Beşiktaş’ın şampiyonluğu, Türk toplumuna biraz durup dinlenmek, soluklanmak, yeniden değerlendirmek, olayları ve kararları gözden geçirmek fırsatı verir.
Fenerbahçe ya da Galatasaray’ın şampiyonluklarında kamuoyuna servis edilen genel kabul şudur : “Zaten büyüktü, büyüklüğünü gösterdi!” Ya da “Aslan payı Aslan’a!”
Karizmatik liderlerin başarı öyküsü olarak da anlatılmıştır o şampiyonluklar...
Aziz Yıldırım’ın kararlı ve isabetli tutumu, rakipleriyle girdiği kavgadan her seferinde olduğu gibi (!) zaferle çıkmasını bilme yeteneği ve gücü... Ya da Hagi, Hakan Şükür, Popescu gibi süper starlarla Fatih Terim gibi efsanevi bir hocanın buluşması...
Galatasaray’ın son iki şampiyonluğu gibi, futbolcuların dayanışmasından ve ortak isyanından kazanılmış bir ödüldür şampiyonluk. Fenerbahçe’de de Alex ve arkadaşlarının kahramanlıkları üzerine az destan yazılmamıştır.
Her neyse... Tarihe saygı duymalıyız. Onları, iz bırakan başarıları nedeniyle takdir etmeliyiz.
Beşiktaş’ın şampiyonluğuna gelince...
Hiçbir zaman tek adamın ferasetine, karizmasına, sihirine bağlayamazsınız o şampiyonlukları...
Hemen hepsi de kavgasızdırlar, kavgacı değillerdir... Rakiplerine ve organizasyona saygı duymuşlardır. Zaman zaman lastik patlatıp yarı yolda kalsalar da öfkelerini bir dava haline dönüştürmemiş, bundan derin bir özeleştiri çıkarmayı bilmişlerdir.
Süleyman Seba’nın huzurlu, sakin saygı gören sportmen felsefesi, başarıyı sağlayan birinci etken değildir. Ama O’nun bu tutumu nedeniyle karizması ve derinliği olmayan Gordon Milne, sürekli başarıyı yakalamış, kendisine gösterilen sabrın karşılığını vermiştir.
Beşiktaş şampiyonluklarında Metin, Ali, Feyyaz efsanesi vardır ama, hiçbir zaman tek adam- tek süperstar destanı yazılmamıştır.
Emek, çalışma, dayanışma ve ortak aidiyet, Beşiktaş şampiyonluklarının hamurundaki en sağlam mayadır.
Son şampiyonluğa bakarsak...
Fazlasıyla ve hak ederek bir Mustafa Denizli karizmasını okuyabiliriz... Ertuğrul Sağlam’ın bir tür sessiz dervişliğinden sonra, o da konuşmuş ama hiçbir zaman sesini yükseltmemiştir. Takımın iç dinamiklerini ayağa kaldırmayı bilmiş, derbilerde bacakları titreyen o kadroya kazanmayı öğretmiştir.
Saygıyı hak ediyor
Dikkat edin, o gergin rekabet ortamında Mustafa Denizli’nin Aragones örneğindeki gibi gazaba gelip kariyeri ile oynadığı tek futbolcu yoktur. Yönetimle görüş ayrılıkları vardır ama, Denizli çatışmak yerine uzlaşmayı tercih etmiş, egosunu yenmeyi de başarmıştır.
Popüler kültür, hiç fark etmediğimiz biçimde sinsi bir dayatma ile bize hep ikili rekabetler sundu bugüne kadar... Cola’dan siyasete hemen her alanda ikili çatışmalara tanık olduk... Hayat böyle istiyor sandık. Oysa hiç de öyle değil. Kuzey Güney, doğu batı, solcu sağcı, liberal muhafazakar, dinci laik gibi kolay dilimlenmiş ezberler dayatıldı bize.
Sporumuzdaki kolaycı ezber ise Fenerbahçe Galatasaray rekabeti... Elbette rekabetin her türlüsüne saygılar... Ama farklı takımları dışlayan, hesap dışı tutan ve bir tür rekabet tekeli yaratmaya kalkan zihniyet, artık iflas etmiştir...
Beşiktaş’ın şampiyonluğu, Sivasspor ve Trabzonspor’un da başarısıyla birlikte bu önyargılı tavır sahiplerine ders olabilir.
2002 Dünya Kupası’nda Şenol Güneş ve Milli Takım’ın üçüncülüğünü küçümseyen zihniyet, şimdi de “Fenerbahçe ve Galatasaray’ın yarışta olmadığı şampiyonluğu ben ne yapayım” diye bir tür kedi ciğer öyküsü yazıyor.
Sadece gülüyorum.
Bu öyküde elbette Mustafa Denizli’nin isyan ve itirazları da var. Ama kavga yok.
O nedenle barış içinde gelen bu hak edilmiş başarı, şapka çıkarılmayı, alkışlanmayı ve saygıyı hak ediyor.
Eğri gemi, doğru sefer
Levent Erdoğan’ın Metalist Kharkiv maçından sonra Ertuğrul Sağlam’a yönelik kışkırtıcı öfkesi, yönetimin en zayıf yanını bir kez daha ortaya çıkardı. Teknik direktörün arkasında duramıyorlardı... Del Boque’den Rıza Çalımbay’a, Tigana’dan Sağlam’a bir sabırsızlık geleneği oluşmuştu.
