Kültür Sanat Hedda ile Nora

Hedda ile Nora

08.02.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:

Günümüzde de aile dramları yazılıyor, ama teknoloji çağının yazarları, Ibsen gibi insan ruhunun derinliklerini araştıracaklarına, yüzeysel didişmeleri sunuyorlar bize.

Hedda ile Nora

HENRİK İBSEN GÜNÜMÜZÜN TEMALARIYLA İLK UĞRAŞANLARDANDI...

Pınar Kür / Klasikler
Öykülerimden birinde, insan ilk aşkına kavuşursa adam olamaz mealinde bir şey söylemiştim. Kavuşamayınca da hiçbir zaman unutamaz o aşkı. Benim kavuşamadığım ve unutamadığım ilk (hatta çocukluk) aşkım tiyatrodur. Çok küçük yaşta büyüklerin oyunlarına götürülmüş, büyülenmiştim. Daha ilkokuldayken anne-babamın kitaplığına dadanıp ilk ciddi okumalarımı yaptığımda ise en önce "Maarif Klasikleri"nden Eski Yunan ve Shakespeare tragedyaları geçmişti elime. Şimdiki çocukların televizyon dizilerinden öğrendikleri şiddetle ben bu klasiklerde tanışmıştım.

Tiyatronun günümüzdeki hali pür melalini gördükçe, nasıl özlüyorum ilk aşkımı, bilemezsiniz. İnsan ilk aşkıyla yıllar sonra karşılaştığında, onun kötü yola düştüğünü, hırsız, dolandırıcı ya da fahişe olduğunu görürse, içi burkulur ve onu kurtarmaya çalışmak gibi kahramanca bir istek duyabilir. Ama ya evlenmiş, çocuklanmış, göbeklenmiş, saçları dökülmüş (ya da sarıya boyanmış), içi geçmiş, kısacası kurtarılma imkanı kalmamış biri olarak çıkarsa karşınıza? O zaman bugüne gözünü kapayıp eski günleri hayal etmekten başka ne yapılabilir? Geçenlerde Ibsen'i yeniden karıştırırken geldi bütün bunlar aklıma.

Psikoanalizin öncüsü
Modern tiyatronun babası sayılan Norveçli yazar Henrik Ibsen, yirminci yüzyılın başında (1906) ölmüş olmasına karşın, günümüzde hâlâ geçerliliğini koruyan temalarla ilk uğraşanlardandı. Toplum baskısının bireyselliği engellemesi, bireyin yaşamak zorunda kaldığı hayata yabancılaşması, modern dünyada 'kahramanca' yaşamanın imkansızlığı, sanatçı kişinin modern toplumdaki yeri ve uyumsuzluğu, hayallerin hiçbir zaman gerçekle buluşamaması gibi...

Hep bir anlam arayışı içinde olduğundan o kadar çok konuya el atmıştır ki, birbiriyle çelişen bir sürü sıfatla nitelenmiştir. "Peer Gynt"i yazdığında milliyetçi ve şiirsel, "Bir Halk Düşman"ında ise sosyalist ve realist görünmüştür. Ayrıca ona romantikliği ("Yaban Ördeği"), natüralistliği ("Hortlaklar"), feministliği ("Bir Bebek Evi") ve hatta devrimciliği yakıştıranlar olmuş, psikoanalizin öncüsü olduğu ("Hedda Gabler") söylenmiştir.

Zuhal Olcay'a ne kadar yakışır...
Bu eserlerin pek çoğu Türkiye'de, ödenekli tiyatrolarda oynanmıştı vaktiyle. Dünyanın çeşitli ülkelerinde sık sık yeni yorumlarla sahneye konulmalarına karşın, Türkiye'de benim hatırladığım son Ibsen, on beş yıl kadar önce İstanbul Şehir Tiyatrosu'nda oynanan "Bir Bebek Evi-Nora"... Benim pek sevmediğim bu oyun dünyada da en çok sahnelenendir. Modern tiyatronun ender 'esaslı' kadın rollerinden biri Nora olduğu için hemen bütün genç aktrislerin hayalidir onu oynamak.

Ancak, en az onun kadar esaslı, ama çok daha zor bir rol olan Hedda Gabler'i oynamayı göze alan pek yoktur nedense. Bu eserin Türkçeye çevrilmiş olduğunu biliyorum ama herhangi bir tiyatroda sahnelendiğini hatırlamıyorum. Oysa mesela Zuhal Olcay'a ne kadar yakışır.

Edebiyatın kötü kadınları
Hedda da Nora gibi boğucu bir evlilik içindedir ama o başından beri farkındadır bunun. Hayatında hiçbir anlam olmadığının da farkındadır, Nora'nın aksine. Ayrıca, hiç de onun gibi yuvasına, kocasına düşkün bir kadın değildir. Nora ne kadar cana yakın ve uysalsa, Hedda bir o kadar (hatta kimi eleştirmenlerce 'canavar' olarak nitelenecek kadar) sert, başına buyruktur. Ama Nora'nın hiç çekmediği kadar çok acı çeker. Edebiyatın 'kötü' kadınları bana öteden beri 'iyi'lerden çok daha ilginç gelmiştir. İçlerindeki yaratıcı gücü yönlendirecek alan bulamadıkları, toplum içindeki hareketleri kısıtlı olduğu için, başkalarına kötülük yapmak zorunda kalırlar gibime gelir.

Hedda Gabler'i Nora'dan on bir yıl sonra yaratmış Ibsen. On bir yıl önce kocasına yaltaklanan, bu bir işe yaramayınca özgür olmak umuduyla onu terk eden Nora, aradan geçen yıllarda umudunu kayıp mı etmişti ki, kocasını da, başka erkekleri de acımasızca aşağılayan bir Hedda'ya dönüştü? Ve bu Hedda, hayran olduğu tek erkek olan babasının tabancasıyla kendisini öldürmekle özgürlüğe kavuşabildi.

Günümüzde de aile dramları yazılıyor, ama teknoloji çağının yazarları, Ibsen gibi insan ruhunun derinliklerini araştıracaklarına, neden yüzeysel didişmeleri uzatıkça uzatarak sunuyorlar bize?
İyi ki klasikler var. Sahnede görmesek bile okuyarak tadını çıkarabiliriz.