Kültür Sanat Hayat atölyesi

Hayat atölyesi

20.12.2002 - 00:00 | Son Güncellenme:

Hayat atölyesi

Hayat atölyesi




Hayat atölyesi
Bildiğiniz gibi kitap ya da film eleştirisi yazmıyorum. Bir kitabı ya da bir filmi, içerdiği bir olgu nedeniyle konu ediniyorum. Bu yazının da böyle okunmasını dilerim.
Hani biri, okuduğu romanı ya da gördüğü filmi anlatır da ilginizi çeker ya; "Şu romanı ben de okuyayım, şu filmi ben de göreyim," dersiniz. Paul Auster’ın "Yanılsamalar Kitabı" bende işte böyle bir duygu uyandırdı. Sanki biri bana okuduğu bir romanı anlatıyormuş gibi hissettim. Tamam, konusu, teması güzel; kurgusu yerinde, kişileştirme çizgileri köpürtmelere elverişli de, "romanın aslı nerede", "onu nasıl bulup okuyabilirim" duygusuna yol açan bir tür yabancılaşmaydı bu... Yazar, kitabı hiç hissetmeden yazmış gibi. Yazdıkları içine hiç işlemeden üzerinden akıp gitmiş sanki. Yazarın, "Yanılsamalar Kitabı" derken bunu kastetmediği ortada, eğer böyle olsaydı, gerçek bir başarı olurdu bu. Anlattığı olaylardaki acı, şiddet ve felaketlerin ölçüsü ne olursa olsun, ne kadar kahramanın ağzından "benöyküsel" olarak anlatırsa anlatsın, yazarın güvenli ve korunaklı bir yazı masasında oturarak, arada kahve içip pencereden bakarak, tuzukuru bir ruh hali içinde yazdığı duygusundan bir an bile yakanızı sıyıramıyorsunuz. Anlatımdaki "seçilmiş bir serinlikten" söz etmiyorum, tersine bir "hayatiyet noksanlığından" söz ediyorum. Kimi komedi filmlerini seyrederken gülmez ama gülünecek yerleri saptarsınız ya, sanki yazar da etki uyandıracağını hesap ettiği yerleri, durumları işaretleyerek ilerlemiş kitabı boyunca. Yazmaktan çok hesap yapmış.
Yazısı, hayattan çok, diğer kitaplardan beslenen yazarları bekleyen bir tuzak bu.
Bildiğiniz gibi, postmodernite çağının sanatta gerçeklik tasavvurunu yeniden konumlayan temel bir eğilimi var: Yazar, okunan kitabın aynı zamanda yazılan bir kitap olduğunu okura hissettirme amacıyla, okurla metin arasına seçilmiş bir uzaklık koyar. Bunu her seferinde bir konu çevresinde "olaylaştırarak" yapmasa bile, "yazı"sında yanılsama kırıcı epik bir vurgu kullanır. Söz konusu bu kitap böyle yazılmadığı halde, bu yaklaşım Auster’ın "yazı"sına öyle sinmiş ki, okuduğunuz romanın, yazarın değil de, kitabın içindeki ya da dışındaki bir kahramanın yazdığı kurmaca bir kitap olduğu duygusundan kurtaramıyorsunuz kendinizi. Kitap gerçekliğine ikna edemiyor; sanki kitabın sonunda işin aslı anlaşılacakmış gibi onu sürekli başka bir gerçekliğin oyun aracı olarak düşünüyorsunuz. Yazının amaçlı biçimde plastikleştirilmesiyle, kendi kendine plastikleşmesinin ikileminde postmodernitenin dikkat edilmesi gereken ciddi bir tuzağı yatıyor. Kitabın adındaki "yanılsama" sözcüğü, konuyu yanılsama, epik, yabancılaşma bağlamında el alışımın boşa olmadığını gösteriyor.
Paul Auster, benim hem hoşlandığım hem de biraz numaracı, göz boyamacı bulduğum bir yazardır. Onda hep bir ruh noksanlığı sezerim. Hikâye anlatmasını, durum yaratmasını iyi bilen, zeki, izlekleri sağlam, her iyi romanda rastlanan çarpıcı saptamalar, ruh çözümlemeleri, önemli anlar bulabileceğiniz, kurgusu iyi çatılmış olmakla birlikte, üzerinde fazla düşünüldüğünü belli ettiği için, kurgusunun teyel yerleri fazla görülen bir yazardır.
