Kültür Sanat Şimdi sıra seyircilere geldi

Şimdi sıra seyircilere geldi

30.12.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Şimdi sıra seyircilere geldi

Şimdi sıra seyircilere geldi

       12 Eylül'den sonra Türk sineması en kitch yıllarını yaşadı. 60'lı, 70'li yıllardaki masumiyetini de yitiren Yeşilçam, pek beceremediği bir birey ve bunalım muhabbetine yöneldi. O yıllarda en sık yinelenen şey parasızlık ve sansür idi. En sık verilen cevap da "söylenecek sözün varsa bir şeklide söylersin" idi.
       Tabii ki bir yönetmen asla siyasi film yapmak zorunda değil, ama yönetmenlerimizin çoğu sıradışı bir dünyaları olmadığı için toplumsal olmayan öykülerde pek dikiş tutturamıyorlar.
       İşte, Turgut Yasalar'ın ilk uzun metrajlı filmi "Leoparın Kuyruğu" bir yolunu bulup, sözünü söylemenin öyküsü. Bu sözü eşten, dosttan alınan 25 bin dolar borç ile söylemiş. Yapımcı Turgut Yasalar, senaryo yazarı Turgut Yasalar'a şu siparişi vermiş: "Öyle bir öykü yaz ki, bir - iki mekanda geçsin ve oyuncu sayısı da beş - altıdan fazla olmasın!"
       Öyle de olmuş. Filmin ana mekanı olarak Susurluk'ta terk edilmiş bir jeneratör binası bulunmuş. Susurluk Halkevi Tiyatro Grubu'ndan pek çok kişi filmin küçük rollerinde oynamış, malzeme taşınması gibi işlerde de yardımcı olmuşlar. Ekip, Şeker Fabrikaları ile Belediye'nin misafirhanelerinde, eski Belediye Başkanı Tahsin Bozoğlu'nun çiftliği ile evinde kalmış. Başrol oyuncusu olarak, oyunculuk eğitimi almış, çeşitli tiyatrolarda oynayan beş genç seçilmiş (Yetkin Dikinciler, Devrim Nas, Hakan Pişkin, Tardu Flordun, Ümit Çırak, Lamık Blake, Murat Karasu, Evren Duyal). Oyunculardan istenilen şeylerden biri de, yol ve masrafların karşılanması dışında ücret istenmemesiymiş. Bu şart kamera arkası ekibi için de geçerli.
       Yani "Leoparın Kuyruğu" aynı zamanda bir dayanışmanın da öyküsü. Söyleyecek sözünüz varsa, mutlaka söylersiniz öyküsü.
       Söz'e gelince: "Leoparın kuyruğunu asla tutma, tutarsan asla bırakma" Afrika deyişinden yola çıkan Yasalar, 1970'lerin başında, idama mahkum olmuş arkadaşlarının infazını durdurmaya yönelik bir eylem olarak, Amerikalı bir eri kaçıran 5 genci anlatıyor.
       Hiç istemedikleri halde peş peşe patlayan silahlarla, gençlerin eylemi giderek politik bir eylem olmaktan çıkar ve gençler kendilerini "çıkmaz sokak"da bulurlar. Yasalar, devrimin meşakkatli yolunda silahlı eyleme pek inanmadığını anlatırken, devrimcilerin naifliğini büyük bir içtenlikle aktarıyor.
       68'lilerden icazet almadan, hiçbir kitaba bağlı kalmadan, aksiyon, kadın, duygu tırmıklamasına başvurmayan sıcacık bir film bu.
       Şimdi sıra seyircilerde!

