Kültür Sanat Semih Sergen'le edebiyat ve şiir üzerine

Semih Sergen'le edebiyat ve şiir üzerine

14.02.2007 - 00:00 | Son Güncellenme:

Onu tanıyan her kişi bilir ne tehlikeli bir insan olduğunu! Onunla konuşmanın zorluğunu, heyecanını iyi bilir, ustayı az ya da çok tanıyan herkes

Semih Sergenle edebiyat ve şiir üzerine
Ayten Çalış, Milliyet Blog Yazarı

Hesabı yoktur çünkü ustanın. Ne hesabı, ne de bir korkusu vardır, bir çırpıda ortaya koyuverdiklerine dair. Sınırsızca, hesapsızca akıp kükrer, ama aynı zamanda da akıl almaz bir estetik ve matematikle konuşur o! Bir yanda sınırsız bir doğallık ve hürriyet, bir yanda da hata vermez bir denklematik vardır onda.

Haberin Devamı
Dimdik duruşu, her daim bir hedef üzre bakan derin bakışları, şimdi bana doğru çatıldı çatılıyor dediğiniz keskin hatlı kaşları, hatasız telaffuzu, kusursuz ve tok ses tonu, kendinden emin mağrur tavırları ve ince bir matematik üzerine inşaa edilmiş mizahi üslubu ile karşınızda duran bu sanat dehasının, bir de yetmiş üç yıla sığdırdığı; uzamı sanatın en hakiki incileri ile donatılmış zengin mi zengin geçmişini tüm görkemi ile gözlerinizin önüne getiriverdiniz mi bir an, işte o vakit zordur işiniz! Gelin de soru sorun bakalım! Çekinmeyin canım, sorun haydi! Sorun! Biz de bunu yapmaya çalıştık tabi ama, verilen yanıtlar soruları fersah fersah aştı elbet…

Neler mi sorduk? “Hocam, 'Semih Sergen Şiiri bir tanıklıktır, onun kendisiyle olan didişmelerinin bir ürünüdür.’ deniliyor. Hatta 'İstanbul Bir Kara Sevda’ isimli şiir kitabınızın giriş yazısında Sayın Haluk IŞIK bununla da kalmayıp, 'Zaten şiir, şairin kendisiyle yaptığı bir düello değil midir? ’ diyor okurlarınıza. Peki siz ne diyorsunuz bu estetik sembolizasyona? Yıllardan beri şiirin deryasında yol alan, onunla hemhal olmuş bir kimlik olarak, şiir denilince nasıl bir çatırdama oluyor Semih SERGEN’de? ” İlk soru buydu işte. Sonra ise “Şiir ne zaman gelir? ” diye sorduk hocaya. “O ne zaman gelir ve şair şiirin ayak seslerini nasıl duyar? ” diye sorduk. “O şifreler nasıl çözülür, çözüldüğünde neler yaşanır şairin dünyasında? ” dedik. Tabi hemen ilk tepkimizi de aldık! “Şiirin ne zaman geleceği belli olmaaaz!”

Haberin Devamı
Ardından 'şiir-yaşam paralelizesi’ni ve doğallık bu paralelliğin neresinde, ne kadarındadır, onu sorduk. İşte orda kükreyiverdi hoca ve “Bir şiir yazmak istiyorum.” diyene duyduğu hiddeti koyuverdi bir çırpıda orta yere. Çünkü ona göre şiir yazılmaz! Şiir kendini yazdırır... Siz siz olun, sakın ha böyle bir söz edivermeyin ona!

Sonra şiirin bugünkü algılanış biçimine, geldiği duruma bir göz atalım dedik, iyice kabarıverdi deniz! Dalgalar boyumuzu aştı birden. Zira bugün her eline kalem alanın şiir yazmaya heveslendiği ve şiirin kaba tabirle ayağa düşürüldüğü bir dönemde hocadan başka bir tepki vermesi de beklenemezdi elbet. Sonra biraz sakinleştirelim dedik hocayı ve Türk Şiiri’ne döndük hemen. “Nedir Türk Şiiri, rengi ve köşe taşlarıyla? ” diye sorduk, işte o vakit ısındı hava. Deniz duruldu, fırtına kesildi ve kıyıları keyifle okşamaya başladı dalgalar. Başladık aruzla Fuzuli’den, çıktık heceyle Orhan Veli’den. Ah o Külebi’den Veysel’den, ah o Yunus’tan Mevlana’dan, ah o Pir Sultan’dan Karacaoğlan’dan dem vurup, Haşim’lerden Fikret’lerden Nazım’a varıncaya kadar ne büyük bir gurur ve keyifle salınıyordu deniz! Ne büyük bir haz ve onurla geziniyordu kıyıları dalgalar…

Sonra şiirden bir köprü atıp hikayeye, romana, edebiyatın diğer dallarına uzanalım dedik ve “Şiirde daha az malzeme ile daha sistematik bir yapı kurmak gerekiyor. Düz yazıda ise alan daha geniş. Acaba şiir edebiyatın diğer alanlarından daha mı zor hocam? ” diye sorduk. İşte o vakit aldık yine cevabımızı! “O zaman niye hepsi bir İnce Memed ya da Çalıkuşu olamıyor bakayım? ” Gerçi bu azarı işiteceğimizi bile bile sorduk ama yine de payımıza düşeni aldık tabii!

