25.11.2006 - 00:00 | Son Güncellenme:
“Durmayın, durmayın” diye sesleniyor kalabalığa. Sahneye geldiklerinde kısa buluyor alkışı. Ardından “İstanbul’u çok seviyoruz, ama trafiği Los Angeles’tan beter” diye şikâyet ediyor sahnelerimizin gediklisi, haklı olarak. Devamında mesai arkadaşlarını tanıtarak dünya barışı için çaldıklarını ilan ediyor; son albümlerine adını veren “Not in Our Name” ile başlıyor Liberation Music Orchestra lideri basçı Charlie Haden.
Kadroda adı geçen altocu Miguel Zenon nedense yok. Sahne düzeni bir Haden klasiği; en arkada ve yukarıda kendisi yer alıyor. Sekizi nefesli olmak üzere 12 müzisyen var İş Sanat sahnesinde. Seyirciye göre sol başta oturan Carla Bley, piyanosundan çok koklatmıyor. Daha ziyade orkestra şefi olarak parça başları ve bitimlerinde ayağa kalkarak direktif veriyor.
Düzenlemeleri harikulade; zekâ işi ve kusursuz yönetme yeteneği sergileyen cinsten. Ama, vücut dili soğuk ve küstah. Kalabalık orkestrayı karşısına alan Bley, arılarını etrafında toplayan Ana Kraliçe edasında.
Zıtlıkların uyumu
Bereketli caz akşamının ikinci konseri için koşturarak Nardis’e girenleri, Ketil Björnstad - Anneli Drecker ikilisinin ilk setindeki son şarkı “The Anniversary” karşılıyor.
Mucize. Bu sesi ilk duyduğumuz albüm, Bel Canto’nun “White-Out Conditions”ı, hayatımızı karartmıştı. O Cocteau Twins’in Elizabeth Frazer’ı ile bizim perimizdi. Şimdi ise bir metre ötemde.
Anneli’nin sesi tanınmayacak halde. Oysa için için yanan tutkuların sesiydi o. Mesafeli, kopuk, rüyasal, metaforik, cismani olmayan bir sesti; tarzında güçlü bir 'cool’ hissiyatı olan. Hayır demenin mümkün olmadığı bir gizeme sahipti. O muazzam sesli kadın gitmiş, yerine bambaşka biri gelmiş. Altı ay önce anne olmuş ve hayli de kilo almış.
Donne’a ses verdi
Hayal kırıklığının ilacı Ketil oluyor. İkinci sette gözler onda. Alışıldık bir caz piyanisti değil; gerçek bir 'pürist’. Tercihleri de kendisi gibi. Bu akşam 400 yıl önce yaşayan metafizikçi İngiliz şair John Donne’un satırlarına ses veriyor.
Uzun bir solo doğaçlama yapıyor önce. Huşu içinde yudumlanan şaraplar eşliğinde dinleniyor bu fenni sololar. Anneli’nin aklı başka yerde. Huzursuzca sürekli cep telefonuyla meşgul, kapının solundaki kuytu bölmede.
“Song” ile sahneye geliyor. Bu sette galiba biraz daha iyi. “Love’s Usury”de tizleri hatasız inip çıkıyor. “The Indifferent”ta sıkıntısını dağıtmış gibi görünüyor.
Ketil, şarkıları zıtlıkların uyumu ve değişim üzerine kurmuş. Kimi zaman masmavi bir atlas ve sonsuz bir okyanus, kimi zaman kadife yumuşaklığında bir piyano duyumsatıyor. Vokal aralarına hınzır soyutlamalar yerleştiriyor. Çağdaş klasikçilere yakın pasajlar çalıyor. Metafiziksel şarkılara ayrıksı bir modernlik katıyor. Pamuk helvamsı bembeyaz saçları ile bir idil kahramanı gibi.
En yüksek coşku ve katılım, konserin son şarkısına nasip oluyor. “No Man Is An Island”a, en önde oturan Sabahattin Bey ve eşi elleri havada eşlik ediyorlar. Bu müzik, bir bebek elinin suya teması kadar yumuşacık çizgilere sahip. İstanbul’un trafiğine hiç benzemiyor.