Demirören, Sağlam’ın gidişini önleyemedi.
Bu arada, Demirören’e yakın çevreler, gazeteciler ve menajer Sinan Engin, ısrarla “Kesinlikle yerli teknik direktör gelmeyecek!” mesajı verdiler. İddialı demeçlerini her yerde tekrarladılar. Demeçlerin en yoğunlaştığı gün Denizli adı gündeme geldi. O iddialı dostların hiç biri bu bilgi kirliliğinden ya da yanlış enformasyondan dolayı özür dileme gereği duymadı.
Sağlam’ın gidişi geminin omurgasını bozmuştur. Rotayı düzelten de Demirören’in tercihi ve Mustafa Denizli olmuştur.
Eurosport’a alkış
Eurosport, Türkçe yayına geçmeden önce İngiltere’den Mark Haven gelmiş. Genç insanlara hemen her spor dalını, her organizasyonu anlatmış, “Eurosport spikerliği nasıl olur ?” sorusunun tüm yanıtlarını vermiş. Sırlarını öğretmiş.
Her meslek dalında olduğu gibi, spikerlikte de vazgeçilmez maya, eğitim!
Sonrasında işi sevmeniz, hayatla işiniz arasında bir iç-içelik yaratmanız ve yaptığınız işe derin bir saygı duymanız gerekiyor.
Ben bu saygıya bir defasında tanık oldum.
Paris Dakar Rallisi sırasında bir yarışmacı “camel grass ”a motoruyla takılıp yaralanmıştı. Spiker Yiğit Top, “devedikeni” diyerek kolayca geçiştireceğine, İngiliz filolojisinden arkadaşlarını, üniversiteden botanikçileri sabırla arayarak uygun karşılığı bulmaya çalıştı.
Sadece o değil... 15’e yakın spiker çalışıyor Eurosport Türkiye’de... Ortak özellikleri en az iki dili Türkçe düzeyinde bilmeleri. Ve çok çalışmaları...
Eurosport’un extranet diye kapalı devre bilgi hattı var. Sadece ilgili personel giriyor. Oradaki “hummingbird” (ağaçkakan) programından en az iki gün süreyle bilgi alıp besleniyorlar. Her yayından önce de en az iki saat çalışıyorlar.
...Ve sonunda beni mest eden spikerlik- yorumculuk örnekleri sergiliyorlar.
O genç adamların şöhreti yok. Utandığım için aldıkları paraları yazmıyorum. Ama birkaçının adlarını iftiharla anmamız gerek : Emre Yazıcıol(Tenis), Caner Eler (Atletizm, basketbol) ve soyadından dolayı Amerika’ya bir türlü gidemeyen Dağhan Irak ( Futbol, voleybol).
Eurosport Türkiye Genel Müdürü Bağış Erten, her zaman olduğu gibi işi eğlenceye dönüştüren bir adam...
En başta Bağış, hepinizi kutluyorum...
Devam Eurosport!
( Yaz sezonunda bizim spikerleri de yazacağım, bekleyin!)
Kazananlar, kaybedenler
Şampiyon kadronun tümünü gözden geçirdiğimizde, kazananların yanı sıra hayalkırıklığı yaratarak kaybedenlerin de olduğunu söylemek durumundayız.
Serdar Kurtuluş...
Maalesef kendisini hiç geliştiremedi. İki yıl önce A Milli Takım’a adaylıkla ödüllendirilen kariyeri, beklenmedik biçimde geriye gitti. Hayattan da futboldan da öğreneceği çok şey var.
Zapotocny...
Önemli maçlarda kritik hatalar yaptı. Takımın vazgeçilmezlerinden biriydi, kulübe oyuncusu oldu. Yine de küskünlük yaratmadı ama değerinden çok şey kaybetti.
Delgado...
Mustafa Hoca’nın hayattaki en büyük hayalkırıklığı olabilir. Gamsız. Verimsiz, etkisiz, coşkusuz. Top kaybetme şampiyonu. Üstelik kaptan... Bu şampiyonlukta attığı gollerle ona pay biçenler bonservis bedelini de hesaplasınlar.
Kendimce kazanan ve kazandıranların başına İbolar’ı yazmalıyım.. Sezon başındaki terlik olayını unutmadan. Aşağılandıklarını ve dışlandıklarını hep hatırda tutarak.. Ernst ve Cisse de girer o listeye.
Ve de Yusuf...Bobo, Tello, Nobre ve Rüştü...
İlle de Holosko.
Hepinize sevgiler çocuklar!.
Hasan Şaş vakası
Galatasaray kültüründe vefa ve nezaket kavramları, zaten yıllardır örselenmişti.
Gördüm ki kaybolmuş, uçup gitmiş o kavramlar.
Hasan Şaş’a iki satır yazı ile güle güle demişler. Ne bir veda maçı, ne jübile kararı... Fikrini sormaya gerek duymadan, kapıyı göstermişler.
Bu da bir Adnan Sezgin formülüyse, şampiyonluğu kaybetme nedenlerini dışarıda aramasınlar. Aynaya baksınlar.
Çok utandım.
Böyle olmamalıydı Hasan!.