Ve Mevlana’dan Nazım’a, Sinan’dan Bethoven’a, İsmail Dede Efendi’ye, Yahya Kemal’den Marquez’e kurulan estetik köprülerle süren yolculuğumuzda o soruya gelmeliydik sonunda. Her konuşmanın sonunda bu yara vardı zira. Ama nasıl soracaktık ki bu soruyu? Deniz yine kabaracak, dalgalar yine boyları aşacaktı şüphesiz. Ama kaçarı yoktu ve mutlak sorulacaktı bu sual. Biz de çaresiz attık kendimizi denize! “Hocam, Amerikan Hamburgeri yediğimizi sandığımız ama aslında Amerikan’ın hamburgeri tarafından yutulup öğütüldüğümüz bir tehlikeli dönemde yaşıyoruz. En büyük güçlerden biri olan medya da kültür erozyonu denilen bu girdaba ışık tutanlardan. Kendi kültür zenginliğimizi bu canavara yem olmadan kurtarmak zaruri olduğuna göre, asıl itici güç olan gençlik hangi yolu tutmalı, hangi kanaldan ilerlemeli sizce? ” Yanıtının taşıyacağı keskinliği iyi bildiğimizden bir çırpıda sormaya çalıştıksa da suali, öyle hemen çıkamadık işin içinden. Neler girmedi ki konunun içine. Ve sonunda da medya ile siyasetten kesilen umut, halk iradesinde filizlendi yeniden. Çıkan cevap şu oldu sonuçta; “Gerçek sivil toplum örgütleri!”

Haberin Devamı
Tüm iniş ve çıkışlarıyla bir tarihin konuştuğu bu söyleşide, Atatürk’ün 29 Ekim 1933’de, yani cumhuriyetin 10. kuruluş yılında 'Bir Önsezi Bir Talimat’ başlığıyla kaleme aldığı tarihi mesajdan, Nazım Hikmet Ran’ın Bursa Hapishanesi’nde Orhan Kemal ile A. Kadir’e verdiği şiir dersine kadar bir çok önemli kare var. Evet, tarihi unuttuk, tüm tarihi fotoğrafları da tozlu raflara kaldırdık birer birer. Şimdi de bir sancımız var ve aranıp duruyoruz o derdin devasını. Neyse o dert! Nerede bu kahrolası merhem? Semih Hoca ise tozlu rafları işaret ediyor boyuna! Yıllardır yılmadan, bıkıp usanmadan işaret ediyor! “İşte orada! Oraya uzan, bulacaksın çareni!” diyor tüm sanatıyla, yaratısıyla ve zengin geçmişiyle. O zaman kulak kesilelim şimdi! Zira bir tarih konuşuyor! İşte orada! Ve şiirler okuyor Mevlana’dan, Nazım’dan…

Kelimeler; Bazen Kuş Tüyü, Bazen Mitralyöz

Şiir öncelikle insanın kendini ifade edişi, 'Ben kimim, ben ne isterim? ’ sorularına cevap arayışıdır. Ve kendini beğenmişlik demezsek eğer, bir yol göstericiliktir aslında. Eğer o yürek ve beyin gücünüz varsa, ukalalık etmeden bu yol göstericilik görevinizi yerine getirmek zorundasınız. Mesela Dostoyevski’nin şu sözünü yorumlarken bunu bir kendini beğenmişlik olarak algılamıyorum ben. “Ben sizin yarım bıraktıklarınızı tamamlıyorum!” Bu söylemi genelleyerek sanatçının görevini halkın, insanların yarım bıraktıklarını tamamlamak olarak algılıyorum ben. Dahası bu benim yaşam felsefem.

Şiirde insanın söyleyeceği çok şey var. Bütün sanat dallarının anası o. Her şey şiirden hareketle var. Yani şiir, söz sanatlarının başında geliyor. Tiyatronun, edebiyatın başında hep o var. Yani herkesin uğraşıp didiştiği bir sanat dalı şiir. Çünkü kişiye özel ve malzemesi gündelik. Yaşadıklarımızla, koşturmalarımızla, uğraşılarımızla, şarkılarımızla, türkülerimizle, bütün kavgalarımızla yapmış olduğumuz kelimeler nihayetinde şiir. Shakspeare’in Hamlet’in ağzından söylettiği çok güzel bir sözü var. 'Ne okuyorsunuz efendimiz? ’ diyor, o da cevap veriyor. Kahramanın deliliğine tanık olarak tutuyor bu cümleyi; “Kelimeler, kelimeler, kelimeler…” Kelimeler öyle enteresan bir silah ki, bazen bir kuş tüyü, bazen mitralyöz. Aynı kelimeler işte. İnsanların kullanmasına bağlı, içine bağlı. İşte şair bence o insan ki, o kelimeleri alıyor ve öyle kullanıyor ki, toplumu daha ilerideki farklı bir noktaya taşıyor. Tabi bunu her sanatçı ve şair için söylemiyorum. Benim söylediğim şairler başka şairler…

Haberin Devamı
Zamansızdır Şiir!

Kolay Ele Vermez Kendini!

