Bir başkan ne zaman gitmeli?

Bir kulüp başkanının gerçek sınavı, koltuğunda oturmak değil, gölgesinde büyüyen kulübün geleceğini düşünebilmek. Başarı, sadece kazanılan kupalarla değil, hataları kabul edip, zamanı geldiğinde çekilmeyi bilmekle de ölçülür. Çünkü bazen en büyük liderlik, bırakabilmektir.

Bir kulüp başkanı düşünün. Geldiği gün stadın çatısından umutlar sarkıyor. Milyonlarca taraftar, onu yalnızca bir yönetici değil, bir kurtarıcı gibi karşılıyor. İş dünyasındaki başarısı, aile soyadı, eğitimi, karizması ve en önemlisi değişim vaadiyle sadece bir seçimin kazananı değil, bir çağı da temsil ediyor. Fenerbahçe’de Ali Koç dönemi böyle başlamıştı. Ancak bugün tribünlerden yükselen ses başka: İstifa!
Ali Koç örneği, Türkiye’de kulüp başkanlığının ne kadar mayınlı bir alan olduğunu gösteren en güncel vaka... Sportif başarıların gelmemesi, özellikle futbolda Fenerbahçe’nin bir türlü şampiyon olamaması, diğer tüm kazanımları görünmez kıldı. Kadın basketbolda Avrupa şampiyonlukları, erkek basketbolda Final Four, gelirlerin artışı... Bunların hiçbiri tribündeki taraftarı ikna etmeye yetmiyor. Çünkü Türkiye’de futbolda kupa yoksa, başkan da yok sayılır.
Ama bu durum sadece Ali Koç’a özgü değil. Dünyada birçok kulüp başkanı benzer ikilemi yaşadı. Bazıları kendi zamanlamasını iyi yaptı, görevi devretti. Kimileri ise koltuğa yapıştı, başarısızlığı inatla yönetti. Şimdi tam da bu noktada sormak gerekiyor:
Bir kulüp başkanı ne zaman bırakmalı? Taraftar sırtını döndüğünde mi? Kupa gelmediğinde mi? Yoksa kendi aynasına bakıp artık yolun sonuna geldiğini gördüğünde mi?
Şüphesiz Fenerbahçe taraftarının tepkisi bir gecede olmadı. Bu yönetimin hataları sayfalar doldurur. Yanlış teknik direktör tercihlerinden, yanlış transferlere, karara en çok ihtiyaç duyulan anlarda kararsızlığa ve son olarak başarısızlıklardan kendine pay çıkarıp gelişmek yerine, yapı söylemi ile hiçbir hatanın sorumluluğunu almamaya...
Bugün geldiğimiz noktada Ali Koç artık Fenerbahçe’ye bir vizyon sunamıyor gibi gözüküyor. Rakiplerinin hamlelerini bozmak üzerinden bir başarı tanımı kurmaya çalışmak yapılan en büyük hataydı belki de. Geçen sezon rakibin şampiyonluğunu erteledik diyerek bununla övünmek, Aziz Yıldırım, “Mourinho’yu getireceğim” dediğinde planında yokken koşarak Mourinho ile anlaşmak, bir fikir geliştirmektense, bir başka fikri bozmakla meşgul olan bir yönetim ortaya koyuyor. O zaman bir kez daha sormak lazım, bir başkanın görevi nedir?
Büyük umutlarla başlayan ancak yolun sonunda ne taraftarın ne de kulübün beklediği noktaya varamayan hikayeler, bu oyunun acı gerçekleri. Bir kulüp başkanının gerçek sınavı, koltuğunda oturmak değil, gölgesinde büyüyen kulübün geleceğini düşünebilmek. Başarı, sadece kazanılan kupalarla değil, hataları kabul edip, zamanı geldiğinde çekilmeyi bilmekle de ölçülür. Çünkü bazen en büyük liderlik, bırakabilmektir. O koltukta kalmak için verilen savaş, aslında baştan kaybedilmiş bir savaş olabilir. Ve sormadan edemeyiz: Başkanlık makamında ne zaman ‘gölgem büyümesin’ diye çekilmek, ne zaman ‘yolumuzu açalım’ demek gerekir?

