Kulis
Ayça Atikoğlu
1900'lerin başlarında, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasının hemen öncesindeyiz. II. Abdülhamit'in hareminde, İtalyan kökenli bir kız olan Safiye, haremin genç haremağalarından Nadir'le ittifak yapar.
Suç ortaklığı ve ifade edemedikleri bir çekimle birbirlerine bağlanan ikili, Safiye'yi önce Padişah'ın gözdesi, sonra oğlunun anası yaparak, iktidara ulaşmayı hedefler. "Harem Suare"de Safiye ve Nadir'in hikayeleri aracılığıyla, tamamen kadınlara özgü, entrika, korku, bastırılmış tensellik, büyük dostluk ve büyük ihanetlerle dolu gizli bir dünyaya giriyoruz. Bu dünyada, Safiye ile Nadir'in iktidar merdivenlerini çıkarken birbirlerine olan gerçek duygularını saklamaları giderek güçleşir ve sonunda tüm engelleri, yani kadın açısından yasakları, erkek açısındansa hadımlığı aşan fiziksel bir aşka dönüşür...
Safiye, opera tutkunu olan Padişah'a İtalyan operalarını tercüme eder, böylece gözde olmayı başarır. Hedefe ulaştıktan sonra, kendi konumunu savunmak için rakiplerini ortadan kaldırmak pahasına dahi olsa geri adım atmaz. Dışarıyla hiç teması olmayan Safiye ve Nadir, yasak aşklarıyla iç içe geçen bu iktidar koşusunun kısa zaman sonra yok olup gidecek olan bir dünyanın içinde yer aldığını, fark etmezler. Onlar hedeflerine yaklaştıklarını düşünürken yaşadıkları, sonun başlangıcıdır...
Sonun başlangıcıdır, çünkü bir süre sonra Abdülhamit sürgüne gönderilecek, harem kapatılacak ve o güne değin dış
dünya ile tanışmamış, sefahat içinde yaşamış kadınlar, sefaletle yüzleşeceklerdir.
İlk filminde hamamı anlatan Özpetek, ikincisinde haremi anlatıyor. Anlatırken, tarihe kişisel yorumunu katıyor. Hayatın nasıl yaşandığı değil, nasıl yaşandığının sanıldığının daha önemli olduğunu savunuyor.
Pazartesi akşamı Emek Sineması'nda AKUT yararına yapılan gala ile, "Harem Suare" nihayet Türk seyircisi ile buluştu ve büyük alkış aldı. (Film 24 Eylül'de 43 sinemada birden vizyona girecek.)
Siz sinemada filmin yukarıda aktardığım öyküsünü izleyeceksiniz, ama filmin bir de çekime yansımayan öyküsü var. Abdülhamit'in karısı Gülfidan'ı oynayan Serra Yılmaz'ın anlattıkaları...
Serra ile Ferzan geçen yıl Strasbourg'da karşılaşmışlar, Ferzan yeni filminden bahsetmiş ve seni arayacağım demiş. Derken bir gün senaryo gelmiş, Serra okumuş ve bayılmış. Hem çok beğendiği için, hem de şaşkınlıktan... Çünkü Ferzan hiç bilmeden Serra'ya anneannesi Seza'nın yaşamını oynamasını teklif etmiş.
Serra, anneannesinin saray anılarını şöyle anlatıyor:
"Anneannem saraylıydı. Harem'de büyümüştü. Ben hep bu saray öyküleriyle büyüdüm. Mesela, filmdeki Nadir Ağa'nın gerçekten yaşadığını biliyorum. Anneannem, "Nadir Ağa'yı ziyaret ettik" diye anlatırdı. Anneannem bir Çerkez kızı, Saray'a ne zaman verildiğini bile hatırlamıyor, o kadar küçükmüş ki uçkurunu bile bağlayamazmış. Onu ciciannesi, hazine kalfası yetiştirmiş. Küçükken ne yapıyordunuz diye sorardım, günlerini müzik dersi alarak,
yemek yiyerek, uyuyarak geçirirlermiş. Mutfaktan yemek gelirmiş, yer, uyurlarmış, uyandıklarında tekrar acıkmış olurlar, seslenirler, saray usulü yumurta gelirmiş. Anneannemin adı Seza idi, haremde ona Laik Seza derlermiş. Bazen Yıldız'da kayıkla dolaşırlarmış, hep annesini bulacağı günü düşlermiş, oralarda da hep onu arar, yediklerinin yarısını, ona vermek üzere saklarmış, tabii yiyecekler kokar atılırmış."