'Bir şiir yazayım.’, 'Bir şiir söyleyeyim.’, 'Bir şiirden ilham aldım, onu sürdüreyim.’ gibi tavırların hepsine karşıyım ben! Bunların hiçbiri bende yok ve bunlardan hiç hoşlanmıyorum. Şiirin ne zaman geleceği belli olmaz. Şiir ayak sesidir. Ne zaman geleceğini tanımak lazım. Onun için Bedri Rahmi’nin söylediği o söz çok doğrudur. “Ben şiirin hasını ayak sesinden tanırım.” diyor. Önemli olan şiirin ayak seslerini tanıyabilmek, onun zamanını beklemesini bilmektir.

“İlham geldi, dün gece oturup üç şiir birden yazdım.” deniliyor. Biz üç senede beş senede bir şiiri zor bitiriyoruz. Cebimizde dolaştırmaktan bir hal oluyoruz. Be güzel kardeşim sen bu üç şiiri bir anda nasıl yazıyorsun? Demek ki sen yalancısın. Ya da yazdığının şiir olmadığının farkında değilsin. Şiir öyle kolay bir mesele değildir. Şiir hiç o kadar kolay ele verir mi kendini?

Haberin Devamı
“Behey Yunus! Bunu söyleme derler!

Ya ben öleyim mi söylemeyince? ”

Haydi bakalım söylesene böyle bir ifadeyi kolaysa! Üzerinden yüzyıllar, yedi yüz elli sene geçmiş bu ifadeyi söyle bakalım! O bakımdan bir Karacaoğlan’ı, bir Pir Sultan’ı, bir Veysel’i nasıl söyleyeceksin sen? Bir Yunus’u, bir Mevlana’yı nasıl söyleyeceksin sen? Bir Ahmet Arif’i, bir Cahit Külebi’yi, bir Cemal Süreyya’yı nasıl söyleyeceksin?

İlhamın Tabanında İnsan Yatar!

Şiirin şifreleri çok değişik yerlerden gelir. Bu şiirin zor taraflarından birisidir. O şifreler yalnız sözlerle gelmez. Bazen bir tek kelimeyle, bazen bir bakışla. Bazen de görülen bir şeyle. Elbet esin de var işin içerisinde ama o yüzde birlik payı alıyorlar, hepsine birden ilham diyorlar. 'Ben grup vaktinde ilhamlarla, esinlerle dolu olurum.’ deniliyor örneğin. Gurup vaktine ne gerek var? Bu saatin nesi var? Eğer bunda senin algılayabileceğin bir şey varsa bu saatte de gelebilir. İlhamdaki güç doğanın bir payıdır. Ancak aslında ilhamın tabanında insan yatar. İnsanın söylediği, insanın bakışı yatar. İnsanın duruşudur ilham. İnsanlar algıladıklarını yazar. Çünkü şairin görevi insanı söylemek, onu daha öteye taşıyabilmektir. İnsan yarım bıraktığından ileri gitmek için uğraşmamış mıdır peki? Elbette uğraşmıştır ama havlu atmıştır orada. Çünkü sen şair olarak o havlu atılan yerden ileri götüreceksin onu. Ve bu da öyle kolay bir mesele değildir. Çünkü senin istemene de bağlı değildir bu. Bambaşka bir şeydir. Bu bir duygudur, bir gönül meselesidir. Beynin buna hazırlanma meselesidir.

Nazım’dan Şiir Dersi;

Şairlik Duvar Ustalığına Benzer.

İnsanlar kendilerini kasarak yaşıyor ve bununla da kalmayıp kendilerini kasarak yazıyorlar. Ve üstelik bu yazdıklarını da şiir zannediyorlar. Ancak tam burada çok önemli bir şey var. Doğallık diyoruz. Doğallık denilince sanki bir çırpıda yazılan, tıpkı tuluat gibi bir şey anlaşılabiliyor. Mesela tiyatroda bir çok insanın dediği gibi. 'Tiyatro metnine ne gerek var! Önemli olan sanatçının sahnede ve seyirci karşısında içinden doğanları söylemesidir. İşte sanat odur!’ Belki özü o olabilir. Ama tiyatro yazımı dediğimiz olay dünyanın en zor yazımlarından biridir. Onu kavrayabilmek, onu dramatik yapı içerisinde değerlendirebilmek hayli zor edimlerdir. Şimdi biz diyoruz ki doğal olsun. Tamam doğal olsun da, bir şiirin üzerinde iki buçuk sene çalışmak ne biçim bir şey oluyor o zaman? Hadi bunu bana açıkla bakalım! Öyle değil işte! Öyle olursa dilencinin ağlaması oluyor o. O zaman sahnedeki iyi oyuncunun ağlayıp ağlatmasıyla, cuma kapısında dilenenin 'Allah rızası için bir sadaka verin!’ demesini aynı kefeye koymuş oluyoruz biz. Bunlar farklıdır. Onun için hesabı çok düzgün yapmak lazım.