Haberin Devamı

Kulüpler şirket değildir!

Haberin Devamı

Bir başkan kulübü yönetirken sadece profesyonel bir yöneticilik değil, aynı zamanda duygusal bir liderlik de yapmak zorundadır. Çünkü futbol kulüpleri şirket değildir. Taraftar da müşteri değildir. Taraftar başkana sabreder, yeter ki bir yapı, bir yol, bir plan görsün. Ama yıllar geçtikçe bu plan sürekli değiştiğinde ve başarı hala gelmediğinde sabır yerini sorgulamaya, sorgulama da zamanla isyana bırakır. İlk yıllarda “Ali Koç vizyon getiriyor” dendi. Sonraki yıllarda “Yönetimi deneyimsiz ama düzelecek” bugün ise “Gitmeli, bu kadar yeter” deniyor.
Bir kulübün başkanı, pek tabii her hafta sosyal medya trendlerine göre hareket edemez. Ama tribünlerin duygusu ve toplu ruh hali de önemlidir. Taraftarın neye kızdığını, neye inandığını okumak zorundadır. Taraftar, mağlubiyete değil, umutsuzluğa ve tutarsızlığa tepki verir.

Haberin Devamı

Zamanlama sanatı

Başkanlığın bir başka boyutu da vedayı bilmektir. Her yöneticinin, kulübün önünü açma zamanını fark edebilmesi gerekir. Aksi halde bir zamanlar umutla seçilmiş biri, zamanla yük haline gelir. Gitmek, kaçmak değildir. Gitmek, bazen sorumluluğun en olgun halidir.
Ferguson’un yerini seçerken gösterdiği titizlikten, Uli Hoeness’in yönetimi bırakıp geri dönerkenki planlamasına kadar birçok örnek, bu zamanlama meselesinin ne kadar kritik olduğunu gösterir. Ali Koç’un bugün bırakmaması sadece bir inat değil, bir krizi büyütme riski taşıyor. Çünkü yönetim artık sadece sportif olarak değil, toplumsal olarak da yorgunluk üretiyor. O halde başkanların önemli görevlerinden biri de kalmak değil, kulübün çıkarına en iyi olanı yapmaktır.

İyi sonuç sadece futbolla mı ölçülür?

Bu soru Türkiye’deki kulüp kültürüyle, futbolun medyadaki yeriyle ve taraftar psikolojisiyle doğrudan bağlantılı. Çünkü Türkiye’de spor kulübü denince akla ilk gelen şey futbol takımı, başarı denince de futbol şampiyonluğudur. Futbol, kulüplerin vitrinidir. Oysa çoğu kulüp “spor kulübü”dür. Voleybol, basketbol, atletizm, yüzme gibi branşlarda alınan başarılar da vardır. Peki neden onlar göz ardı edilir?
Çünkü futbol, duygusal bağ kurmanın merkezidir. Basketbolda Avrupa Şampiyonu olmak, voleybolda kulüp tarihinin en büyük zaferini yaşamak bile futbol takımının tek bir derbide aldığı mağlubiyetle silinir. Ali Koç döneminde Fenerbahçe, kadın basketbolunda Avrupa’nın en güçlü takımı haline gelmiş, erkek basketbolunda istikrar yakalanmış, amatör branşlarda Olimpik hamleler yapmış olmasına rağmen futbol takımının şampiyon olamaması tüm bu başarıların üstünü örtmüştür. Bu adaletsiz mi? Belki. Ama gerçektir. Çünkü bugün bir Fenerbahçeli taraftar size şunu söyler: “Kadın basketbolunda Avrupa Şampiyonu olmuşuz, iyi, güzel. Ama 10 yıldır Galatasaray bizi geçiyor, onu ne yapacağız?”

Başarılı başkanların anatomisi

Juventus’un Agnelli’si, Real Madrid’in Florentino Perez’i, en parlak dönemlerinde bile hatalarını görüp ya geri çekilmiş ya da yapılanmayı yenileyerek sürdürülebilir başarıya yönelmişlerdir.

