Kültür SanatBir olgunlaşma ve kemâle erme öyküsü

Bir olgunlaşma ve kemâle erme öyküsü

11.09.2008 - 01:01 | Son Güncellenme:

Yeni kitabı “Masumiyet Müzesi”, toplumsal norm ve tabuların iki kişinin hayatını nasıl zehirlediğini anlatmasından tutun da, romanın fonunu oluşturan İstanbul’un bu kez sınıfsal temsiline kadar, Orhan Pamuk’un en Türkiyeli öykülerinden biri.

Bir olgunlaşma ve kemâle erme öyküsü

Modernist anlatıların kurgularında mekânın rolünü merkeze alırsak şöyle bir genelleme yapabiliriz. Bu anlatılar geleneksel mekânın, yani evin, başkişi tarafından terk edilmesiyle başlar.
Bu kişiler, bir yandan şehirde başıboş dolaşırken, bir yandan da alternatif bir mekân bulur ve oraya yerleşirler. Bu alternatif mekânlar, ileride açıklayacağım mahrem, mühürlü, kapalı mekânlardır. Ve modernist anlatılar üçüncü bir aşamada başkişinin bu kapalı, mühürlü mekânlardan çıkış yollarını arama çabalarıyla devam eder. Çoğunlukla iki çıkış yolu keşfeder modern roman kahramanı: Bir tanesi sanattır; diğeri ise sıradan insanlığın yaşamına katılmak. Ve bu çıkış yolları elbette birbirinin zıddıdır. Çünkü sanat sıradışılığı gerektirir; oysa sıradan insanın yaşamına nüfuz edebilmek sıradışılıktan feragat etmekle olur.
Mekân olarak müze, sıradanlıkla sıradışılığı birlikte barındırabilen; bu özelliğiyle de geleneksel mekânı yani evi terk edip kendini son derece kişisel, mahrem ve mühürlü bir mekâna hapsetme eğiliminde olan modern insanın bulabildiği çıkış yollarından biridir. En azından, Orhan Pamuk’un “Masumiyet Müzesi”nde önerdiği bir çıkış yoludur.

ÇUKURCUMA’DA  MÜZE
“Sessiz Ev”den “Masumiyet Müzesi”ne kadar Pamuk romanlarının hepsinde, sanatçı olma yolunda ya da hevesinde genç adamlar evlerini terk eder ve kendilerini başka bir kapalı mekânda bulurlar: “Sessiz Ev” böyle bir mühürlenmiş mekândır; tabii “Beyaz Kale”de Hoca ve Venediklinin paylaştıkları oda da. Ve elbette “Kara Kitap”ın Şehri Kalp apartmanının Celâl Salik’e ait olan katı; “Yeni Hayat”ta otobüsler ve Güdül kasabasında da Dr. Narin’in evi ve “Benim Adım Kırmızı”da nakkaş Osman’ın kendini kör ettiği hazine odası.
Bu mekânların hepsi de roman başkişileri için son derece önemli mekânlardır. Çünkü buralarda onlar anımsayarak kimlik kazanırlar; ihanetin ve kaybetmenin acısını yaşarlar; ve en önemlisi yaşamla ölüm arasındaki çizginin farkına varırlar.
“Kara Kitap”ın sonu, “Masumiyet Müzesi”nin başı gibidir: Orada Galip, Rüya’nın yaşadığı evlerde onun eşyalarına rastladıkça (mor bir düğme, gözlükler, kara firketeler, bir kutu kapağı, edebiyat ödevi, sipariş listesi, yaptığı bir resim, bir çorap teki, vb.) bunları cebine koyar, bazen aylarca cebinde taşır, en sonunda ‘titizlikle’ apartman önlerinde duran çöp tenekelerine atar ve ‘bir gün anılarıyla birlikte bu hüzün eşyalarının da (kendisine) tek tek geri gelecekler’ini düşler. Ama “Kara Kitap”ta yiten eşyanın yerine Rüya’nın kaybının öyküsü, yani “Kara Kitap” gelir. Çünkü Galip yetişmekte olan bir yazardır.
Bu tür mekânlara kapanan karakterler “Masumiyet Müzesi”nin Çukurcuma’sına kapanan Kemal’e kadar hep birer estetti; yani sanatçı olma hevesinde genç adamlar. Dolayısıyla da bunlar sanatla yaşam ilişkisini varoluşsal bir sorun olarak deşen sanat heveslileriydi. Kemal ise sıradan bir burjuvadır. Çukurcuma da yalnız aşka ayrılmış, aşka kapanmış bir mekân; bir tür kefaret ve sadakat çilehanesi. Dolayısıyla, daha “Kara Kitap”ta biçimlenmeye başladığını gördüğümüz müze ve bellek fikri, artık bir sanatçının büyümesi kurgusuyla değil, bir âşığın tutkusuyla anlatılır.
Tutkuyu anlatmanın bir yolu çok konuşmaksa (Walter Shandy), diğer bir yolu da hiç konuşmayıp eşyaya işaret etmek olabilir (Amcam Toby). Kemal üçüncü bir yolu seçer. O, eşyalar üzerinden anlatacağı öyküsünü bir yazara, Orhan Pamuk’a havale eder. Ama onun da yapabileceği bir şey vardır: Bu eşyalardan, ama yalnızca bu eşyalardan değil, bir dönemin tüm nesnelerinden bir müze kurarak, hem kişisel acısını dindirmek  hem de daha önemlisi, bu acıyı paylaşmak, başkalarının yaşadığı acılarla bitiştirmek. İşte Çukurcuma’daki müze bu kişisel ve kolektif amaçla kurulur.