       İNCİ Asena'nın Adam Yayınları'ndan yeni bir kitabı çıktı: "Üç Gün Paris". Fotoğraf arkası notlarından oluşan küçücük, nefis bir kitap.
       4 - 5 - 6 Kasım tarihlerinde yapılan kısa bir Paris gezisi fotoğrafları ve notları sayesinde Paris ile hasret giderebilir, bu kentin çatılarına dokunabilirsiniz. Aziz Jermen Kilisesi, Apollineire'in heykeli, kahveler, herkesin yalnızlığını suratına vuran sokaklar, ıslak taşlar, dingin sabahlar, Luxembourg Bahçeleri, Rodin'in "Acıyı ve sevgiyi, umutsuzluğu, her şeyi tutkuyla yaşayan, tutkuyu yansıtan heykelleri".
       İnci zaten bu tutkudan bir başka etkinlenmiş: "Rodin'in Öpüşü bir başka öpüş. Şehvet, sevgi, şefkat, koruma... Ben, bunları gördüm Paolo ve Francesca'nın bedenlerinde" diyor.
       İşte küçücük ama tutkulu bir kitap.

       GEÇEN hafta "seyirci millet"i ayaktaydı. İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin sahnelediği "Carmina Burana"nın galasına öyle bir akın oldu ki, gelenlerin bir kısmı merdivenlerde oturmak zorunda kaldı. ("Leoparın Kuyruğu'nda da koridorlarda oturmak zorunda kaldık).
       Popüler kültürümüzün vazgeçilmezlerinden biri olan "Carmina Burana" bu kez bale dilinde aktarıldı. Hem de mükemmelce, hem de birbirinden genç dansçılarımızı bize tanıştırarak...
       "Würzburg'daki bir antikacının kataloğunun elime geçmesi herhalde talihin yüzüme güldüğü bir anda oldu. Bu katalogda karşıma çıkan yazının başlığı beni büyüleyici bir güçle kendine çekti:
       Carmina Burana
       Benediktbeuren'de on üçüncü yüzyıla ait bir el yazmasında bulunan Latince ve Almanca şarkı ve şiirler. Yayınlayan J. A. Schmeller.
       Talih Carl Orff'u ödüllendirdi, Carll Orff da yüreğimizi hoplatan bestesi ile bizi.
       Youri Vamos'un sahneye koyduğu, Serdar Yalçın'ın orkestrayı yönettiği eserde birbirinden genç yeni dansçılarımızı da tanıdık. Hepsi çok iyiydi ama Çiğdem Erkaya ve Barış Adikti özellikle dikkat çekiciydi.
       Anahtar kelimeleri İki Cinsin Karşılaşması, Av ve Aşk olan "Carmina Burana"yı nasıl sahneye koyduğunu Vamos şöyle anlatıyor:
       "Kadın ile erkek arasındaki sürekli mücadelede, bazen zor kullanarak, bazen başına buyruklukla el ele yürüyen bu erotizm avında, bu kez galip gelen aşk oluyor".

       GORE Vidal, ABD'nin en önemli ailelerinden birine mensup. Dedesi Oklahoma'nın kurucusu, babasının bir dizi uçak şirketi var. Al Gore kuzeni, Jackie Kennedy ise üvey kardeşi.
       Vidal, bundan tam 50 yıl önce, henüz 20'li yaşlardayken bir kitap yazmıştı. (Şehir ve Sütun) ve Amerika birbirine girmişti. Yazar 1948 Ocak'ında yayınlanan romanında, İkinci Dünya Savaşı fonu içinde iki erkeğin sevdasını konu almıştı. Bunu Prof. Alfred Kirsey'in "Amerikan erkeklerinin % 37'si hemcinsleri ile ilişki kurmuştur" şeklindeki raporu izleyince Amerika ayağa kalkmıştı. New York Times kitaplara sansür uygularken, yayıncılar bir daha asla Gore Vidal basmama kararı almışlardı. Vidal da durumun vehametini görüp, televizyon dünyasına yönelmişti.
       Elli yıl sonra Amerika, Vidal'a itibarını iade etti. "Time" onu kapak yaparken, 100 çağdaş Amerikan yazarı arasında ilan etti. Ve bu ay kitabı üç Avrupa ülkesinde birden (İngiltere, Fransa, İtalya) ilk kez basıldı.
       Vidal ise "Platon'un yazdığı 2000 yıl sonra benim de aklıma geldi, ben de yazdım. Zaten insan yaratıcılığının sınırları bellidir, ortaya atılan binlerce fikir yoktur" demekle yetiniyor.