Halifelik ve saltanatHalifelik hukuki esaslardan çok ananeye dayanan bir kurumdu. Tarihin içinde oluştu ve yeniden oluşturulması mümkün değildir3 Mart 1924, bizim tarihimizde en önemli dönüşümü ifade eder. Türkler eski
devlet geleneği olan bir toplumdur ve devlet hep hükümdarlıkla aynileşmiştir. Henüz
son padişahın (VI. Mehmed Vahideddin) tahttan feragat edip yurtdışına çıkması ve saltanatın ilgası üzerinden 2 yıl bile geçmiş değildir; Cumhuriyet’in ilanı dört ay önceydi. Şimdi ise halifelik de kaldırılıyordu. Bu pek özgün bir olaydır. Öyleyse Türk devletinde halifelik neydi? İkinci Meşrutiyet devrinden beri Cavit Bey ve Ahmed Şuayıb gibi halifelikle saltanatı ayırmaktan söz edenler vardı. Onlardan daha önce hilafetin Türk padişahına değil; halkına ait olmasını ileri süren Arap mütefekkirler vardı.
Osmanlı sultanlarının halifelik kurumunu ve unvanını 1517 Mısır’ın ve Hicaz’ın kazanılmasıyla Memlükler’den aldığı hoş bir siyasi hikayedir. Bu efsaneyi 18. yüzyılın vakanüvisleri vurgulamıştır. Avrupalılar anlaşmalarda bir Müslüman ruhani lider (böyle bir unvan ve lider olamaz) görmeye teşne idi; bizimkiler de bu yanlış kanaati beslemeyi 18. asır şartlarında uygun gördüler. Osmanlı hükümdarları Kırım, Kazan, Kafkasya uzaktaki Hind ve Cava ve 19. asır Moğol Müslümanlarıyla temas ve siyasi nüfuzun tesisini bu kurum sayesinde becerdiler. Gerçek şu ki, halifelik siyasi iktidar, hükümdarlık, cumhurun yönetimi bağlamında (babında) Kuran-ı Kerim’de geçmez (hilafet burada peygamberliktir) hadisler arasında, üzerinde ittifakla kabul edilen ve bu konuda hüküm vereni yoktur. Hilafet ruhani bir kurum değildir ve iktidarla yönetime birlikte sahip olanlar halifedir. Siyasi iktidarın dışında (Meclis hakimiyeti veya cumhurbaşkanlığı) bir hilafet kurumu geçici bir dönemi ifade ediyordu. Galiba son halife Abdülmecid kendisine verilen rolü kavrayamadı, fazlasını istedi. Fatih Sultan Mehmed Han’ın kaftanıyla at üstünde katıldığı son cuma selamlığı hanedan tarihinde en önemli çalkantıya sebep oldu. Büyük Millet Meclisi’nin ilga (kaldırma) kanunları son hanedan üyesi (şehzadeler ve sultanlar) maalesef sultanların (imparatorluk prenseslerinin) çocukları dahi sürgün listesindeydi. İktidar değişimi sancısız olmaz. Hanedan üyelerinin Ruslar ve Alman ve İran hükümdarları gibi yurtdışında banka hesapları yoktu. Çoğu (hakan-ı sabık ve halife dahil) zarurete düştüler. Buna rağmen temsil ettikleri milletin şan ve şerefine halel getirecek tarz- ı hayat ve faaliyetten uzak kaldıklarını söylemek gerekir. 9 Mart 1925 tarihinde Ahmet Emin (Yalman) Vatan gazetesinde; "Bu insanlara acımalıyız, ama işin esasını unutmayalım" diye başlıyor, "hanedanın Türkiye’ye yaptığı kötülüklerden" söz ediyordu. 37 şehzade (imparatorluk prensi), 42 sultan (imparatorluk prensesi), 27 kadınefendi ve şehzade eşi (bunların gitmesi kendi istekleriyle oldu, kalanlar da vardı) ülkeyi terk etti. 1952’de hanedanın kadın üyeleri, 1974 affı ile de erkek üyeler dönebildi. Doğruyu konuşmak lazım; fakr-u zaruret içinde yaşadılar, dolandırıcılık yapanı duyulmadı. Çok az maaşlı işlerde çalışan oldu, nüfuz ticareti yapmadılar. Millet ve Türk devleti aleyhinde çalışan olmadı; isyan ve beşinci kol faaliyetine karışan olmadı. Hilafetin kaldırılmasına itiraz ilk anda Hind Müslümanlarından geldi ve başka itiraz olmadı. Hilafeti almaya çalışanlar muvaffak olamadı, imparatorluğun bu ağır mirasını Osmanlı’dan başka taşıyabilecek Müslüman toplum yoktu.
Mısır’ı ve Haşimi hanedanını kimse halife olarak kabul etmiyordu. Hiçbiri Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi şöhretine sahip değildi. Hilafet kalktığı an avdet edebilecek bir kurum değildir. Hilafet hukuki esaslardan çok ananeye dayanan bir kurumdur. Tarihin içinde oluştu ve yeniden oluşturulması mümkün değildir.
15. yüzyılda Endülüs’ün can çekişen hükümdarları, Hind’de Babürlüler, Mısır’da Memlükler ve hatta II. Mehmed ve II. Bayezid zaman zaman halife unvanını bazı fermanlarda kullanıyordu ve vakanüvisler onlardan halife diye bahsediyordu. Osmanlı için Mekke ve Medine’nin hizmetkarlığı (yani eustodiası) daha önemliydi. Hilafet unvanını padişahlar 18. ve 19. asırda çok benimsediler. Bu benimseme Rusya’nın ve Hind’in Müslümanlarından toplanan bağışla Hicaz demiryolunun yapılmasına; o ülkelerde Osmanlı konsoloslarının bazı kültürel faaliyetlerine yardımcı oldu. Bazı ahvalde müslümanların toplumsal hayatlarına müdahale edip yön verdikleri görülüyordu. Halife ve sultan Osmanlı hükümdarları ile aynileşti. Türkiye’de saltanatın ilgasıyla da bu kurum ortada kaldı.
PAZAR