29.06.2025 - 02:00 | Son Güncellenme:
Ümran Avcı - Bedia Ceylan Güzelce, sosyal medya sarmalına hapsolmuş, tutkusunu kaybetmiş, belli ezberlere teslim olmuş bu çağın insanına ayna tutan denemeleriyle okurunun karşısına çıktı. “Bu Çağın İnsanı”nda geçmişten günümüze bir yolculuk yapıyor Güzelce. Çağın insanına, çocuğuna, bizim zamanımıza yönelik arkeolojik kazı yaptığını söylemek de mümkün… “Bu Çağın İnsanı”, ‘yaşamın eğrisinde düz yürümeye çalışanlarla, kendi gözünden düşenlerle’ bir dertleşme. Buza kesmiş kalplere gönderme. “Bu Çağın İnsanı” bir hatırlayış kitabı aynı zamanda. Koruyamadığımız çocuklara bir ağıt… Kitabında, kuşaklar arasına sıkışan bu çağın yorgununa, bu çağın insanına “sahi nasılsın?” diye seslenen Bedia Ceylan Güzelce, neşesini, renklerini kaybetmiş hayata karşı umudu dürtüyor.
■ “Kelimelerin de dişleri var acıtır” diyorsunuz kitapta. Bu çağın insanı için aynı derdin hem mağduru hem zanlısı diyebilir miyiz?
Dijital çağ, bizi aynılaştırıyor, bazen çok sevdiğim çok yakınımdaki birinin sosyal medya videolarındaki yapay zekânın yazıp seslendirdiği metinleri bana hayata dair doğrularmış gibi aktarırken görüyorum. Önyargılar artık kesin yargılara dönüşmüş, herkes kahraman, herkes şampiyon, herkes her işin ustası, erbabı, en iyisi zannediyor kendini. Kelimeler bir ok gibi bir fişek gibi bir anda yazılıp söyleniyor ve anında beliriyor karşı ekranda. Bu çok korkunç. Çünkü hayatta sözle, hakaretle, aşağılama ya da linçle baş etme becerisi bulunmayan, henüz o donanımın yüklenmediği insanlar -hangi yaştan olursa olsun- bana söyler misiniz buna nasıl dayanabilir, nasıl sağlıklı bir şekilde bu süreçten çıkabilir? Bir konu var, sizin vesilenizle değinmek isterim, bakın sosyal medyayı bir film izler gibi izlememiz gerekir. Bazen bir parçası oluyoruz gibi hissedebiliriz ama nasıl ki bir filmde, ister başrolün ister figürasyonun kimin ağzından çıkarsa çıksın söylenen her söz mutlak doğru kabul edilemezse, sosyal medyada da bu böyle. Herkes yarattığı karakterin gözünden bir şeyler anlatıyor ve bunların doğru olup olmadığı takipçi sayısıyla ölçülüyor. Birinin ne kadar çok takipçisi varsa, en doğruyu o söylüyordur. Hayır, bu böyle değil, lütfen hayatımızın gerçek uçlarına dokunan meseleleri anlamaya algılamaya çalışırken bu kadar sığ sularda boğulmayalım.
■ Bu çağa yönelik tanımlamalarla yüklü metinler… Nasıl bir çağa denk geldik?
Bolluk bereket içinde geçen bir dönemin ardından ilk kez bir kuşağın kendinden öncekilerden daha kısıtlı imkânlarla yaşamak zorunda kalacağı bir çağdayız. Beceremedik, insan doğasının yıkıcılığı karşısında hiçbir şey direnemedi, canlıların nesli tükendi, bitki çeşitliliği yüzde ellinin üzerinde azaldı, herkes kendi kıyametini yaşamaya başladı. İklim göçmenleri, savaşlar nedeniyle yerinden edilenlere karışıyor, duyarlı insanlar müthiş bir yalnızlık çekiyor, beden algısı gelişmemiş bir kuşak doktor, sanatçı, avukat oluyor, dünyanın geleceği yapay zekâya teslim ediliyor, önemli kararları onun alması isteniyor, Mars’ta yaşam bir umut gibi gösteriliyor, kimse dünyayı kurtarmakla ilgili bir seferberlik çağrısında bulunmuyor. Nasıl bir çağ bu, tek evimiz olan bu gezegenden vazgeçtiğimiz, dünyadan vazgeçtiğimiz bir çağ bu.
■ “Sen bu çağın yalnızı” diyerek başladığınız sosyal medya kullanıcılarına yönelik tespitler oldukça dikkat çekici. Herkes seyircisini ararken, birbirine günaydın bile dememenin tezatlığına dikkat çekiyorsunuz…
“Bu Çağın İnsanı” kitabının kapağını Emrah Yücel tasarladı. Kitabın kapağında bir antik çağ heykel başı ve elinde bir telefon var ancak telefona bakmıyor. Bu benim için bu çağın insanının nasıl göründüğünü anlatan etkileyici bir sahne. Herkesin elinde bir ekran, gözler oraya kilitli ama aslında baktığı yer o da değil. Kendimizi 19. YY’dan itibaren yorduk, üretimle, tüketimle, savaşlarla, dijital dünyayla, hep daha zoru ile baş etmeye çalışıyoruz, ne kadar acı. Sosyal medya benim meselelerimden biri, insanların sosyal medya yaşamlarına girdiğinden bu yana değişimini gözlemliyorum. Bir gün sadece bu değişimi örnekler üzerinden anlatacağım. Hiçbir şey bir daha eskisi gibi olmayacak bunu biliyorum, buna üzülmüyorum, nostaljik bir duyguya kapılmış değilim. Fakat kitabımın başında bir cümle var, “Her şey boş demenin içi hiç bu kadar dolu olmamıştı” diye. Boşluk hissinin içi öyle bir doldu ki, nitelik bizim derdimiz olmaktan çıktı sanırım, duygular, sevgiler, öfkeler, aşklar her şey yüzeyde, o yüzey bizi boğuyor.