03.11.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:
İHSAN OKTAY ANAR, YARATTIĞI KARAKTERLERE NEFESİNDEN NEFES ÜFLÜYOR... Hem adından hem de sözünü ettiğimiz epigraftan da anlaşılacağı üzere, ses ve sus(mak) üzerine bir kitap "Suskunlar". Ama bu kadarla sınırlı değil. İhsan Oktay Anar, konusunu bir çırpıda aktaramayacağımız, içinde pek çok hikâye barındıran romanında iyilerle kötülerin savaşını, yaşamdaki müziği ve müzikteki ritmi, aşkı, sadakati, tarihi ve coğrafyayı anlatıyor. En özet haliyle denilebilir ki "Suskunlar", ölümsüzlük için verilen savaşın romanıdır. Osmanlı döneminde Konstantiniye'de, musiki alanında nam salmış yedi üstat vardır. Bu yedi üstadın altısı elenecek, hayatta kalan üstada ise Adem'in burnuna üflenen hayat nefesi gibi bir nefes üflenecek ve ölümsüzlük bahşedilecektir. Buradan da anlaşılacağı üzere son derece tehlikeli, gizemli ve kanlı bir hikâyeye doğru yol almaktayız... Fakat başka bir yorumla da, yarattığı karakterlere adeta nefesinden nefes üfleyerek hayat katmayı becerebilen bir yazarın yarattığı masalsı ve fantastik bir evrene doğru yol almaktayız... Kulak eğer gerçeği anlarsa gözdür". Romanına Mevlana'nın "Mesnevi"sinden bir epigrafla başlayan İhsan Oktay Anar, okur nezdindeki yazarlık tarihinin 5. kitabını tamamladı: "Suskunlar". Her ne kadar "Suskunlar", yazarının 5. eseri ise de, burada önemli olan sayı, 7. Tıpkı hayatta olduğu gibi. Ses tonları yedi ayrı notaya ayrılmıştır. Kutsal metinlerde, efsanelerde ve ezoterik yazılarda ille de yedi rakamı vardır. İnsan vücudu yedi parçadan oluşur ve insan ömrü yedişer yıllık devrelerle akar. Her yedi yılda bir hücrelerimiz yenilenir ve kaderimiz değişir. En büyük sırlar ve korkular, yerin yedi kat dibinde ve göğün yedi kat üstündedir. "Suskunlar"ın ölümle sınanacak müzisyenlerinin, Kıptî müzisyen Gülabi'nin Padişah'tan bahşiş olarak istediği altının, gökyüzündeki yıldızları izleyerek geleceği gören ama hakikati söyleyen yıldızı gördüğü için kör olan kahinlerin ve Eflatun'un kendisini çağıran sese ulaşmaya çalışırken yapığı hataların sayısı hep yedidir. Fakat kitap, Yegâh, Dügâh ve Segâh olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Girişi Yegâh ile yapıyorsunuz. Bu bölüm aynı zamanda tüm roman karakterlerinin geçit töreninin yapıldığı bölümdür. Roman karakterleri, Hızır Paşa'nın yedi katlı mehteran takımının üyesi olan Kalın Musa'nın öncülüğünde çıkarlar sahneye. Ardından Kalın Musa'nın musikişinas kardeşi Muhayyer Hüseyin Bey, armudi kemençe ustası olan oğlu Veysel Bey, ikiz torunları Davut ve Eflatun, ünlü vaiz Pereveli İskender Efendi ya da nam-ı diğer Cüce Efendi, ünlü müzisyenler Kirkor ve Bağdasar kardeşler ile Kıptî sanatçılar Amin, Gülabî ve Meymenet, Nevâ'nın aşkından biçare bir divaneye dönüşen Asım ve Asım'ın hayaleti bu bölümde ortaya çıkar. Yegah, dügah, segah İhsan Oktay Anar, her bir kahramanının alnına bir hikâye yazarak onları bırakmış roman meydanına... Ama meydanı da boş koymamış. Asım'ın ya da Asım olduğu söylenen hayaletin semâ dönen bedenine rağmen yerinde duran başı ve derin mavi bakan gözlerinin okuru olduğu yere mıhlaması için o okurun ille de korkmaya teşne biri olmasına gerek yok. Anar, yer yer korkutucu sahneler yaratmayı, sonra da bu sahneleri ironi içeren üslûbuyla gülünç hale getirmeyi başarmış. Hayalet korkutucu olmasına korkutucu ama rutin bir işmiş gibi sokakta takım taklavatıyla bekleyen hayalet avcısı, olayı komikleştiriyor. Hele de hayaleti yakalamaya çalıştığı sahne, hem yarattığı görsel efekt hem de hayalet avcısının meseleye bakış açısı nedeniyle birkaç kez üst üste okumaya değer. Romanın ikinci bölümü olan Dügâh, Eflatun'un kaderine doğru yol aldığı bölümken, bu içeriğin ağırlığına rağmen belki de en eğlenceli bölüm. Neredeyse bütün bir Konstantiniye'yi kendisini çağıran sesi arayarak dolaşan ve bu arada türlü türlü insanla tanışan Eflatun, sonunda Galata Mevlevihanesi'nin dervişleri arasında yer bulur kendisine. İhsan Oktay Anar, bu bölümde sokakları ve insanlarıyla geniş bir İstanbul panoraması çiziyor. "Şu ayaltı aleminde ölmüş, yaşayan ve henüz doğmamış ne kadar insan varsa, göklerde o kadar yıldız ve belki bir o kadar da kader vardı" der Eflatun. İhsan Oktay Anar, işte çok sayıdaki roman karakterine hayat biçerken bu sözü hep yedeğinde tutmuş, canlı evrenini gökyüzünden