Yazarlığındaki onca itirazıma karşın, bütün romanlarını okuduğum, her yazdığını merak ettiğim; asla kayıtsız kalınamayacağını düşündüğüm biridir. Fakat bu son kitabında çok yorgun görünüyor Auster. Yinelemelerinde döngüselliğin zenginleştirilmiş yeni düzlemleriyle değil, malzemesinin sınırlarıyla ilgili bir tekrar tükenişiyle karşılaşıyoruz. Sürekli etrafında gezinip durduğu izlekleri ve tekrarları yeni bir sıçrama yapmaktan çok, birer yorgunluk işaretine benziyor. Diğer kitaplarındaki hemen her şeyi bu kitabına adeta tıkıştırmış. "Ben oyunları" etrafında kurduğu birçok romanında olduğu gibi, kahramanının kendisi olduğunu düşünmemizi sağlayacak ayrıntılar serpiştirmiş romanına: Fransızca çeviriler yapması, iki çocuğunun olması, ağır bir acı nedeniyle kapanıp kitap yazması, Yahudilik vb. gibi...
Sessiz filmle ilgili buluşları güzel ama uzun ve sıkıcı. Öteki kitapları gibi akmıyor. Sanat ve hayat arasında kurduğu denklemler bu kez iyice aksıyor.
İlk "Ay Sarayı" romanını okumuştum onun. "Best - seller" formüllerine en fazla yaklaştığını düşündüğüm bu kitabı, bütün "numaracılıklarına" karşın, gene de kendi içinde parlak bölümler, ışıklı anlar taşıyan bir kitaptı. "New York Üçlemesi" adı altında yayımlanan "Cam Kent", "Kilitli Oda", "Hayaletler", entelektüel dikkatleri fazlasıyla gözettiği, "cool" literatürün klasiği olmaya fazla aday olduğu, bu anlamda okur avcılığına fazla prim verdiğini düşündüğüm, bütün bunlara karşın gene de iyi yazıldığına inandığım, önem verdiğim kitaplarıdır.
Ayrıca Auster’ın bu üçlemesindeki "yazısı", "karşıcinsel kimliği" konusunda hiç de ikna edici olmayan bir yazar profili çizer benim için; kahramanlarının kendi cinsellikleriyle bir türlü ödeşememiş olmasında, yazarın sorunsalının da nabzının attığını duyarım. Bir söyleşisinde, Türkçe çevirmenlerinden birinin bu konudaki açık ve anlaşılır sorusunu, dünyada ilk kez böyle bir şeyle karşılaşıyormuş gibi yanıtlamasındaki saflık derecesi, zekâsı düşünüldüğünde, acıtıcıdır. En azından kahramanlardan birini düşünün: Bir erkeğin kendisiyle yatamadığınız için, sırasıyla kız kardeşi, karısı ve hızınızı alamayıp annesiyle yatmanız, fazla dolambaçlı ve meşakkatli bir yoldur. Her zaman daha kolayı vardır.
Kimlik yarılmaları, birinin yerine geçmek, öteki’ni kovalamak gibi entelektüel sanatın pek bayıldığı sorunsallarının "psiko - dinamiğine" hiç değmeden bu topraklardan kim geçebilmiş ki?
Ben, kendi adıma en başarılı, en içten, numarasız, sahici olduğu kitabının, babası ve oğluyla ilişkilerini anlattığı "Yalnızlığın Keşfi" olduğunu düşünürüm. "Timbuktu" yarım bıraktığım tek kitabıdır. Senaryosunu yazdığı, romanlarındaki bütün izlekleri taşıyan, Wayne Wang’ın yönettiği "Duman" filmini de sevdiğimi söylemeliyim.
"Yanılsamalar Kitabı"nda, benim "Yaz Sinemaları" kitabımda yer alan "Kısa Metraj Bir Yaz İçin Film Metinleri"ni andıran bir bölüm var. Hoş bir duygudaşlık kurdum.
Kitabı Türkçeye, yazarın daha önce "Yalnızlığın Keşfi" kitabını kazandıran İlknur Özdemir, Auster’ın üslûbuna uygun bir dille, akıcı, duru, berrak bir Türkçe ile çevirmiş.