AŞK VE MERHAMET
“Masumiyet Müzesi”ne kadar yazdığı romanlarda Orhan Pamuk aşk uğruna evi terk eden karakterler yaratırken, bu karakterlerin sanat ve aşkınlık arayışında aşkın bir vesile, bir bahane olduğunu ima etmişti.
Bu romanda ise aşk, baştan sona tek duygu, tek amaç, tek anlam olarak var. Roman kahramanı Kemal, eğer sevdiği kadınla, Füsun’la, Merhamet Apartmanı’nda yaşadığı mutluluğa ihanet etmemiş olsaydı, Füsun’la kırk dört kez seviştiği bu apartmanda yaşadığı mutlulukla bencilce sarhoş olmayıp merhamet duygusuna da yer açabilseydi -kendisiyle hiç hesapsız sevişen Füsun’a ve aldattığı nişanlısı Sibel’e merhamet duyabilseydi- masumiyetini belki kaybetmeyecek ve suçunun cezasını önce sekiz yıl süren bir kefaret ve çile, sonra bu da yetmeyince bir müze kurarak ödemek zorunda kalmayacaktı.
“Sessiz Ev”den Merhamet Apartmanı’na, Pamuk romanlarında evlerde hep masumiyetin hayaleti dolaşır. Ama bu hayalet yalnızca Merhamet Apartmanı’nda, Füsun olarak, ete kemiğe bürünmüştür. Ne var ki, ait olduğu üst sınıfın refleksleriyle Füsun’la ilişkisini sürdürmeye kalkışan Kemal, bu hatasını ancak o sınıfı terk ederek, baskıcı ve cendereci burjuva normlarına kendi mekânını oluşturarak direnir; Merhamet Apartmanı’nda yapama- dığını Çukurcuma’daki apartmanda yapar. O apartmanı seçtiği, çaldığı fetişleştirdiği, biriktirdiği eşyalarla doldurup bir müze haline getirerek, mutluluğuna mal olduğuna inandığı burjuva değerlerine meydan okur.
Ama işte burada ilginç bir paradoksla yüzleşmek gerekir: Burjuva değerlerine meydan okumak üzere kurulan bu müze, ‘müze’ oldu-ğu için, burjuvazinin belleğini muhafaza eden ve ona bir tarih kazandıran mekânlardan biri olacaktır. Çünkü müzeler, burjuvazinin kültürel belleğinin kapatılarak teşhir edildiği yerlerdir. Ama bu tür paradokslarla sürdürülen arayışlar, Orhan Pamuk romanlarının okuması en zevkli yanlarından biridir; hatta bana sorarsanız, en zevkli yanıdır.
Merhamet Apartmanı’nda yaşayan masumiyet, Hilton Oteli’nde yapılan zengin nişanında biter -nişan ki burjuva törenlerinin en hesaplısıdır! Füsun davetli olarak geldiği o nişanda Kemal’in kendisine yalan söylemiş olduğunu anlar ve belki de eğer bu yalan olmasa Kemal’le ilişkisini nişana rağmen sürdürebilecekken, nişandan sonra ortadan kaybolur. Kaybını önceleri küçümsemeye çalışan Kemal ise, tutkusundan kurtulabilmek uğruna bencil ve çaresiz bir insanın başvurabileceği tüm yolları dener, kullanabileceği herkesi kullanır, ama her seferinde, Füsun’un yokluğunun tek tesellisi olan Merhamet Apartmanı’na ve orada Füsun’un kullandığı eşyalara sığınır.
Füsun’un evlenmiş ve Çukurcuma’da bir apartmanda kocası, annesi ve babasıyla birlikte oturduğunu öğrendiği noktadan sonra artık Kemal’in aşk çilesi, ya da kefareti diyebileceğimiz süreç başlar. Bu süreçte Kemal, adını hak edecek biçimde olgunlaşır, gösterdiği büyük bağlılıkla Füsun’un tekrar kalbini ve güvenini kazanır -aslında belki de Füsun’un kalbini hiç kaybetmemişti. Kaybettiği yalnızca güveniydi. Ama kazandığı bu güveni, evlenmeden Füsun’la tekrar sevişerek kaybeder.
Gerçekte sekiz yıllık bekleyişten sonra bu sevişmeyi en az onun kadar Füsun’un da istediğine dair her türlü işaret vardır. Çünkü alttan alta, Kemal’in gözlemleriyle tanıdığımız Füsun’un da gururlu ama en az Kemal kadar tutkulu bir karakter olduğunu anlarız romanın sonunda. Ama bir kez onu bağışlayan Füsun, bu ikinci kez ne onu, ne de kendini bağışlayacaktır.

