14.11.2003 - 00:00 | Son Güncellenme:
KIVANÇ KOÇAK
Mondragon-Bülent Korkmaz-Ali Eren-Fatih Akyel-Zago-Fatih Tekke, nispeten İlhan Mansız ve son hareketiyle, elbette Okan Koç... Daha birçok eklemede bulunmanın mümkün olduğu bu isimlerin ortak bir özelliği sorulsa ne cevap verirsiniz? Benim cevabım hazır: 'Çirkinlikleri'.
Mondragon'un Olympiakos maçında, topsuz alanda rakibine kafa atıp sonra kafayı yiyen kendisiymiş gibi yerlere yuvarlanması, Galatasaray sağlık ekibinin Mondragon'a 'mağdur süsü' vermek için ağzını burnunu güzelce sarmalaması; Fatih Akyel'in, A.Sebatspor maçından sonra, hem de Fenerbahçe kaptanı olarak Trabzon seyircisi için söyledikleri; Gençlerbirliği kalecisinin sakatlanan takım arkadaşının tedavisinin yapılması için topu kendi kalesinin uzağından taca atma 'işgüzarlığına' kapılıp yaptığı degaj oyun sahasında kalınca, sakat falan tanımadan, deparı atıp İlhan'a gol attıran Okan Koç'un davranışları... Uzatmayalım örnekler çoğaltılabilir.
Forma uğruna kavga
Meseleye aslında iç içe geçtiği rahatlıkla söylenebilecek iki noktadan bakmak yerinde olacak sanki: 'Sahada kendini kaybeden topçu' imajı ve fair-play. Mesela, Mondragon'un uzunca bir zamandır, Türkiye'ye ilk geldiği zamanki 'işini gerçekten iyi yapan kaleci' imajından sıyrılıp, Nouma'dan iyi hatırladığımız 'takımı için kavgaya girmekten çekinmeyen delikanlı çocuk' imajını sahiplendiği net şekilde görülüyor.
Kavgacılıklarıyla bilinen hemen bütün isimler de zaten, yapıp ettiklerini formalarına bağlıyor. Nitekim hatırlayın, Alpay, Beckham'la yaşadıklarını "Formama, bayrağıma tükürdü" noktasına indirip kendisine meşruluk sağlamaya çalışmıştı. Bunun, 'takımı için kendini kaybeden oyuncu' imajının, rakip takım oyuncularıyla dalaşmada gösterilen 'performansın' şiddetine/büyüklüğüne göre, taraftar nezdinde büyük prim getirdiği aşikâr. Futbolcuların bunun farkında olmadıkları iddia edilebilir mi?
Ancak işte tam da bu algılayış 'çirkinlik' dediğimiz şeyle at başı gidiyor. Zira bu hal ve tavrı böylesine içtenlikle benimsemek ancak rakibin ortadan kaldırılması, her türlü zaafından yararlanılması gereken bir düşman olarak görülmesiyle mümkün.
Dolayısıyla, karşınızdakileri kavrayış düzeyinde sizinle eşdeğer, 'futbolcular' olarak değil, 'düşman' olarak görünce; onları (dolayısıyla takımlarını) yenmek, parçalamak, dağıtmak, un-ufak etmek, gururlarını kırmak için her hareketinizi meşru bir zemine oturtmuş, 'adalet, haklılık, haksızlık' gibi kavramları değerlendirme dışı tutmuş oluyorsunuz. 'Oyunun ruhuna aykırı' bazı hareketlerin 'çirkinlik' olarak değil, takımın başarısı, kaybetmemesi için yapılmış hareketler olarak sunulmasının temel kaynaklarından birisi de bu olsa gerek. Ve yine bilinen bir gerçek: kişisel yetersizlikleri kapatmanın en kolay yolu 'sert yapmak'tır!
Pislik prim yapıyor
Bu çerçevede, fair-play meselesi de aslında tam olarak buraya denk düşüyor: "Takımım başarısız olacağına ölen ölsün, olan olsun!" Haksız penaltı kazanma çabaları, kasıtlı ve sakatlamaya dönük fauller, örneğin elle oynama varken, "Yok!" diye hakeme koşturmalar, soyunma odası basan topçular, "Odanın kapısını kapatsaydık parçalardık" diyen idareciler, sakatlanmış bir oyuncunun tedavisi için beklemeyip golü atıp, sonra da "Görmedim ki" deyip işin içinden sıyrılmalar...
Fazla bilinmedik, eski bir hikaye: 1969. Real Madrid-Sabadell şampiyonluk maçı. Sabadell forveti Pedro Zaballa çok uygun durumda şut atacağı sırada, Real Madrid kalecisi ve bekinin çarpışıp yerde kaldıklarını görür. Düşünmez. Topu eline alır! Maçı Real Madrid 1-0 kazanır. Ancak Zaballa, UNESCO tarafından fair-play ödülüyle ödüllendirilir...
Sözün özü, sadece kazananların haklı olduğu futbol, gün geçtikçe daha da çirkinleşiyor, kirleniyor. Üstelik ne yazık ki artık prim yapan, bu pislik...
POPULER KÜLTÜR