Kültür Sanat Eskimeyen yazılar

Eskimeyen yazılar

08.08.2021 - 07:00 | Son Güncellenme:

.

Eskimeyen yazılar

 (11 Ağustos 1974) Haldun Taner  Hak dostum diye başlayım söze...

Haberin Devamı

TELEVİZYON DENEN ŞU IŞIKLI PENCERE

"Televizyon, dünyamızı bir tek köy haline getirdi” diyen Mac Luhan ne kadar haklı. Elektronik dönem, bizi bir bakıma alfabeden, matbaadan önceki zamanlara götürdü. Koca bir kabile halkı gibiyiz sanki. Köy alanında olup biteni izleyen, ümmi bir kabile halkı gibİ, dünyanın gidişatını bu ışıklı pencereden izliyoruz. Yazı nedir? Bir çeşit simgedir. Soyutlamadır. Okuma nedir? Bu simgeleri kafada düşünce haline getirmedir. İnsan okuduğu ile arasına bir mesafe koyabilir. Onu objektif bir şekilde tartabilir. Şu halde okuma gelişmiş bir dönemin ürünüdür. Görme ve işitmeye dayanan algılama ise, ilkel insan topluluklarının algılamasıdır. Şimdi artık her şey bu düzayak seviyeye düştü. Ses ve görüntüye dayanıyor algılamalarımız. Eğitim, haber alma, sanat, audio visuelle bir kolaylığa indirgeniyor. Milyonlarca insanın kültür seviyesi -daha doğrusu kültür seviyesizliği- ortalamasına seslenmek zorunluğu, televizyonu ister istemez dünyanın her yanında on iki, on dört yaşında bir çocuk zekâsı ortamına düşürüyor. İşte bunun için o Yeşilçam filmleri ucuzluğu, bunun için halkın saflığından yüz bulan derme çatma diziler, kendi kendinin şımarığı show yıldızlarımız… Değil mi ki, on iki, on dört yaşındaki çocuklatın tecessüsü ve saflığı ile bunları seyredip zevk alıyoruz, meheldir bize. Daha beteri bile.

Haberin Devamı

YENİ TELEVİZYON YILDIZLARI: POLİTİKACILAR

Televizyon, politikacıları da, gün aşın karşımıza çıkarır oldu. Eskiden sade adlarını ajanslarda işittiğimiz, açıklamalarını gazetelerde okuduğumuz, devlet adamlarını artık kapı komşumuzdan daha çok görmeye başladık. Hem de hareket halinde. Hepsi âdeta her evin bir insanı gibi oldular. Onlarla öylesine içli dışlı olduk ki nerdeyse rakı masamıza buyur edeceğiz.

Çoluk çocuk, yaşlı genç, onları tanımıyanımız kalmadı. Haberlere, açık oturumlara bakıp: uCumhurbaşkanına beyazlar ne de yaraşmış diyoruz.

Ecevit ne kadar süzülmüş evlâdım, diyoruz. Kolay mı uykusuzluk?

Demirel güya hükûmeti kutladı ama suratından düşen bin parça oluyordu, diye kül yutmuyoruz.

Haberin Devamı

Halil Tunç’la işverenler temsilcisi aynı model çizgili kostüm giymişler diye ahkâm çıkarıyoruz.

Mehmet Barlas nezle mi ne? Sesi hım hım çıkıyor bugün diye teşhis koyuyoruz.

Son zamanlarda daha da ileri gittik. Bazı normlar koymağa kadar vardık. İlkokulda öğrencilere (tavrı hareketten) not atan ukalâ öğretmenler gibi ekranda gördüğümüz insanların türlü huylarını kınamaya, notlarını kırmaya başladık

Hadi spikerlerin moda mağazalarının reklamını yapmasını mazur görelim, ama açış konuşması yapan falan genel müdürün boynunda o şal örneği geniş kravatın işi ne? Yakışır mı kardeşim? Sen gene! müdür müsün, moda mankeni mi?

Ya falanın açık oturumda filan konuşurken aldığı umursamaz, küstah savura ne buyrulur?

Falan bakan espri yapma merakında. Bir bakanın daha ciddi olması gerekmez mi?

Ya falan partinin lideri. Adam kasaba kahvesinde muhtar adayı sanki. O ne demagogca örnekler, o ne üsten alan havalar.