1991’de kırk kitaplık "Çilek" dizisini hazırlarken, kimi baskısı tükenmiş ve yenilenmemiş kitapların yeni baskılarını yapmak, yazarlarına yeniden ışık tutmak istemiştim. Bu kitapların yeni baskılarının ardından, yazarların hiç çevrilmemiş kitapları gelecekti. Bu nedenle Carson McCullers’ın "Yalnız Bir Avcıdır Yürek", Iris Murdoch’ın "İtalyan Kızı", F. Scott Fitzgerald’ın "1 Mayıs" gibi kitaplarının yanı sıra Tarjei Versaas’un "Buz Sarayı" kitabının ardına düşmüştüm. "Buz Sarayı", daha önce Cem Yayınevi tarafından yayımlanmıştı ve uzun süredir kitapçılarda bulunmuyordu. 1963’te yazılmış bu kitap, on yıl sonra Türkiye’de yayımlandığında çevirmenine "Türk Dil Kurumu En İyi Çeviri Ödülü" kazandırmıştı.
Kitabın çevirmeni Melih Cevdet Anday’ı aradığımda çok sıcak karşıladı beni, kitabın yıllar sonra gördüğü ilgiden neredeyse çocukça bir hoşnutluk duyuyor, büyük bir zarafet ve incelikle beni geri çevirmesinin nedenini açıklıyordu: Kitabın yeni baskısının haklarını bir gün önce Cumartesi Yayınları’na vermişti. Bir günle kaçırmıştım "Buz Sarayı"nı! Nitekim, başta Sami Baydar’ın kitapları olmak üzere birkaç güzel kitap yayımladıktan sonra yayım hayatına son veren Cumartesi Yayınları, o yıl "Buz Sarayı"nı yayımladı.
Geçenlerde bir gazete duyurusunda Tavanarası Yayıncılık’ın kitabı yeniden basmak üzere olduğunu gördüm, sevindim. Tarjei Versaas, Norveç asıllı bir yazar. Romanları, "novella"larının yanı sıra, şair ve deneme yazarı olarak da tanınıyor. 1997 yılında Lucinda Coxon tarafından sahne oyunu olarak uyarlanmış olan "Buz Sarayı", şu roman bolluğunda gözden kaçırılmaması gereken önemli bir kitap.