Serra'ların tarihimizi çarçur etmeleri de, diğer Osmanlı ailelerininki gibi,
son derece hazin; "Abdülhamit geziye gittiğinde, her birine hediye getirirmiş. Fincanlar ve bir sürü şey. O yüzden evimiz Abdülhamit'in verdiği eşyalarla doluydu. Hatta kendi eliyle yaptığı sedef kakmalı bir oturma odası takımı vardı, bizimkiler sonra her şeyi satmışlar. Anneannem harem kapanmadan bir süre önce, hazine kalfası ciciannesi tarafından Düyun - u Umumiye'den yüksek rütbeli bir memurla evlendirilmiş. Zaten ciciannesi de bir süre sonra, malını mülkünü bağışlamış ve onların yanında ölmüş. Hatırlarım, bir sürü misafir gelir, aylarca köşkte kalırdı."
Serra, film çekimi için annesine bir dizi saraylı ismi yazdırmış, böylece çorba dağıtırken her birine bir laf etmesi gerekince, gerçek saray isimlerini kullanmış. Serra filme evlerindeki Abdülhamit armalı lambaları ve anneannesinin sarayda oynadığı oyuncakları bile getirmiş. Yani "Harem"de özel tarihini de yaşamış...
Prodüksiyon notları:
* Filmin yedi haftası Türkiye'de, iki haftası ise İtalya'da çekildi.
* Başrollerde Gerard Depardieu'nun "Kahraman Babam" filmiyle tanıdığımız Lancome'un yeni yüzü Marie Gilloin, Alex Descas, Valeria Colino ve yıllardır rol kabul etmeyen Lucia Bose oynuyor.
* Bernardo Bertolucci'nin "Son İmparator" ve Sergio Leone'nin "Bir Zamanlar Amerika"da filmlerinin sanat yönetmeni Bruno Cesari, İtalya'daki çekimlerde görev aldı.
* Çekimlerde II. Abdülhamit'in çalışma odası, Valide Sultan'ın odası, Yıldız Sarayı'na elektrik veren santral kullanıldı.
İstanbullu sanata sığındı
Söz konusu olan galiba sığınma duygusu idi, tüm bu yaşananlar sanata sığınma; çünkü ben böyle kalabalık görmedim...
6. Uluslararası İstanbul Bienali, deprem dolayısıyla kararlılıkla iptal edilmeyen, depremzedelere sanat yoluyla omuz vermeyi amaçlayan, sezonun ilk büyük sanat etkinliği oldu. Dolmabahçe Kültür Merkezi'ndeki açılışta, aynen afet bölgesindeki ilk günlerde olduğu gibi, yabancılar ağırlıklı olarak hissediliyordu. Tabii ki davetli Türkler de oradaydı, ama bu yıl Avrupalı konukların gelmesi daha bir anlamlı oldu; çünkü burada bulunanlar sadece konsolosluk temsilcileri ya da katılımcı sanatçılar değil, bir gün sonra deprem yararına yapılacak müzayedeye katılmak için gelen sanatseverlerdi. Nitekim ertesi gün gerçekleşen müzayedede de görüldü ki, katılımcı profili Avrupalılardan oluşuyordu.
