"Peter Maag gibi bir deha, Pisa, Perugia, Lucca, Empoli ve Floransa konserlerinde Yelda Kodallı adlı bir Türk sopranoya eşlik ediyordu. 28 yaşındaki bu genç sopranonun sesindeki tazelik öyle büyüleyici idi ki, konser gecenin bitimine doğru bayrama dönüştü"...
"Birkaç yıldır çalışmalarını Avrupa'da sürdüren Türk soprano Yelda Kodallı'ya büyük bir rol verilmişti. Bu gencecik soprano sesinin olağanüstü rengi ve doğal canlılığı ile kısa zamanda dinleyiciyi o kadar etkiledi ki birkaç kere bis yapmak zorunda kaldı. Özellikle Strauss jr'ün Mein Herr Marquis'u ile çok iyi idi."...
Bunlar "La republica", "La Nazione "gibi İtalyanların en önemli gazetelerinde okuduğum yazılardan sadece bir kaçı.
Yelda Kodallı, Adana doğumlu gencecik bir soprano.Eğitimini Ankara Konservatuarı ve Hacattepe Ünüversitesi'nde yapmış. 1991 yılında ilk konserini Avusturya Radyosu'nda finalist olarak verdi. O günden bugüne dünyanın hemen hemen tüm önemli operalarında sesi ile sesimizi duyuruyor Yelda, Riccardo Muti gibi şeflerin yönettiği orkestralar ile "La Scala"da söylüyor. Yelda'nın 98 programı da dopdolu, eşi Murat Kodallı ile Zürih Tonhalle'de resital, Toulouse- Theatre du Capitol 'de "Rigoletto", İstanbul Festivali Galası'nı diğerleri izliyor.
Tüm bunları niye yazdım?
Yelda Kodallı geçtiğimiz hafta TEB'in uluslararası Türk yetenekleri bir araya getirme projesi çerçevesinde Lütfi Kırdar'da, Cem Mansur'un yönetimindeki BBC Konser Orkestrası, Özgür Aydın ve Tuncay Yılmaz ile birlikte sahneye çıktı.
Aynı günlerde Verona'da yayınlanan bir
gazete de şu başlık atılıyordu :
"Yelda: Avrupa'nın yeni Mozart kraliçesi"...
Burası garip bir ülke. Güney Doğu'da savaş, Batı'da her şey var.
Saçma sapan kraliçelikler arasından genç bir kadın çıkıp Avrupa'nın Mozart kraliçesi olabiliyor.
Nazım Hikmet'i ziyaret eden operacısına 23 sene sahne yasağı konulan bu ülkeden Mozart Kraliçesi bile çıkıyor!
Uluslararası İstanbul Film Festivali'ni ve film dolu şenlikli günleri geride bıraktık...
-Festivale her yıl olduğu gibi bu yıl da yoğun ilgi vardı. Ne var ki kartlılar bazı tatsız sürprizler yaşadılar. Emek'te şevkat gören kartlı izleyiciler Alkazar ve Moda'da itilip kakıldılar.
-Jüri üyeleri film izlemedikleri zamanları şehri gezerek geçirdiler. Zanussi tramvay ilgisi ile dikkat çekti. Hemen her tramvayın imal tarihini ve memleketini biliyordu.
-Jüri üyelerinden yönetmen Schmit'in annesi yıllar önce geldiği İstanbul'da Çırağan Sarayı'nı görmüş ve büyülenmiş. Oğluna anlatıp durmuş. Schmit'de gelir gelmez bir heves oraya koşmuş ve yaşadığını büyük bir hayal kırıklığı olmuş: "Las Vegas Otellerinden bir farkı yok" diye özetledi görüşlerini.
-Euroimages Başkanı Adinolfi ve Türkiye temsilcisi Faruk Günaltay da Festival dolayısıyla İstanbul'da idiler. Günaltay'ın eli, kolu yine senaryo doluydu.
-Festivalin yabancı konuklar şerefine The Marmara'da düzenlediği kokteylde basın mensuplarının hali bir alemdi. Salon dünyaca ünlü yönetmen ve eleştirmenlerle dolu idi ama tüm fotoğrafçılar tek bir kişinin peşindeydiler. Aksilik bu ya mini etekli sarışın güzel koca salonda Film Festivali ile ilgisi olmayan tek kişi idi. Lilia Palmadottir Danimarkalı bir oyuncu, bir flim çekimi için İstanbul'daymış ve geçerken uğramış.