Nazım Hikmet’in çok güzel bir hikayesi var bu bağlamda. Bana Allah rahmet eylesin, Orhan Kemal anlatmıştı. 'Bursa Hapishanesi’ne düştük A. Kadir’le beraber.’ dedi. 'Ama orada da Nazım yatıyor. Biz bir heyecanla gidiyoruz ki, gören bayrama gidiyoruz sanır.’ Hayat Kavgası diye senaristi Orhan Kemal olan bir film çekiyoruz o zaman. O vakit anlatmıştı bana. Tabi film setinde de bol bol zaman var. Orada ışık hazırlanırken burada sohbet ediyorsun. Orhan Kemal devam ediyor; “Nazımı göreceğiz diye seviniyoruz. Bayrama gider gibi gidiyoruz! Hemen geldik, akşama doğruydu Nazım’ı bulduk. Biz de o zaman şiir yazıyoruz. Ben de yazıyorum, A. Kadir de yazıyor. Kendimizi şair zannediyoruz. Sonuçta ustayı bulur bulmaz, dönüp dönüp şiire getiriyoruz konuyu. Ve istiyoruz ki, 'Haydi bakayım okuyun şu son yazdığınız şiirlerden birini!’ desin. 'Son şiirimde dedim ki…’ gibi sözler de söylüyoruz ama o da merak edip sormuyor o nedir diye bir türlü. Sadece bize bakıyor, dinliyor. Hiç şiire gelmedi o gece. Biz de çıktıktan sonra dedik ki; 'Biz Nazım’ı böyle bilmezdik. Halk adamına bak yahu! Böyle mi olacaktı? Hiç ilgilenmedi bile bizimle! Sormadı bile!’ Ama Nazım gene Nazım’dır. Ertesi sabah yine avluda, biz de yine peşinde! Yine 'O şiiri okusana!’ diyecek diye bekliyoruz. 'Yahu bırakın şimdi şiiri falan!’ dedi. Biz yine şaşkınlıkla baktık yüzüne. Cebinden bir iki tane kağıt çıkardı, birini bana verdi, birini de A. Kadir’e. Sekiz kelimeden oluşan bir cümleydi. 'Akşama kadar çalışın, bu kelimelerin en güzel nasıl yerleştirildiğini bulup getirin bana.’ Biz daha da beter kırıldık ama söyleyen Nazım olduğu için bir şey de diyemedik. Gittik, yahu bu nasıl bir iştir diye kendimize sorduk.” Tabi Nazım burada aslında o sekiz kelime ile şiirsel söyleyiş biçimine, anlama, şiirin ne zaman kendini ele verdiğine dikkat çekmek istiyor. Al sana sekiz seçilmiş kelime diyor. Getirdim koydum şuraya bir cümle yaptım. Cümle de, ana malzeme de var elinde. Bunları al ve söyle bana bakalım, altmış dört türlü söyleyişin hangisi şiirdir, hangisi değildir. Orhan Kemal devam ediyor; “Evvela kızmıştık ama daldırınca işin içine kendimizi öyle mi olur, böyle mi olur, başladık fikir yürütmeye. Ağacın dalındaki kuşun kanatları mı, kuşun kanatlarındaki ağacın dalı mı? Sonunda bize baktı ve çok önemli olan şu sözleri söyledi. Bakın çocuklar dedi. Benim mesleğimi de ilgilendirdiği için taşçılığı, duvarcılığı iyi bilirim. Şairlik aynı duvar ustalığına benzer. Duvarcılıkta bir kural vardır. Her taşın kırk yüzü vardır derler. Bu kırk yüzün bir de taşların arasına koyduğun zaman sekiz yüz yüzü olur. Hangi taşı hangi taşın ortasına koyacaksın ki, dışarıdan öyle bir estetik elde edebilesin!” Çünkü taş nihayetinde taş. O kadar. Ana malzeme çok. Kullanılan, üzerine bastığımız malzemeden bir sanat eseri ortaya çıkarıyorsun. Yani sanat eseri değil, zanaat eseri elbette ama olsun. Bu bile o kadar dikkat gerektirirken demek istiyor Nazım. Şairlikteki malzeme taş değil, kelimelerdir. Bu kelimeleri öyle doğru seçmek ve doğru yerine koymak zorundasınız ki, şiirin hasına varabilesiniz. İşte bu çok önemli. Ritm, müzikalite, ahenk, mana, düşünce sistemi, söylemek istediklerin, söylememek istediklerin, söylerken gizlemek istediklerin gibi öyle dehlizleri var ki şiirin, bu dehlizlerin her biri şairin önüne açık. Nereden hangisini alıp da yan yana getirecektik, bir şiiri çıkaracaktık. 'Ben bir konuda şiir yazmak istiyorum.’ Ne demek o? Hangi konuda yazacaksın? Sen yazamazsın ki, şiir sana kendini yazdırır.

Şiirin Matematiği

Dünyanın En Yüksek Matematiğidir!

Şiirin tanımı yapılmamıştır, yapılamaz da. Çünkü şiir yaşamın bütünü olduğundan hangi tanımı yaparsanız yapın eksik kalır. Bununla birlikte şiir çok zevkli bir meseledir. Dünyanın en hoş meselesidir. Ama şiirden bir şey beklemek olmaz. Sanattan bir şey beklemek yanlıştır. Bunun en güzel tanımlamasını Marquez yapmıştır; 'Şairin şiir kitabı bastırması, bir uçuruma sesini duyabilmek için gül yaprağı atmasına benzer. Şair kulağını uzatır, uçurumdan attığı gül yaprağının sesi nasıl yankılanacak diye bekler. Ama hiçbir şey duyamaz!’ İşte hesaplar böyle yapılıyor. Buna razı olacaksın. Buna razı olmayan da sanatçı olmasın, şiir yazmasın artık. Şiirin matematiği dünyanın en yüksek matematiğidir. Hem bu matematikle düşünecek, hem de ondan bir şey beklemeyeceksin.

