07.05.2009 - 01:49 | Son Güncellenme:
ECE TEMELKURAN
iç durmadan toprağı seviyor. Elleri toprak rengi artık. Üstü başı hep toprak rengi. Yüzü gözü öyle. Sanki gömülmüş de geri çıkmış gibi mezardan. “Niye böyle tek başına oturuyorsun mezarlıkta?” diyorum.
“Amcam bu” diyor, mezarını sevdiği. “Arkadaşların nerede senin?” diyorum, ötedeki üç taze mezarı gösteriyor. “Bu ablam” diyor, “Bunlar da arkadaşlarım”. Hep topraklarını seve seve...
Ercan 10 yaşında ve kimse onun bu mezarın başında böylece oturduğunu görmüyor. İlk isimleri aceleyle yazılmış, boyaları akmış mezar taşlarının ortasında kırılıp kalmış beli, duruyor. Annesi diğer kadınlarla kavakların altında ağıt yakıyor, babası erkeklerle taziye çadırında mikrofondan köye bağıran ‘El Fatiha’yı dinliyor, kardeşleri mizansen fotoğraf almaya çalışan gazetecilere, televizyonculara bakıyor. “Niye oldu sence bu iş Ercan?” diye soruyorum. Canı çekilmiş sanki, mecalsiz omzunu silkiyor. İncecik bir cümle söylüyor, gerisi sorulacak gibi değil:
“Hep akrabaydık biz.”
Kin labirenti
“Anneeeee! Kalk, anneeee!”
İki kolunu iki kadına bırakmış genç kız gırtlağı yırtılır gibi bağırıyor ağıt yakan kadınların arasında. Çimlere oturmuş, beyaz başörtülü kadınlar birbirlerinin ağızlarından alıyorlar ağıtların ucunu, birinin sesi yere düşmeden öteki devam ediyor. Bir acı uğultusu dönüyor başlarının üzerinde, kavaklara sarılıyor ucu. Genç kızı gösterip bir kadın “Hepsinin ölümünü görmüş” diyor, “İç odadaymış, öyle kurtulmuş. Kafası yerinde değil.” Kimse kurtulmuş gibi görünmüyor.
Kürtçe ağıtlarla başlarını birbirine verip oturmuş kadınların arasında bir milletvekili “Acınızı hissediyoruz” diyor Türkçe, ayakta. Sonra “amin, amin , amin”... DTP’li bir politikacı “Bu, devletin yürüttüğü inkâr ve imha politikasının sonucudur” diye demeç veriyor gazetecilere. Çevre köylerden erkekler elleri arkalarında kavuşmuş gazetecilere nedenlerini anlatıyorlar olayların. Alabalık çiftliklerinden paylaşılamayan ceviz ağaçlarına, muhtarlık seçiminden muhtarlık seçimi sırasında sıkılan ve ‘örtbas edilen’ kurşunlama olayına, toprak meselesinden eski kan davalarına ve sonra yine alabalık çiftliklerine...
Tezek kokulu labirentlerle birbirine bağlanan evlerde İstanbul’dan gelip de bir günde her şeyi anlamak isteyen gazetecilerin, parçalarını ne yapsalar bir araya getiremedikleri kin ve barut kokan karmaşık bir hikâye var. Hikâyelerin hepsini toplasanız bir katliam etmiyor. Bizim için etmiyor. Ama köyün gençleri kullanılan silahları saymaya başlayınca:
Bixi, keleş, M16, G3... “Bir top yok bu köyde. Bu kadar silahın olduğu yerde ne olur?!”
Silahtan başka bir ‘çözümün’ olmadığı, ya öldüğün ya öldürüldüğün, hikâyenin hep böyle kurulduğu toprağın çocukları hepsi. Olup bitenlere bir tek dışarıdan gelenler şaşırıyor.
‘Zamanı gelince’
Gözaltından biraz önce çıkan Ahmet ve Mustafa Çelebi ile konuşuyorum.
“Göçüyoruz” diyor, “Şimdi. Hemen. Yoksa bizi öldürecekler.”
Alay komutanı üç gün süre vermiş gitmeleri için, para yardımı da yapmış. Bir karmaşık hikâye de o anlatıyor ve diyor ki, “Zamanı gelince konuşacağım.”
Oysa “zamanı geldiğinde” gazeteler ve tele-vizyonlar için çoktan geçmiş olacak bu katliamın zamanı. Tıpkı daha önce, bunca silah bu insanların hayatına gömülürken, bu topraklarda kurşundan bir ‘iç ülke’ kurulurken ‘zamanı değil’ diye yazılmayanlar gibi...
Bu insanlara öldürmeyi kim öğrettiyse bu katliamın sorumlusu da o. 1993’ten beri “koruculuk” adı altında bu topraklarda silahları ve rant hırsını kim biriktirdiyse katil o. Hikâyenin bütün anlamsız parçaları birleştiğinde ortaya çıkan anlam bu.
Tuhaf bir duygu var köyde. İçleri yanarak, sönmüş memelerini sıkıp sıkıp bırakan ihtiyar kadınların sonsuz acısı değil. İç odalarda sakinleştirici vurulup vurulup uyuyan genç kadınların şoku değil.
Bu hikâye burada bitmez
Köyün girişine sıralanmış içi boş tabutların insanın kanını donduran trajedisi değil. Ortalıkta ağlayıp susarak dolaşan kimsesiz kalmış 50 kadar çocuğun korkunçluğu değil. Buz gibi bir duygu. Bir pusu, bulut gibi toplanıyor sanki. Bu hikâye burada bitmeyecek, besbelli. Ama bu gazeteci, asker, siyasetçi kalabalığı dağılmadan hikâyenin devamı gelmeyecek. On iki aile hep birlikte göçecek bu gece Bilge köyünden.
Ama onların gidişi bu hikâyenin sonu olmayacak.
Kadınlar kol kola girmiş hayaletler gibi dolaşıyorlar köyün içinde.
Bakan geliyor diye bir günde yapılan köy yolundan siyasilerin biri gidiyor biri geliyor. Ama Ercan mezarın başından kalkmıyor. Çünkü hepsi birbirinin akrabasıydı. Kardeştiler. Bütün evleri birbirine bağlayan labirentler gibi karmaşık akrabalık ilişkileri vardı.
Sonra nasıl kardeşler birbirine düşerse maldan mülkten, onlar da birbirlerine düştü. Bu insanların tek farkı ellerinde o silahların olmasıydı. Bixi, ‘keleş’, M16, G3... Ve birileri onlara öldürmeyi öğretmişti.
İki kolunu iki kadına bırakmış genç kız gırtlağı yırtılır gibi bağırıyor ağıt yakan kadınların arasında. Kadınlar, “İç odadaymış, öyle kurtulmuş. Kafası yerinde değil” diyor.