ilhamla yaratmış gibi. Ama Dügâh, kente dair ayrıntı zenginliğiyle sınırlı değil; yazar bu bölümde ayrıca deli ya da divanelerin toplum içinde nasıl da görmezden gelindiklerini Eflatun'un insanda şefkat uyandırması gereken yolculuğu üzerinden gösteriyor ve yolculuk halinin sağladığı zengin tasvir olanağı ile bir tarihsellik yaratıyor. Anar'ın İstanbul panoraması İhsan Oktay Anar, kitabın genelinde okuru kendiyle yüzleştiriyor, sorular sorduruyor. Felsefeden çokça beslenen Anar, roman karakterlerini karşı karşıya getirdiği kimi sahnelerde hayatımıza anlam katan, yön veren bazı kavramları da tartışmaya açıyor. Mesela biri intikam yemini etmiş, diğeri kinini sevgiye dönüştürmeyi başarmış iki dervişin konuştuğu sahne, bu türden bir tartışma anı. İntikam yemini eden derviş söyler: "Aşçı aşçıbaşı olmak, şakirt de katip olmak, katip ise paşa olmak ister. Paşaların istediği de vezir olmaktır. Kısacası herkesin istediği bir şey olmak, olabilmek! Sizler de güya pişmek ve olmak istiyorsunuz. Aslında kendinizden başkasını kurtarmak peşinde değilsiniz. Sadece kendi ruhunuzu temizleyecek kadar da bencilsiniz. Yazıklar olsun size. Ruhunuzu kirletmemek için taşın altına elinizi sokamayacak kadar da korkaksınız!" Ardından en az onun kadar yaralı olan diğer derviş konuşur: "Ölüyü diri yapan Mevlâ'nın kötüyü de iyi yapabileceğini biliyorum. Kötü ve ölü bir düşmanım olacağına, iyi ve diri bir dostum olsun istedim." "Yazıklar olsun size..." Kitabın son bölümü olan Segâh, gizemin ve şiddetin arttığı bölüm. Burada romana yeni isimler katılıyor. Daha önce sadece adını bildiğimiz Rafael'i yakından tanıyoruz. Rafael'in evi adeta Ortaçağ Avrupa'sını anımsatan bir ev. Çeşit çeşit deneylere insan bedenini keşfetmeye çalışan, hekim olduğu söylenen ama herhangi bir hastalığı tedavi etmişliği de olmayan Rafael'in evi, roman boyunca koruduğu gizemini yavaş yavaş yitiriyor; evin içindeki sır bu bölümde ortaya çıkıyor. Üstatlar bu bölümde ortadan kaldırılıyor. Nefes bu bölümde gerçek sahibini buluyor. Ancak tüm bu anlattıklarımıza rağmen, yazarın söylediklerinin belki de ancak bir bölümünü gerçekten anlamak mümkün. Çünkü "Suskunlar" kendi hakikatini katman katman derinlere gizlemiş bir roman. Belki de bu yüzden, bu yazıyı "Suskunlar"dan bir alıntıyla bağlamak en doğrusu: "Öher şeyi bilmek için, belki de hiçbir şey bilmemek gerektiğinden, ademoğullarından bazıları, bildikleri her şeyi unutmaya hayatlarını adadı." Her şeyi bilmek için.... "Suskunlar", filozoflardan, nam salmış müzisyenlerden söz eden bir kitap ama içerdiği gerçeklik duygusuna rağmen kitaptaki tüm olay ve kişiler gerçekdışı. İhsan Oktay Anar, "Suskunlar" romanı için '96 yazında üç ay, '97 yazında ise dört ay süreyle çalışmış. "Yazmaya ancak yaz ayları vakit ayırabildiğim için bu mevsimi severim," diyor. Kitabın hazırlık sürecinde birçok kitabı okuyan ya da inceleyen İhsan Oktay Anar, kitapta, öğrendiklerinin ve de keşfettiklerinin ancak yüzde 10'unu kullandığını söylüyor. İhsan Oktay Anar, üniversitede Antik Yunan Felsefesi dersi veriyor. Ancak felsefe dışında birçok konuyla da ilgilenmeyi seviyor. Kitaplarında farklı uzmanlık alanlarıyla ilgili bilgilere rastlamak, artık sürpriz değil. Bir önceki romanı "Amat", denizcilik üzerine birçok bilgi içeriyordu. "Suskunlar" ise Türk müziği makamlarına göre bölümlenmiş, müzik bilgisi ve duygusu yoğun bir kitap. İhsan Oktay Anar, "Suskunlar" romanını hazırlarken müzik kültürünü, aralarında Prof. Onur Akdoğu'nun, Melih Duygulu'nun ve Timuçin Tanrıkorur'un kitaplarının da bulunduğu bazı kaynaklarla beslemiş. Anar, bir de ekleme yapıyor: "Türk MusikÓsini seven bir kişinin okuması gereken 'Dildeste' adlı mutevazı romanı okuması gerektiğine inanıyorum." "İlham gelmesini beklerken 4 - 5 saat ve bazen daha da fazla çalışıyorum. Gündüz ya da gece, fark etmez. Ama bu çok zevkli bir iş" diyen Anar'ın romanlarını okumak elbette oyunlu bir süreç. Yazarının oyun duygusu, bu sözlerinden de anlaşılıyor: "Yazmak o kadar basit ve zevkli ki, ancak bu kadarını anlatabiliyorum!". İhsan Oktay Anar da bir dönem kağıt ve kalem kullanmış yazarken; sonradan bilgisayara dönmüş. "Bilgisayarda yazmak daha uygun görünüyor. Yazarken fazla oturmaktan sırtım tutulur. Ağrı geçene kadar bekler, sonra yazmaya devam ederim." "AĞRI GEÇENE KADAR BEKLER, SONRA YAZARIM"