Farkında mısın, falan bakan, ben televizyon karşısında rahatım, tabiyim, diye gösteriş yaptı. Sigara üstüne sigara içti. Sonra da rakı masasında gibi yıvıştı. Yakışır mı şimdi yani kardeşim?

Haberin Devamı

Sigara içseniz kabahat, tabii olsanız laubalilik. Espri yapsanız sululuk, gülseniz hafiflik, gayri ciddilik, surat etseniz kasıklık, kendini beğenmişlik. Devlet adamları da ne yapacaklarını şaşırdılar. Televizyon seyircisi o kadar şımardı ki, kendi ölçütlerini illede ille, herkese dikte etmek istiyor. Bunun nedeni basit: Değil mi ki televizyon onun düzayak zevkine uymakla kendini yükümlü tutuyor. Değil mi ki Ajda Pekkan’lar, Zeki Müren’ler, Gönül Yazar’lar ve benzerleri halkın kendilerini nasıl görmek istediğini bilip o kalıplara giriyorlar. Şimdi seyirci işi daha da ileri götürdü. Şovmenler o kadar sık gördüğü, politikacıları, bu yeni televizyon yıldızlarını da, kendi istediği görünüşlere zorlamaya kalkıyor.

AYİNESİ İŞTİR KİŞİNİN

Bu arada en çok sözü geçen lâf da ciddilik. Değer yargılan, zevkleri, ölçüleri on dokuzuncu yüzyılın sonunda dura kalmış bir sürü kişi ciddilik diye bir şey tutturdular son haftalarda. Ve bu konudaki kaba sofulukları, aşırılıklan ile savunmak istedikleri ciddiliğin tam tersi bir kutba, komikliğe düştüler. “Ağır otur da molla desinler” öğüdü geçerliğini kaybedeli yüzyıl olacak. Bunlar hâlâ güler yüzü mizahı, espriyi mahkûm eden Ortaçağ yobazlığını sürdürmek isteyenlerdir. Yirminci yüzyıl uygarlığının ortadan kaldırdığı tabuların başında mizahın bulunduğunu bu beylere nasıl anlatmalı?

Haberin Devamı

Bugünün uygarlığı çeşitli karmaşıklığı ile insanın üstüne binince, insanlık kendine nefes alacak yeni yollar aramaya koyuldu. Mizah bunlardan biri, başlıcası. Hatta bazen soyuta kaçanı, abese kaçanı bile her günkü yorgunluk tortusuna karşı bir panzehir gibi kullanılıyor. Kennedy’nin her paragrafında bir-iki ince espri vardı. Nixon’ın karşısında televizyon ekranındaki seçim düellosunda, genç diri uyanık sporcu görünüşü ile olduğu kadar; ‘mizahçı yanı ile de pırıl pırıl parlayan Kennedy’yi gayri ciddi mi sayalım şimdi? Fransayı Birinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkartan (Kaptan) başvekil, Clemancea’nun hazırcevaplılıklarını işitmeyen kalmadı. Bulvar Tiyatrosu Yazarlarına taş çıkartan bu mizahi yetenek Clemanceau’nun bükülmez iradesini zayıflattı mı, dersiniz? Çağımızda sözü en çok edilen Dr Kissinger’ın bekarkenki hovardalıkları, yahudi zekâsı gereği durmadan espri yapışı adamın siyasi gücünü azaltıyor, prestijini düşürüyor mu acaba? Gazeteler yazdı: Bizim çıkarma haberimizi, hazret, bir güzellik yarışması izlerken almış. Alır almaz da whisky kadehini bırakıp telefona sarılmış. Önemli olan bir adamın mizacının, özel hayatının bizim kim bilir hangi basma kalıp koşullamalardan gelen ölçütlerimize uyup uymaması değil. Yaptığı iş, çıkardığı icraat. Sulu damgası bastığımız Kissinger yine de dünyayı parmağında döndürüyor.

Atatürk pek gülmezdi. Amenna. Atatürk bir Mythe idi, efsaneleşmişti de ondan. Millet onu Kocatepe’de eli çenesinde, Türkiye’nin ölüm kalım kararlarını düşünürken, görmeye alışmıştı. Anafartalar’da düşman siperlerine bakarken görmeye alışmıştı. Devrimleri tasarlarken görmeye alışmıştı. Ona baba diye sarılmıştı. Padişahlık devrinin alışkanlıklarını tam atamamış patriarkal bir toplumun otoriter babası olmasından doğal bir şey yoktu. Otoriter babaların da az güldüğü bir vakıa idi. Üstelik Atatürk gülmez de değildi. Özel hayatında güleryüzlü olduğu rivayet edilir. Şu halde gülerdi de şımarmayalım diye bize göstermezdi.