Şiiri Okuyan, Gerçek Şair Olmazsa…

Bugün şiirin hafife alındığını, her önüne gelenin şiir yazmaya ve okumaya talip olduğunu görüyoruz. Bir şiir kasetleri furyasıdır gidiyor. Evvela dünyanın her yerinde şiir okuyucusu sanatçıdır. Sesi düzgün olan, göğüs tonlarını rahatça kullanabilen, sesleri biraz uzatıp çekerek söyleyen herkes kendini şiir okuyorum zannediyor. Bir kere şiir okuyanlar şunu bilmiyorlar ki, birinci şart doğru şiiri seçmektir. Hangi şiiri okuyacaksın? Şimdi o kardeşimiz bu kadar güzel edebiyat şaheserleri dururken, birdenbire kendi sesine vurgun olduğu için ve de kolayına gelip sesine yapmacık bir duygululuk getirdiği için birdenbire kendi şiirlerini okumaya başlıyor. Bu şairlik değildir. Bir de üstelik yazmış yirmi altı sayfalık bir şiir! Arasına da koyulmuş iki tane müzik. Ondan sonra bir de bakıyorsun bir kaset yapılmış, herkes şakır şakır ağlıyor. Eh hayırlı uğurlu olsun! Bunların bazıları da düşeş atıyor. Attığı zaman da çok satıyor. Şimdi biz zannediyoruz ki, çok sattığı zaman iyi bir şey yapmışızdır. Bir buçuk milyon sattı benim kasetim, demek ki ben iyi bir kaset yapmışım. Yoooook! Öyle değil! Bunun matematiği, bunun denklemi böyle kurulmaz.!

Her ressam ömrü boyunca Monalisa’yı taklit etmek ister. Her yontucu, her heykeltıraş bir Musa heykeli yapmak ister. Her mimar Sinan gibi bir Şeyhzadebaşı, bir Selimiye, bir Süleymaniye yapmak ister ama yapamaz. Ancak suyunun suyunu kopyalar. Bu çok zor bir meseledir. Çok büyük bir uğraş ister. Kendinden verme ister. Bakarsın ki adam toplumdan kaçmış. 'Ne oldu bu adama birdenbire? ’ dersin. O adam senin için kaçıyor işte! Bethoven neden dağlarda bayırlarda meczuplar gibi dolaştı hep? Ne para istedi, ne pul. Ve bu adam ciğerlerinden sakatlanarak öldü. İşte bunun altında toplumun menfaati yatar. Çünkü o seni beni mutlu etmek için bütün bu acılara katlandı. Bunun bilincinde değiliz. Tıpkı şehitliğin ne olduğunun farkına varamadığımız gibi.

Herkes Bilerek Ya da Bilmeyerek Kendi Resmini Çizer.

Sanatçının vereceği çok şey olmalıdır ama beklediği bir şey olmamalıdır. Bu laf olarak kulağa çok hoş gelir ama pek kolay bir mesele de değildir. Biraz ütopik gibi de gelebilir ama bunun tabanında bir gerçek yatar. 'İyi de hocam biz o kadar çalışıyoruz, bundan para kazanamıyoruz!’ diyen adamdan zaten sanatçı olmaz. 'Öyle diyorsunuz hocam da bu kadar da pesimist olmayın yani! Aç mı gezsin bu adamlar? ’ Yok canım, aç gezsin falan demiyorum. Birinci plana koymak, yani sıralamada paranın yerini sanatçının hayatında birinci olarak düşünmek hatalı diyorum ben. Yoksa ben parayı reddetmiyorum. Para kazanmaya karşı da değilim. Elbette kazanacaktır. Genç bir adam sanatçı olmuştur, para kazanmasın mı yani? Güzel bir arabaya binmesin mi? Güzel bir evde oturmasın mı? Sevgilisini alıp bir gece kulübüne gitmesin mi? Tabi gitsin. Belki de bu en çok onun hakkıdır. Ama gerçek sanatçı olmaya karar vermiş bir müzisyen, bir ressam, bir mimar, bir şair, bir bale, bir opera, bir tiyatro sanatçısının hayatında paranın yeri birinci olmamalıdır. 'Ben bundan iyi para kazanırım.’ denildiğinde reyting canavarına yem atmış olursun. Ağzına lokma vermiş olursun. Sonuçta herkes bilerek ya da bilmeyerek kendi resmini çizer...