"Toplumsal Tarih" dergisi, bu sayısında son zamanlarda yalnızca bizde değil dünyada da roman sanatının iyiden iyiye tarihe yönelmesinin uyandırdığı ilgi nedeniyle olsa gerek, Mustafa Yolaç editörlüğünde "Edebiyatçılar ve Tarih" başlıklı bir dosyaya yer vermiş. Edebiyat ve tarih ilişkisi bağlamında, İlber Ortaylı ile yapılmış bir söyleşi, Adalet Ağaoğlu, Hilmi Yavuz, Oya Baydar, Hıfzı Topuz imzalı yazılar ve "Cumhuriyet Dönemi Tarihi Romanları" başlıklı seçilmiş bir bibliyografya yer alıyor bu dosyada. Bu çeşit bibliyografyaların eksikliği hep hissedilir. Derli toplu birtakım listelere gereksinim duyduğunuz anda genellikle bulamaz, sağdan soldan topladığınız bilgilerle kendiniz denkleştirmeye çalışırsınız. Kendi adıma çeşitli konularda çeşitli başlıklar, kişiler ve tarihler hakkında bir çeşit sözlük gibi hazırlanmış bir bibliyografyalar kitabının noksanlığını hissediyorum. Keşke bir yayımcı bu işe kalkışsa.
Yeri gelmişken Türk Ocakları’nın aylık yayın organı olan "Türk Yurdu" dergisinin Mayıs - Haziran 2000 tarihinde "Türk Romanı" başlığıyla yayımladığı özel sayıda, kapsamlı bir biçimde tarihi roman konusuna eğildiğini anımsatmak isterim. Veri düzeyinde de birçok şeyi o sayıda bulmak mümkün.
"Toplum ve Bilim" dergisinin Güz 2002 tarihli 94. sayısı "Kültürel Çalışmalar" başlığına ayrılmış. İçerikleri, bir üstbaşlık bağlamında kotarılmış dergiler, bu örnekte olduğu gibi aynı zamanda bir kitap niteliği taşıyorlar. Tuncay Birkan’ın "Solun Son Sözü ‘Kültürel Çalışmalar’mı?", Çetin Sarıkartal’ın "Kasılan beden, kısılan ses: Melodram, star sistemi ve Hülya Koçyiğit’in ataerkil düzene ‘haddini aşan’ cevabı", F. Asuman Suner’in "1990’lar Türk Sinemasında Taşra Görüntüleri: Tabutta Rövaşata’da agorafobik kent, açık alana kapatılmışlık ve dehşet", Umut Yıldırım’ın "Magazin içerikli dergilerde Amerikan imgesinin inşası: Başka bir modernleşme" gibi yazılar var. Özellikle seçtiğim bu yazıların adları, içerikleri ve yaklaşımları hakkında bilgi verdiği gibi, derginin kimliğini de gösteriyor.
Bir "Koç Tanıtım ve Kültür hizmetleri" yayımı olan "younique" dergisinin bu ayki sayısında Birhan Keskin’in benimle yaptığı bir söyleşi yer alıyor. 8 sayfa süren bu uzun söyleşinin başlığı: "Yazarlık biraz da atıldığımız şu dünyayı bağışlamak içindir".
Konuşurken arada böyle bir laf edersiniz, sonra bir bakarsınız başlık olmuş, sözleriniz o kadar büyük harflerle dizildiğinde ilkin sizde bir kuşku uyandırır, "Ya sahiden öyle mi?" dersiniz. Konuşurken söylediklerinizi sonradan yazılı görmek, her seferinde ilkin ürkütür sizi. Konuşmanın kolaylığı sırasında ağzınızdan öylesine çıkıveren bir sözün maksadını aşmasından çekinirsiniz. Bu yüzden her söyleşimi ilkin soluğumu tutarak hızla gözden geçirir, sonra "okurum".
Ahmet Elhan’ın söyleşi anında çekilmiş siyah - beyaz fotoğrafları süslüyor söyleşiyi. Yanaklarımın biraz etlendiğine bakılırsa, kış kiloları dönemine girmişim. Derhal spor salonunda koşmalara başlamam gerek. Cevat Çapan ile ne zaman Taksim’de karşılaşsak ben, sırtımda spor çantamla salona gidiyor oluyorum. Şimdi düşünüyorum da: Cevat Çapan, beni sabah akşam spor yapıyor sanıyordur. Her neyse, dergide ayrıca Murat Gülsoy, Hilmi Tezgör, Münir Göle, Barış Tut, Haldun Dostoğlu, Ceyda Akaş, Sevin Okyay imzalı yazılar var.
Bu güzel derginin dolaşımda olmaması yaygın okur için bir kayıp!

Bir süredir düzenli biçimde tarih ve mitoloji kitapları yayımlayan Yurt Yayınları şimdiden geniş bir katalog sahibi oldu. "Arap Çöllerinde", "Kürt Dağlarında", "Balkan Uçurumlarında", "Arnavutluk Yollarında" gibi kitap adlarını izlerken bile kendiliğinden bir harita ediniyorsunuz. "Attila", "İnanna", "Mal Hatun", "Hallac - ı Mansur", "Hayyam", "Darius", "Kleopatra" gibi tarihi kahramanlar üzerine kurulu ya da "Alamut", "Kerbela", "Babil’in Üzerine Gece Çöküyor" gibi, adıyla bizi tarihin bir dönemine çağıran romanların yanı sıra Eski Mısır, Mezopotamya, Çin, Yunan ve Roma uygarlıklarını ya da Ortaçağ’daki özgürlük mücadalesini, bilimin gelişmesini konu edinen öykü seçkileriyle tarihsel bir panorama kitaplığı kurmayı amaçlayan yayınevi, son olarak Kürtlerin "Dewreşe Evdi" diye bildikleri bir "dengbej" anlatısını yayımladı: "Dermansız Sevda Dewreş ile Adule".
İbni Sina’nın öğrencisi olan Rob J.Cole’ün yaşam öyküsünden yola çıkan, yayımlandığı birçok ülkede "best - seller" olmuş Noah Gordon’un "Hekim" adlı 700 sayfalık hacimli romanı, Londra’dan yola çıkıp Istanbul ve Isfahan’a da uğrayan tam bir dönem ve yolculuk romanı... Batıdan doğuya yapılan bu yolculuk, aynı zamanda uygarlıklar ve değerler arasındaki bir yolculuk anlamına da geliyor. Bir macera romanı formatı taşısa da günümüzde gözden kaçırılan Arap uygarlığının ya da Yahudi öğretilerinin tartışılmasına ilginç kapılar açıyor.