YENİ BİR ÜSLUBA DOĞRU

Oysa şimdi devir değişti. Artık Mythos döneminde değiliz. Demokrasi -cicisi bile olsa- Mythos’ları bozan bir rejimdir. Şimdiki devlet adamları normal, halktan, alelade kişiler olarak daha çok seçmen toplayabiliyorlar. Güleryüz de artık bu bakımdan çok geçerli bir araç olmuştur.

Atatürk, çoğu zaman, önü kıvrık kolalı dik yaka giyerdi. Şimdiki politikacılar yumuşak hatta açık yaka ile geziyorlar. Güvercin uçurttuğu seçim mitinginde Ecevit mavi bir gömlek giymişti. O kılıkla kartpostalları bile var.

Eski politikacı kılığı ile birlikte eski politikacı yüzü ve kişiliği de gelişmeye uğradı. Çağ yürüyor dev adımlarla. Bu baylar her şeyi olduğu gibi bu gerçeği de eteğinden tutup geriye çekmek istiyorlar. Başuna çaba.

Ama dedim ya suç televizyonun. Şımarttı seyircilerini. Hep onların nabzına göre şerbet vere vere.

Şimdi onlar da kendi gülünç değer yargılarına göre (isterük)cü kesildiler.

Öyle değil böyle demek isterük,

Gülen değil, kasık dışişleri bakanı isterük, diye söyleniyorlar.

Bülent Ecevit, politika hayatımıza kişiliği ile yepyeni bir üslup getirdi.

Eskiden başvekiller tomturaklı, şatafatlı konuşurdu. Ecevit en tabii demeç edasını en tarihi kararları bildirirken bile değiştirmedi.

Kıbrıs çıkarmasının haberini başka liderlerin nasıl vereceğini geçenlerde kendi kendime düşündüm. Cihattan, futuhattan, Yavuz Sultan Selim ve Fatih Sultan Mehmet’ten başlayarak nerelere gelebileceklerini halkın, hamasi duygularından yararlanıp, ne taşkınlıklara kayabileceklerini hayal ettim.

Oysa Ecevit ne dedi:

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’a indirme ve çıkarma hareketi başlamış bulunuyor.” dedi. “Bu şekilde insanlığa ve barışa büyük hizmette bulunmuş olacağımızda inanıyoruz. Biz aslında savaş için değil barış getirmek için Ada’ya gidiyoruz.”

Alçakgönüllü, serinkanlı, sakin bir tonla verilen bu demeç de, hakkımızda, hakkımızı koruyacak gücümüze güvencemiz de dile geliyordu. Edebiyat şatafat, hissiyat ve hitabet numaraları bu ifadeye yeni bir şey katamaz tersine ondan çok şey eksiltirdi.

Ecevit sade konuşma tarzı ile olayları formüle etme gücü ile değil, kendi hal ve tavrı ile de Türk politika hayatına yeni bir üslup getirdi.

Bugüne kadar onun kadar nazik, onun kadar ölçülü bir başvekil görmedik. Alçakgönüllü olarak da güçlü olunabileceğini, somut olarak bize o gösterdi. Afra tafra, küçük dağları ben yarattımcı böbür, ondan çok uzak. Laf olsun diye laf ettiğini yuvarlak konuştuğunu, yeni bir şey söylemeyen bir cümle sarfettiğini henüz görmedik, duymadık.

Yurttaşı adam yerine sayan, ona içten saygı ve sevgisini, ona her an açıkça hesap vermek suretiyle gösteren, gerçekçilikten ve dürüstlükten ayrılmayan bu davranış bizim şimdiye kadar pek alışık olmadığımız yahut çoktandır iyice unuttuğumuz bir üsluptur.

Bunun kökeni Ecevit’in insan olarak kendini bu bilgeliğe ve olgunluğa doğru yetiştirmiş, geliştirmiş olması. Sözünü ettiğimiz üslup onun kişiliğinin en doğal eylemleri olarak dışa yansıyor. Dost düşman herkesi şaşırtıyor, birkaç art düşünceli bir yana, herkesin beğenisini kazanıyor. Televizyon yalnız ucuz, kalitesiz bir zevki yaymaz. Ecevit örneğini de yaydığı olur arada. Örnek alan çıksa ne iyi olacak.