Yahya Kemal’den Bir Gece Yarısı Telefonu…

Sanatsal yaratı delilik ister, heyecan ister. Yahya Kemal’in gece yarısı telefona sarılıp da Nihat Sami Banarlı’ya “Buldum Nihat! Buldum!” diye bağırmasıdır işte sanatsal coşku. “Ne buldun hocam? ” diye sorar Banarlı. 'Rintlerin Ölümü’nü yazarken selviler bölümündeki o serin selviler bölümünü bulmuştur. Ve 'Serin’i bulup koyduğu andan itibaren de zafer kazanmış bir kumandana dönmüştür. Ona milyarlar, trilyonlar versen, o kadar İstanbul sever adama İstanbul’un yarısını versen o kadar sevinmez. Bu delilik değil midir? Tabi buna anormallik demezler. Sür-anormallik derler. Sanatçı duyarlılığı derler. Sanatçının beklediğinin ne olduğunu biz bilemeyiz. Onun için hep beklediklerini bizim beklediklerimizle bir tutarız. Ama sanatçının beklediği başka bir şeydir. Ve zaman zaman sanatçı da bilmez kendinin ne istediğini, ne beklediğini…

Cahit Külebi İle Genç Semih

Cahit Külebi, Türk Halkı ya şiir yazar, ya şiir söyler, ya şiir dinler, ya şiir ezberler ama mutlaka şiirle bir bağlantısı vardır derdi. Külebi, edebiyatı çok seven ve bu topraklara vurgun bir insandı. Şiirin hasını yazmak için çırpınmış ve şimdi gerçekler dünyasında olan bir şairimizdir o. Benim de çok yakın dostumdu. Benim hocam değildi ama ben öğrenciyken o koskoca bir Cahit Külebi’ydi ve son yazdığı şiirleri bana okuması gibi bir şerefim, onurum vardı benim. 1949-50 yıllarından söz ediyorum. Demek ki ben on yedi on sekiz yaşlarındayken de oturup Cahit Külebi ile konuşabilecek kadar şiir biliyormuşum. Niye gelsin de son şiirini bana okusun? Değil mi ama? Daha o zaman birkaç yüz şiir biliyordum. Şimdi ise bir kaç bin şiir vardır hafızamda. Ama bilmediğim iyi bir şiir ile karşılaştığım zaman yemin ederim kendimi suçlu hissederim. Bu çok büyük bir gerçek!

Şiirin Faresiyim Ben!

Her Deliğe Girer Çıkarım!

Anadolu’dan Boğaziçi’ne varıncaya dek her rengi ile zengindir Türk Şiiri. Veysel Sivas’ından, Sivrialan Köyü’nden söz eder, Orhan Veli Rumeli Hisarı’ndan, Boğaziçi’nden. O da şiirdir, bu da şiirdir. Yaşadığı ortamı çok iyi süzmesini ve oradan sanat malzemesini almasını iyi bilir sanatçı. Ve burada asıl maharet sanat malzemesini halk diline yerleşebilecek bir kıvama getirebilmektir. 'İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir.’ kadar rahat ama en yüce felsefi boyutları taşıyan şiir yani. Bugün bile söylemek mümkün değil bu ifadeyi. Yunus bunu yedi yüz elli sene önce söylemiş. 'İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsin, bu nice okumaktır!’ Ve bu zengin şiirin faresiyim ben. Her deliğe girer çıkarım. Bütün ömrümce, elli beş altmış yıldır şiirin faresiyim. Yani hangisi güzeldir, hangisi şiirdir, hangisi değildir, onun peşindeyim. Herkesin bir işi var. Benim işim de şiirin hasını tanımak.

Türk Şiiri’nin köşe taşları ise saymakla bitmez. 'Divan şiirinde, halk şiirinde, tasavvuf şiirinde, modern şiirde ve bugün kimdir bunlar? ’ demek ve ayırmak lazım bu isimleri. Çünkü hakikaten bu toprak çok iyi şairler çıkartmıştır. Fuzuli, Dede Korkut, Nabi, Baki, Şeyh Galip, Yahya Kemal ve Ahmet Haşim. Yani aruz bölümündeki büyük üstatlar. Daha neler var neler? Halk şiirindekiler ise hiç adlarını bilmediğimiz kadar çoktur. Yunus’tan başlayalım, Karacaoğlan’dan, Pir Sultan Abdal’dan, Veysel’den, Emrah’tan yükselelim çıkalım. Bazen işte Bedri Rahmi’nin dediği gibi bir mısra okuyorsun, bir dize, elin ayağın titreyip kalıveriyor. 'Bu da söylenir mi? ’ diyorsun. Demiş ya usta, 'Ne zaman bir köy türküsü duysam şairliğimden utanırım!” diye.

Geliyorsun hececilere. Onların işi de bir ayrı zor. Çünkü hem uyak düzenine, hem de hecelere bağlı kalmak zorundasın. Bunların arasından ustalıkla geçip has şiir yapanlar da var. İşte Yunus;

Hak çalabım,

Hak çalabım!

Sencileyin yok çalabım!

Günahlıyım yarlı gagıl,

Ey rahmeti çok çalabım!

İşte hecenin ta kendisi! Yetmiyor sonradan bir de aruz ilave ediyor içerisine. Tabi bu tarafa doğru gelirken başlıyorsun Namık Kemal’ler, Ziya Paşa’lar, Tevfik Fikret’ler, Mehmet Akif’ler… Bunlar akıl almaz kişiler. Akıl beyin durur yazdıkları karşısında. Ama ne yapalım ki Osmanlıca yazıyorlar. Ama ne günahları var? Nereden bilsinler ki öldükten on sene sonra yazdıklarının anlaşılamayacağını! Yirmi otuz sene sonra 'Canım bunlar okunmaz! Okunacak şeyler değil!’ denileceğini. Elinin tersiyle kendi ülkesinin çocukları tarafından itilip bir kenara atılacağını. Nereden bilebilirlerdi ki?