KARA LAMBANIN HÜZNÜ
Bir kayıp ve olgunlaşma, hatta yaşlanma öyküsüdür “Masumiyet Müzesi”. Kemal ve Füsun, bence Orhan Pamuk’un en ete kemiğe bürünmüş karakterleridir. Bir meselin figüranları değildir onlar, acı ve gerçekçi bir öykünün gerçek insanlarıdır. Ve toplumsal norm ve tabuların iki kişinin hayatını nasıl zehirlediğini anlatmasından tutun da, romanın fonunu oluşturan İstanbul’un bu kez sınıfsal temsiline kadar Pamuk’un en Türkiyeli öykülerinden biridir.
Romanın bu sınıfsal mahalli renkleri, müze fikriyle aşılır. Kemal’in seraplarının bile müzeye koyulduğu bu hikâye böyle dünyalaşır. “Bazan” bölümünün muhteşem yerelliğiyle; jest, mimik, söz ve sessizliği içeren inanılmaz ayrıntılarıyla, müzeler bölümünün olağanüstü (epik) listesi, yan yana, birbirinin hem tamamlayıcısı hem de zıddı olarak okunmalı ve Pamuk’un yerellikle dünyalılığı bu romanında da bir kez daha nasıl bir stratejiyle birleştirdiğinin son örneği olarak hayranlıkla hatırlanmalıdır. Çukurcuma’dan başlayarak dünyanın tüm kentlerine yayılan bir arayışta, Kemal, kendi çektiği acıya, içindeki ‘kara lamba’nın hüznüne, başka yaşamlarla tanışarak direnmeyi öğrenir.
“Kar”da da uyguladığı bir teknikle Pamuk, yazar maskesiyle son sayfalarda romana dahil olur. Bu noktaya kadar yer yer Tanpınar’ı anımsatan (özellikle de “Zaman” başlıklı bölümde) birçok renk ve ifadeye, duygu ve temaya rastlayabileceğimiz “Masumiyet Müzesi”nin bitişinde, ilk romancımız Ahmet Mithat’ın “Müşahedat”ta uyguladığı tekniğe benzer bir teknikle karşılaşırız.
Romanın yazılmasına (Kemal’in arzusuyla) razı olur olmasına da, olayları yalnızca Kemal’den dinlemekle yetinmez. Diğer karakterlerle görüşür, onlardan da yorum ve bilgi toplar, bir anlamda Kemal’in anlattıklarını sınar. Burada yazar maskesini takmış Orhan Pamuk -ki romanı Kemal’in ağzından anlatırken bir stilizasyon daha yaparak müze anlatıcısı sesi kullanır- artık daha önceki romanlardan tanıdığımız maskeden farklı bir maskeyle karşımızdadır.
O maskeler hep yetişmekte, oluşmakta olan, eksik ve yarım bir yazarın maskeleriydi. Burada Kemal -Orhan olarak (yoksa kâmil Orhan mı demeliyiz?) kemale ermiş bir yazar figürü girer romana. “Kar”da da bu maskeyle girmişti romana, ama “Masumiyet Müzesi”nin gene de “Kar”dan bir farkı var: “Masumiyet Müzesi”nde roman kahramanı öyküsünü yazar figürüne ‘emanet’ eder, özellikle de Füsun’u gerektiği gibi temsil edip edemeyeceğine ilişkin kuşkusunu onu bir sınavdan geçirip giderdikten sonra öyküsünü ona teslim eder.
Böylece roman iki anlamda da bir olgunlaşma, bir kemale erme öyküsü olur, hem yazarının, hem de başkişisinin.