Raffi Portakal ve Simone De Pery'nin birlikte yönettiği müzayedede 21 parça eser, toplam 225 bin dolara satıldı. Bizden dört parçanın yer aldığı müzayedede Tony Oursler, Juan Munoz gibi dünya çapında sanatçıların eserleri de vardı. Birkaç not vermek gerekirse:
* Müzayedenin en büyük alıcısı, bazı Avrupalı koleksiyonerleri temsil eden bienalin kuratörü Paulo Colombo idi.
* Türk alıcı olarak Oya Eczacıbaşı dikkat çekiyordu.
* Lady Leone gibi, açık artırmaya İsviçre'den katılanlar da vardı.
* Müzayedeye koleksiyonerlerin yanı sıra Chicago Müzesi gibi önemli müzelerin temsilcileri de gelmişti. Ama Türkiye'den sadece alıcı değil, müzeci düzeyinde de, ilgilenen yoktu. Türk basını olarak da bienali izleyen Avrupalıların yanında zayıf kaldık. Yabancı basın Le Monde, The Observer, La Stampa, Rai, Sveriges Television, New York Times, Swiss National Television, Art in America, İspanyol televizyonu ve Financial Times'ın önemli gazetecileri tarafından temsil ediliyordu. Bizdeki önemliler ise, pek ortalarda yoktu.
* Pazar günü İKSV, Armada Otel'in terasında bir brunch verdi. Raffi Portakal'ın da içi cız etmiş olacak, aynı konuya değindi: "Türk halkından daha büyük katılım bekliyordum. Batılıların gönüllü olarak, ederinden fazlasını vermek için koşa koşa gelmelerine çok sevindim. Sanatçıların tavrı da çok sevindirici idi, 50 bin dolarlık eserleri 500 dolardan başlayarak satışa sunduk, ses çıkarmadılar. Türkler'in katılımcılıktan vazgeçtim, seyirci olarak bile ilgi göstermemelerine ise, çok üzüldüm."
Oysa İKSV tam 1600 kişiye davetiye yollamıştı.
* Müzayedede, bir tablosu 4 bin 500 dolara alıcı bulan Ömer Uluç da vardı. Uluç, deprem sırasında yaptığı büyük ebatlı tablosu konusunda ise çok hassastı: "Bu tablo benim için çok önemli, çünkü bu felaketle özdeşleşti. Ben çalışırken 20 bin kişi henüz toprak altında yaşıyordu, bitirdiğimde ise yoktular... Ben bunu kimseye bağışlamam, ama sergilenebilmesini çok isterdim" dedi. Tablo çok büyük olduğu için, ancak bir modern sanat müzesinde yer bulabilirdi.
* Kuratör Paulo Colombo, sanat adamlığı ile de, insan olarak açıklığı ve "depremimize" sıcak yaklaşımı ile de çok beğenildi. Ancak Colombo, aynı sıcaklığı 10 yıldır görmediği yeğenine göstermedi. Colombo ile, bir yıldır İstanbul'da yaşayan yeğeni Kelloggs'un genel müdürü Marolo Rosa tam 10 yıldır karşılaşmamışlar. Bu vesile ile, karşılaşmalarını gözyaşları içinde izlemeye hazırlananlar epey şaşırmışlar; çünkü Dolmabahçe Kültür Merkezi'ndeki karşılaşma el sıkışmalı ve serinkanlı geçmiş.
* Bienal'in nasıl bulunduğuna gelirsek... Benim edindiğim izlenim hafif hayal kırıklığı ve "sanatta söz bitti" yorumu oldu. Dolmabahçe Kültür Merkezi'ndeki sanatçılar genellikle etkileyici bulunmadı (büyülenmek ve etkilenmek artık o kadar zor ki!)
Yerebatan Sarayı'ndaki Tony Oursler'in "gözler"i, "Tutku ve Dalga" temasına çok uygundu. Oursler'in sarnıcın şırıltılı karanlığındaki ışıltılı topları, (gözleri) içimize işledi ve bir bienalimiz olduğu için şükrettirdi.