Sonra tabi Nazım’lar, Ahmet Arif’ler, Cahit Külebi’ler, Fazıl Hüsnü Dağlarca’lar, Behçet Necatigil’ler, Özdemir Asaf’lar, Edip Cansever’ler, Cemal Süreyyalar, Orhan Veli’ler, Oktay Rıfat’lar, Melih Cevdet’ler… Pırlanta, elmas, zümrüt, yakut her biri! En yeni şairler üzerinde ise çalışmam lazım. 'Hocam şu yeni şiiri okur musunuz? ’ deniliyor. Ben şiiri üstünden okuyamam. Şiire ihanet etmiş gibi hissederim kendimi sonra. Ben seçmeliyim şiiri.

Edebiyat Baştan Aşağı Zordur!

Şiir gerçekten zor bir edebi türdür. Ancak zorluk açısından şiir ve düz yazı arasında bir mukayese yapmak hem çok zor, hem de doğru değil. Bir daha bir Yaşar Kemal, bir Reşat Nuri, bir Halide Edip çıkartmak kolay mıdır? Roman herhangi bir şey değil ki! Hadi bir Hüseyin Rahmi çıkart bakalım! Kendi alanında tek olan insanlar bunlar. Bu dili en güzel kullanmış insanlar. Bugün bu dil hala tüm kıyımlara rağmen yaşıyorsa, bu insanların sayesinde yaşıyor. Bu insanlar o insanlara çok şey borçlu.

Oktay Rıfat’ın bir tiyatro dilini bir kere daha Türk İnsanı nereden bulacak? Bunlar Türk İnsanı için lüks malzemelerdir. Oktay Rıfat’ın bir İstanbul şiiri dili vardır ki, kimse bu inceliği getiremez. Bu sadece İstanbul’lu olmasından da kaynaklanmaz. İstanbul’lu onca insan var. Neden o dili böyle kullanabilen olmuyor? Oradan alıp seçmiştir ve süze süze belirli bir noktaya kadar getirmiştir. Oktay Rıfat’ın şiirleri de, tiyatro oyunları da var. Tiyatro oyunlarına bir bakıyorsun, Türk Tiyatrosu’nda hala daha bir 'Çil Horoz’ yazılamamış.

Dünyada İncil’den Sonra

En Çok Satan Kitap Hangisi?

Sanatsal yaratıda herkes bir Sinan, herkes bir İsmail Dede Efendi olmaya çabalar. Örnek olarak kişiyi, eseri seçmek lazımdır. Peki öyle de niye lise son sınıfa kadar okutulan edebiyat kitaplarında bir Mevlana yoktur? Mevlana bugün dünyada en çok satan şiir kitabıdır, en çok satan isimdir. Amerika’da İsa’nın İncil’inden sonra en çok satan kitap Mevlana’nın Divan-ı Kebir çevirileri ve Mesnevi’sidir. Bunu ben söylemiyorum, internet söylüyor. Peki neden senin edebiyat kitaplarında, hiç olmazsa lisede iki şiiri yoktur Mevlana’nın? Hal böyle olunca bugün İran, yarın da başkaları sahiplenmeye kalkacaktır Mevlana’yı. Sen çocuğuna sahip çıkmazsan bir taliplisi çıkar elbet. Gerçi bu tür konularda hükümetleri de suçlamak istemiyorum. Niye suçlamak istemiyorum, çünkü bir sanat akademimiz yok henüz. Bu işlere dünyanın her yerinde sanat akademileri karar verir. Biz çok istedik Atatürk Yüksek Kurumu’nu bir Atatürk Akademisi haline çevirebilmeyi. Ben çok uzun yıllardan beridir Hz. Mevlana ile uğraşırım. Ama hala bir Hz. Mevlana Akademisi yoktur bizde. Halbuki bunların olması lazım.

Atatürk’ü Anlayamadık!

Atatürk’ü iyi anlayamadık biz. Bilmiyoruz Atatürk’ü. Atatürk parmağıyla işaret edip 'İlk hedefiniz Akdeniz’dir! İleri!’ derken aslında batıyı gösteriyor. Herkes de bunu denize dökmek anlıyor. O da var belki işin içerisinde ama bu birinci plan. Arkasındaki geniş perspektifte 'Batıya!’ diyor aslında. Batı diyor ama batıyı bugün bizim aldığımız gibi çirkincesine alın da demiyor. Biz batının çıplaklığını aldık!

Batıda kişi başına düşen gelirle bizdeki arasında mukayese kabul etmez bir fark var. Arada bu uçurum olduğu halde bile batılı jelatin içinde dilim dilim alıyor ekmeği. Bayatlamasın, israf olmasın diye bir çok yöntem üretiyor. Hala elbisesini onarıp onarıp giyiyor. Bizim dolaplarımızınsa kapakları kapanmıyor. Biz müsrifiz. Şimdi biz iyi anlasaydık Atatürk’ü görecektik ki bize işaret ettiği batı başka bir batı! Batıya diyor Atatürk ama aynı zamanda asıl derinliği de kendi kültürüne ver diyor. Hani tıpkı Mevlana’nın dediği gibi; “Ben bir pergel gibiyim. Bir ayağımla şeriat üzreyim, bir ayağımla da yetmiş iki milleti dolanırım!” Atatürk’ün söylediği de bu aslında. Bakın Atatürk 29 Ekim 1933’te 'Bir Önsezi, Bir Talimat’ başlığıyla ne yazmış! Ondan bir parça okuyayım size.

