01.03.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:
Zeliha Midilli
Bugünlerde aylaklığa övgüler düzüyorum. Aylaklık yaptığımdan değil, aylaklığı özlediğimden, hem de çok. Bertrand Russell'ın "Aylaklığa Övgü" kitabını yeniden elime aldım. Aslında sıkıcı bir kitap ama olsun, adı yeter. Hem Russel'ın çok güzel önerileri var. Mesela şuna bayılıyorum: "Çalışma saatleri günde dört saat olmalı". Bana kalsa daha da az olmalı, hatta iki gün çalışıp beş gün yatmalı ya da bir ay çalışıp üç ay canının istediği yapmalı, falan... Ama Russell'ın önerisine de şimdilik fitim.
Oysa biz ne yapıyoruz? Dünyada çalışma hayatından başka bir şey yokmuş gibi yaşıyoruz. Her şeyimiz ona göre programlanıyor. Hayatımızın odağı iş. Ertesi günü işte zinde olmak için güzel gece programlarını bile iptal ediyoruz. Yorgun argın eve gidiyor, karnımızı doyurmak için alelalece bir şeyler yapıp yiyor (zevkli yemekler yapmayı bile unuttuk, onun yerine yemek dergilerindeki yemekleri seyredip iç geçiriyoruz), biraz televizyonu zaplıyor, sonra da yatıp uyuyoruz. Hayata bakın...
Hatta bazıları tatil bile yapmıyor ya da yaptırılmıyor. Bazı yöneticiler elemanlarının tatile çıkmasına hoş gözle bakmıyor. Oysa batıda insanlar verimli olsunlar diye (bu noktada bile iş düşünülüyor), elemanlar zorla tatile gönderiliyor.
Russell bakın aylaklık konusunda neler demiş:
"Uygarlık için boş vakit şarttır. Boş vaktin akıllıca kullanılması ise bir uygarlık ve eğitim sonucudur. Bütün ömrünce çok çalışmış bir insan birdenbire boş kalsa sıkılır. Ama önemli miktarda boş vakti olmayan insan da en iyi şeylerin bir çoğundan yoksun kalır.
Çocuklar kadar büyüklerin de oyuna, yani zaman zaman o anda vereceği zevkten başka hiçbir amaç taşımayan eylemlere ihtiyaçları vardır. (...)
Hiç kimsenin dört saatten fazla çalışmak zorunda kalmayacağı bir dünyada, sinir bozukluğu, yorgunluk, bıkkınlık, hazımsızlık yerine mutluluk olacak, yaşama sevinci bulunacaktır. (...)
Şimdiye kadar hep, tıpkı makinelerin bulunmadığı zamanlarda olduğu gibi, bütün enerjimizi ortaya koymayı sürdürdük, yaptığımız budalalıktı ama sonuna kadar da budalalıkta diretme için ortada hiçbir neden yok."
Hay ağzına ve kalemine sağlık Russell. Ama seni dinleyen kim? Senden sonra biz daha da azıttık. Örneğin bilgi çağı diye, bilgi en önemli şeydir diye tutturduk. Tabii ki bundan kastımız bilimsel bilgi. Boş zamanlarımızda bile bilimsel bilgi peşindeyiz. Ama bunlar hayatımızı güzelleştiren, kişisel mutluluğumuza katkıda bulunan bilgiler mi? Tabii ki hayır. Boş vakitlerimizin azlığı, bizi yararsız bilgi dediğimiz ama aslında bizi mutlu edecek bilgileri edinmekten de mahrum bırakıyor.
Russell yararsız bilgiye şöyle bir örnek de vermiş; "Yararsız bilgiler, her şeyi daha tatlı kılar. Şeftali ile kayısının ilk olarak Çin'de Han sülalesinin ilk dönemlerinde yetiştirildiğini, Büyük Kral Kaniska'nın aldığı Çinli tutsakların bunları Hindistan'a soktuğunu, zerdali ile kayısının oradan da İran'a yayılarak İsa'dan sonra birinci yüzyılda Roma İmparatorluğu'na ulaştığını, kayısı erken olgunlaşan bir meyva olduğu için apricot (kayısı) kelimesinin 'precocious' (erken gelişmiş) ile aynı Latince kökenden geldiğini, apricot kelimesinin başındaki "A" harfinin yanlışlıkla bir etimoloji hatası olarak eklendiğini öğrendiğimden beri, kayısı ve zerdaliden daha çok zevk alıyorum. Bütün bu bilgiler bu meyveyi benim için daha lezzetli hale getiriyor."
Doğrusu benim için de aynı şey geçerli. Bunun için aylaklığı özlüyorum. Aaa, bu arada saat oniki olmuş. Sabah erken kalkmam lazım!