19.09.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:
Seray Şahinler - Seramiğin önemli isimlerinden Candeğer Furtun’un 1960’lardan başlayan üretimini kapsayan işleri Arter’de düzenlenen sergide buluştu. Serginin anlamı ise çok büyük... Zira uzun zamandır görmediğimiz Candeğer Furtun’un ilk retrospekifi bu. Sergide yer alan 100 eser, sanatçının seramiğe dair özgün yaklaşımını yansıtıyor.
Candeğer Furtun retrospektifinin diğerlerinden bir farkı var. Sanatçı bugüne dek ürettiği hiçbir seramiği satmamış, koleksiyonlara sunmamış. 1960 tarihli bir vazo yahut 2010 tarihli seramik “yumruk” yıllar boyunca atölyede bir aradaymış. Bu sergi hem sanatçının kendi belleğine hem izleyicinin Candeğer Furtun sanatına doğru yapacağı uzun bir yolculuk…
Kültürden ilham
Küratör Selen Ansen, sergide kronolojik bir sıralamayla işleri bir bütün halinde sunmayı tercih etmiş. İki kata yayılan sergide yer alan seramikler, sanatçının ilk dönem örneklerindeki aşkı, kendini arayışı, Amerika yıllarını, Türkiye’deki üretim sürecini ve ustalığını bütünlüklü bir şekilde sunuyor.
Sergide yer alan işler, tarihe, inanca, bedene, doğaya, toplumsal belleğe atıf yapıyor. Özellikle tarihsel referanslar sık sık karışımıza çıkan işlerden... Sanatçı inanca, mitlere, yaşam biçimlerine eşlik eden formlara göndermede bulunuyor. Antik Yunan’ın Artemis’i, Anadolu’nun Kibele’sinden yola çıkarak şekilde verdiği Bereket Tanrıçası, Kapadokya’daki Peri Bacaları’nın karakteristik yapısını benimseyen; aynı zamanda Osmanlı mezar taşlarından ilham alan vazolar bu işler arasında.
Kabuk etrafında
Furtun’un sıkça referans verdiği bir diğer nokta ise “kabuk.” Açılışta sık sık toprakla ilişkisine dikkat çeken Furtun için kabuk, bağlayıcı bir kavram. 1988 yılında Milliyet Sanat’a verdiği bir röportajda “Doğayı izlerken bile, her kabukta, tohumda ve taşlarda insan figürlerini görüyorum” diyen sanatçının yarım asırlık seramiklerindeki “kabuk”ların izleyiciye söyleyecek çok sözü var.
Candeğer Furtun’un işlerinde beden kavramının da yer bulduğunu görüyoruz. İnsan bedeninin uzuvları sergide sıkça karşınıza çıkıyor ve ters yüz etkisi yaratıyor. Özellikle -1. katta sanatçının bedenle ilişkisine yoğunlaşıyoruz. Her ne kadar birbirine benzeyen formlar olsa da yakından baktığınız zaman her birinin en ince çizgilerle farklı olduğuna tanık oluyoruz. Sanatçının kendi elinin kalıbını alarak oluşturduğu 45 seramikten oluşan “Alkış” serisi toplumda sesi çıkmayan bireylere ve karar mekanizmalarına gönderme yapan, serginin en çarpıcı işlerinden biri… Sergi 17 Nisan’a kadar ziyaret edilebilir.
İyi ki saklamışım
Türkiye’ye döndükten sonra ailesi tarafından tashih edilen bir dairede çalışmalarına başlayan Furtun, altı solo sergide yer aldı. Eserlerini ise hiçbir zaman satışa çıkarmadı. Furtun’un kendine hayran bırakan tevazusu bugünün sanat tartışmaları için güçlü bir dokunuş niteliğinde. Sanatçı bu eserleri 60 yıl boyunca neden sakladığını ve satmadığını ise şu sözlerle anlatıyor: “O zamanın ruhunu taşıyan eserler… Bir öykünün yapraklarını dağıtamazdım. Dağıtsaydım bir daha toplayamazdım. Bunu arkadaşlarımdan ve deneyimlerimden biliyorum. Sergi açmak istedikleri zaman kimse aldığı seramiği geri vermiyordu. Ben de satmadım. Onun için yüz tane iş bir arada. İyi ki bunları saklamışım çünkü kendimi görmek istedim. Ben neyim, ne yaptım doğru mu eksik mi yanlış mı yaptım. En büyük eleştirmen kendim oldum.”
Sesimi Türkiye’den duyurmak istedim
1936 doğumlu Candeğer Furtun, Güzel Sanatlar Akademisi’nde Nurullah Berk’in atölyesinden 1957’de resim dalında mezun oluyor. Ardından seramik süreci başlıyor ve İsmail Hakkı Oygar’ın atölyesinde aldığı eğitimle 1959 yılında seramik eğitimini tamamlıyor. 1961’de o yıllarda seramik evrimi geçiren Amerika süreci başlıyor. Furtun ilk dönem seramikleriyle ABD’de büyük beğeni topluyor ve sergi açıyor. Bir sergi daha açması isteniyor fakat Türk olduğu için sergiye sıcak bakılmıyor. Sanatçı o dönem yaşananları şu sözlerle anlatıyor: “Oradaki seramik devrimini yansıtan eserlerin benim seramiklerimin üzerindeki etkisini gördüm. Bunları Amerikan halkıyla paylaştım. Çok da popüler oldu. Fakat Türk olduğumu öğrenince bana kusura bakma dediler. Ben Amerika’da kalmayacaktım; bütün bildiklerimi Türkiye’ye getirecektim ve bütün imkânsızlıklara rağmen ne yapacaksam burada yapacaktım. Orada kalsaydım Türk kökenli ABD vatandaşı olacaktım. Halbuki bütün eksiklere rağmen Türkiye’nin sesini duyurmak istedim. Yurt dışına gittiğiniz zaman ben Türkiye’den geliyorum deyince müthiş ilgi gösterirlerdi çünkü çinileri biliyorlardı ve çinilere hayrandılar. Ayrı bir önem kazanıyordunuz…”