-Festival ile ilgili olarak komik bir ayrıntı da "Metroland" filminden. İki samimi arkadaşın mutluluğu periferide arayışını anlatan film "Ben burada mutluyum..."diye bitiyor. Bunu cümlenin hemen altına düşülmüş bir not izliyor: "Çeviren Nermin'se eğer, if 'der".
Mutluluk çevirmene hiç de inandırıcı gelmemiş ve yorumunu katıvermiş.
Geçen hafta bu sütünlarda İnci Aral'ın yeni romanına yönelik Zeki Coşkun 'un "Ismarlama roman" tanımına ve görüşlere yer vermiştik. Daha sonra Zeki ile bu "ısmarlama " meselesi üzerine sohbet ettik .İkimiz de Türkiye'de sinema, edebiyat ve bir çok alanda verilen ürünün piyasa kaygısının ağır darbesini yediğini düşünüyoruz. Niye eskiden bayıldığımız bir çok yazarı, besteciyi bugün sevmiyoruz? Kaybedilen yaratıcılık mı ruh mu ?
Zeki Coşkun bu noktada, yani "ısmarlama" konusunda bir anlaşılamama görüyor ve görüşünü şöyle açıklıyor:
"Para ve pazar akan suyu durdurur. Gönlüm, aklım tersini söylüyor ama, hal böyle. Radikal'deki 'Ismarlama Roman' başlıklı iki yazımda tek bir para sözü, paranın p'si yoktur. Meseleye edebiyat dışından, paparazzi gözüyle bakanlar vukuata ve doğal olarak maddiyata; paraya bakar, onu görür! Ismarlama Roman derken benim derdim kimin romanını kaça yazıp kaça sattığı değil, niye, kime, nasıl ve ne yazdığı.
Burada yazar reklam tabiriyle "briefe" ediliyor. Hedef kitle tanımlanmış: Kadın, ortaya yaşı geçkin kadın. Sorun tanımlanmış: Menepoz. Çözüm: ... ilacı. Tanıtım yöntemi: Adı sanı belli bir yazarın kaleme alacağı kitap!
Yazar ısmarlanan metni kaleme alıyor. Üstelik hayatını, kendisini ortaya koyuyor (ki bu en fazla başarı garantisi taşıyan reklam yöntemlerindendir: Yaşanmış deneyim, doğallık... deterjan reklamlarını hatırlayın!)
Yapılan işe hiçbir itirazım yok. Yalnız buna "roman" denirse, orada durmak gerekir. 'Ismarlama roman'ı da bırakın, allasmarladık roman demek gerekir. Gidişat o yönde: Aral metnini savunurken romana veda ediyor. Tartıştığımız bu."
İçinde bulunduğumuz ay, Mayıs olaylarının 30. yıldönümü. Birikim dergisi de bu vesileyle Mayıs sayısını 68 olaylarına ayırmış. Derginin özel sayısının başlığı:"68:Neydi ,ne kaldı?"
Farklı görüşlerin yer aldığı yazılarda,1968 özgürlük hareketinin akabinde bir karşı-devrime yol açmasına rağmen, çok ciddi bir özgürleşme dalgası yarattığı vurgalanıyor.
Eğitim sistemindeki serbestlik (Ahmet İnsel yazısında liselerde gri bluzların bu dönemde kalktığını anlatıyor), kadın hareketinin gelişmesi ve cinsel özgürlükler, vb. hep 68 devriminin yol açtığı gelişmeler.
Mayıs 1968'de dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alan gençlik olayları dalgası, Türkiye'de de etkili olmuş, gençlik liderleri Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamı ile trajik bir sonla neticelenmişti.
Dergide ,Ömer Laçiner'in,Taner Akçam'ın, Sezai Sarıoğlu'nun, Kürşat Bumin'in ve Bülent Somay 'ın, "İsrafil'in Suru mu, Bahar Ayini mi ?" yazısı dikkat çekici.