BOZULAN BÜYÜ
Müzeler eğer yaşamın ve sanatın muhafazasının mekânlarıysa, Pamuk’un da kitabın bir yerinde söylediği gibi ‘mekânlaştırılmış zaman’sa, Pamuk romancılığında en egemen tema olan bellek ve kimlik arayışının da mekânlaştırılmasıdır kuşkusuz. Bu mekânların hep kapanılan, bir anlamda dış dünyaya mühürlenen mekânlar olduğundan söz etmiştim yazının başında.
Müze bu mührün de kırılmasıdır. Ama bellek ve kimlik bu mekân içinden dışa açılırken, teşhir edilirken, “Masumiyet Müzesi” ilk cümlesini tamamlayan son cümlesiyle kendi içine kapanır ve masumiyetini korur. Çünkü hayalde yaşatılacak bir metin, nesnelleştirilmiş bir zamandan daha dokunulmamış olduğu için, bir anlamda daha masumdur.
Bu da bizi kapanma izleği üzerinde biraz daha düşünmeye davet eder. Sanatın, fantaziyle fetişin birleştiği noktada, yani hayalin somutlaştırılmasıyla yapıldığını modernistler sanatçı romanlarını yazarken keşfetmişlerdi. Müzeler, aslında sanatın büyüsünün kapatıldığı yerlerdir (Füsun büyü demek).
Bu romanda Pamuk’un sanatçının gelişim öyküsünden vazgeçtiğini söylemiştim başta. Ama bu tam da doğru değil. Romanda bir sanatçı varsa, o, Füsun’dur. Çukurcuma’daki evde ‘vakit geçsin diye’ durmadan kuş resimleri çizen Füsun. Kuş, kafes, özgürlük, esaret -sembolizm biraz fazla açık olsa da- Füsun’a ait alt metni gözden kaçırmamamız için gereklidir.
Nişandan sonra bir erkek refakatinde girip çıkmadığı tek mekân olan Merhamet Apartmanı’nda kapatılmaktan kendini kurtaran Füsun, bir erkeğin (o erkek kendisine ne kadar âşık olursa olsun) ısrarlı ve tutkulu bakışından, başka bir apartmana, Çukurcuma’ya kapatılmaktan, oradan çıktığı zaman bir Chevrolet’ye hapsolmaktan, evli ya da değil, her zaman bir erkeğin kanadının altında yaşamaktan kurtulamayacağını, basit bir deyişle, kendi kanatlarıyla hiç uçamayacağını anladığı noktada reddiyesini yapar.
Bu reddiyeden sonra okurun, Füsun’un parçalanmış ruhunu ve bedenini anlayabilmek için, Orhan Pamuk’un gerçekten de kurdurduğunu anladığımız Masumiyet Müzesi’ni ziyaret etmesi yetmez. Mutlaka hayalindeki Merhamet Apartmanı’na dönmesi gerekir. Çünkü müze kavramındaki en aşılmaz paradokslardan biri müzelerin fantastikle fetişi, hayalle nesneyi barındıran sanat mekânları olarak bu işi ancak parçalayarak yapabildikleridir.
Füsun’un parçalanmış ruhundan ve bedeninden onunla ilgili bir bütüne varmak isteyen müzegezer-okur bunu ancak o müzeden çıkıp hayalinde canlandıracağı bir apartmanda, Merhamet Apartmanı’nda gerçekleştirebilir. Ama sanatının, fantaziyle fetişin birleştiği bir parçalanmadan, bir büyü bozumundan çıktığı zaten Orhan Pamuk’un bütün romanlarında var. Bu bakımdan en politik romanı olarak bilinen “Kar”la, en aşkî romanı olarak sunulan “Masumiyet Müzesi” arasında o kadar da fark yok.

Haberin Devamı

*İstanbul Bilgi Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü

KEŞFETYENİ
Survivor'da yine olay! İsmail Balaban'ın cezası belli oldu
Survivor'da yine olay! İsmail Balaban'ın cezası belli oldu

Cadde | 15.05.2025 - 00:38

Acun Ilıcalı konseyde İsmail'in aldığı cezayı açıkladı. İşte Survivor'da merak edilen detaylar...

Yazarlar