Bir Önsezi Bir Talimat

29 Ekim 1933 - M. Kemal ATATÜRK

Bugün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını bugünden kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğun milletler avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dini bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak. Dil bir köprüdür, inanç bir köprüdür, tarih bir köprüdür. Köklerimize inmeliyiz ve olayların ördüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Onların, yani dış Türklerin bize yakınlaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gereklidir.

Türk Kültürü

Türk İnsanının Gündeminden Düşüyor!

Türkiye ve Türk İnsanı olarak yazık ki bir çok alanda yama tutmaz açıklarımız var. Bu bir suçlama değil, gerçek. Yıllardan beri üzerinde durduğum bir mesele olduğu için edebiyattan daha iyi bilirim bunu. Türk Kültürü’ne yapılan kıyım ve talan çok can yakıcı bir durumdur zira. Güzelim Türk Kültürü yozlaştırılmıştır, eksiltilmiş, yok edilmiş, rayından çıkartılmıştır. Ve yavaş yavaş ortadan kaybolmaktadır. Türk Kültürü Türk İnsanı’nın gündeminden düşmektedir. Yerine başka kültürlerin başka parçaları gelmektedir. Bu çok acıdır. Asıl mesele budur. Şiiri edebiyatı konuşuyoruz iyi ama önce bunu konuşmak lazım!

İyi İzleyen Gözlere İhtiyacımız Var!

Bizdeki en önemli eksiklerden biri de, konuları takipteki zayıflığımızdır. Gündem de, sanatçı da takip edilmeyi bekler ama aradığını da bulamaz çoğu zaman. Bu anlamda takip, hem eleştiri hem de destek anlamında oldukça büyük bir önem taşır. Örneğin geçtiğimiz Şubat ayında TUSAM (Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi) 'Türkiye Cumhuriyeti’ne Hizmet Edenler’ başlığıyla bir ödül töreni düzenledi. Aralarında hiç siyasetçi bulunmayan otuz kişiye ödül takdim edildi. Bu ödüllerden birine de beni layık görmüşler. Ancak ödülün gerekçesi bu noktada büyük önem arz ediyor. Gerekçe, benim Atatürk Yüksek Kurumu’na gelir gelmez yaptığım ilk iş. Yani bundan on yıl önce Atatürk’ün 'Büyük Nutuk’unu seslendirme halinde bir sunum şekline getirip kayda alışım. Bu çalışma yaklaşık altı yedi ay, gece gündüz çalışılarak ve otuz altı bin belge toplanıp bir araya getirilerek yapıldı. Bense bu projenin hem genel sanat yönetmeniydim, hem de sunum içinde Atatürk’lerden birini seslendiriyordum. Zira monotonluk olmasın diye dört ayrı ses kullandık. En iyi çizgide olabilmesi için de elimizden geleni yaptık. Ve ben bunu unutuldu zannetmiştim. Çünkü on sene geçti üzerinden. Ama gerekçenin bu olduğunu duyunca inanılmaz sevindim tabi. İşte bu tavır, 'Yaptığın iyi şeyleri görüyorum!’ demektir. Bu güç kuvvet veriyor ve mutlu ediyor. Onun için iyi izleyen gözlere şiddetle ihtiyacımız var.

Tek Kurtuluş

Gerçek Sivil Toplum Örgütleri!

Yazık ki her konunun vardığı yer kültür erozyonu ve toplum olarak içine itilmeye çalışıldığımız kokuşmuşluk oluyor. Yıllarını bu konudaki çözüm arayışlarına vermiş biri olarak net bir şekilde şunu söylüyorum; Tek kurtuluş, gerçek sivil toplum örgütlerini ayağa kaldırmaktır! Onun dışındaki kanallar tüm açıklığıyla ortadadır artık. Ancak sivil toplum örgütleri içinde vakıf dernek adıyla alakasız, hatta uygunsuz işler yapan bir çok kurum var elbet. Kastımız tabi ki bu örgütlenmeler değil. Örneğin bir Eğitim Gönüllüleri Vakfı gibi gerçekten anlamlı işler çerçevesinde çalışan kurum ve kuruluşlar olmalı. Vakfın amacı budur zaten. Hiç Gurabahane-i Laklakan diye bir kurum duydunuz mu? Garip Leylekleri Koruma Derneği yani. Bunlar bizim kültürümüz içinde yüzyıllarca önce düşünülmüş ve yapılmış işler. Dünyanın hiçbir yerinde Osmanlı’daki kuş evleri yoktur örneğin. En görkemli binalarda mutlaka kuş evleri olacak ve binanın estetiğine de uyacaktır. Demek ki bu duyarlılık ve çok yönlü bakış istenirse muhafaza edilebiliyor.

“Zengin borçludur, fakir alacaklıdır!

Alim borçludur, cahil alacaklıdır!

Öğretmen borçludur, öğrenci alacaklıdır!”

İşte bu kuralı yerleştirebilirsek, kurtarabiliriz toplumumuzu!


Yazarın diğer yazıları için tıklayın