gerçekliği içinde kendine bir baloncuk oluşturup onun içinde yaşama hâli ki bu benim de hayatta kalma tekniğim. Ve bu ‘körlük’ hali ister istemez bir cesaret kazandırıyor insana. Kendi bildiğini okumak mı desek?

- Romanı, “İzmirim’e” diye ithaf etmişsiniz, bir yanıyla da bir İzmir romanı. Nedir sizin için İzmir?

İzmir benim için galiba en çok deniz demek. Tuzlu tuzlu dolaşmak demek. Saç tellerimle oynadığımda parmaklarımın arasında kalan tuz demek. Kendini koklamak, deniz kokmak, bundan dolayı aşırı mutlu olmak demek. Kendi hâlinde olmak demek.

- Romanın sonu, başı kadar şaşırtıcı; ama bir o kadar da romanda anlatılanları gizemli bir hâle getiriyor. Romandaki dinleyicilerden birisinin anlatıcıya sorduğu gibi, devamı olacak mı?

Haberin Devamı

Yok, olmayacak. O kız büyüdü, gitti.

Yazarlar