Juventus’un eski Başkanı Andrea Agnelli, futbol dünyasının nabzını iyi tutan, sportif direktörlük sistemine inanan ve teknik ekibe profesyonel alan açan bir figürdü. Bayern Münih’teki Uli Hoeness ise futbolcuyken edindiği bilgi birikimini yönetimsel stratejiyle birleştirdi. Perez, Abramoviç gibi yöneticiler, futbolu bilmeseler bile öğrenmeye açık olup, kendini futbola entegre ederek başarıyı yakaladılar.
Futbol sadece “Benim param, benim kararım” bakış açısıyla yönetilmiyor. Yönetilmeye kalkınsa da olmuyor. O zaman sormak lazım: Bir başkan teknik direktör değil, ama futboldan hiçbir şey anlamayan biri de bu oyunu yönetemez. Peki hangi başkanlar bu çizgiyi başarıyla yürüdü? Onlar neyi farklı yaptı?
Başarılı başkanların ortak özelliği sadece kupa sayısıyla ölçülen bir başarının ötesindedir. Çünkü başkanlık, bir makama oturmak değil, o makamı bir vizyona dönüştürebilme yeteneğidir. Bayern Münih, PSG, Manchester City gibi kulüplerin başkanları, her ne kadar vitrinde görünseler de arka planda kusursuz çalışan yapılar vardır. Başkanın rolü bu yapıyı kurmak ve ona karışmamaktır. Yani Cocu, Ersun Yanal, Erol Bulut, Emre Belözoğlu, Vitor Pereira, Jorge Jesus, İsmail Kartal örneklerindeki gibi sportif planlamarı yıl yıl birbirini çürütmemelidir.
Bunun için de yöneticilik 101 kitabının ilk maddesi sayılabilir: karar almak. Sonucu yanlış bile olsa, belirli bir disiplin ve istikrarla karar alıp uygulayabilmek.
Başarılı sayılan çoğu başkan, tribünün sesine kulak verir ama o sese esir olmaz. Onlar için taraftarın tepkisi bir sinyal gibidir, duyarlar ama duygusal karar almazlar. Taraftara şirin gözükmek için günü kurtaracak transferler yapmaz, bir sezonda beş teknik direktör değiştirip kaosu büyütmezler.
Yine de her başarı bir yere kadar. Her liderlik devri sona erer. Gerçek liderler bunu görür ve kendilerine zarar vermeden çekilirler. Juventus’un Agnelli’si, Real Madrid’in Florentino Perez’i gibi isimler, en parlak dönemlerinde bile hatalarını görüp ya geri çekilmiş ya da yapılanmayı yenileyerek sürdürülebilir başarıya yönelmişlerdir.
Taraftar artık inancını yitirmiş, umut bitmiş, birlik duygusu kaybolmuş durumdayken devam etme ısrarı, başkanın kendine vereceği zarar kadar kulübün geleceğine de zarardır.

Futboldan anlamalı mı?

Oyuncu izlemek, sistem kurmak, taktik analiz yapmak elbette başkanın işi değil. Ancak bu, futboldan anlamaması gerektiği anlamına da gelmez. Çünkü futboldan anlamayan bir başkan, sadece yönetim değil, teknik kararlar üzerinde de farkında olmadan etkili olur. Yanlış kişilere yetki verir, doğru soruları soramaz, başarısızlığa gözlerini kapatır. Karar alma süreçlerini yavaşlatır, hata riskini artırır.
Oysa futbolu bilen başkan her şeye müdahale etmez ama neye müdahale etmemesi gerektiğini çok iyi bilir. Teknik ekip ve oyuncularla daha kolay iletişim kurar, ihtiyaçlarını daha iyi anlar, onların motivasyonunu artırabilir. Taraftarlar, futbolu bilen ve kulübün sportif geleceğine dair gerçekçi vizyon çizen bir başkanı daha çok benimser. Medya ve kamuoyu önünde futbolun diline hakim olmak, başkana güvenilirlik kazandırır.