The Others867 Rakımlı Tepe

867 Rakımlı Tepe

31.03.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

867 Rakımlı Tepe

867 Rakımlı Tepe


Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 16 Mayıs 2000’de sona erecek. Geleceğinin henüz netleşmediği günlerde Demirel ile görev süresi boyunca yaşadığı sorunları ve geleceği konuştuk


Tarih: 15 Mart 2000
Yer: Çankaya

Türkiye’nin kalbi, 27 Aralık 1919’dan beri Ankara’da atıyor. Kimler geldi kimler geçti? 76 yıl içinde bir zamanların köhne, bakımsız Anadolu kasabası neler gördü neler geçirdi? Türkiye’nin tarihini yazanlar için de, yapanlar için de Ankara’ya yukarılardan bakan bu semtin ve orada bulunan pembe boyalı binanın anlamı kuşkusuz çok büyük. Cumhuriyet orada kuruldu. Atatürk’ten başlayarak 9 cumhurbaşkanı orada yaşadı.
Tarihin harman olduğu bu tepe ve onun üzerinde kurulu Köşk, kimbilir ne olaylara sahne oldu?
Bunların bir kısmını bilenlerin çoğu bu dünyadan göçtü. Yaşayanlar ise, değişmez bir kaderi bölüşmeye devam ediyor.

Bitişi Demirel’e rastladı...

Her Çankaya Köşkü’ne çıkışında, rengi solmuş, siyah beyaz filmlerde izlediğim bir sahneyi anımsarım:
Mustafa Kemal, Köşk’ün Ankara’yı yukarıdan seyreden uzun balkonunda, manevi kızı Ülkü ile koşuşturup durur. Kimbilir belki de yüreğindeki çocuk sevgisini böyle sergiler...
Bu kez, o binada değil, hemen yanında Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı’na rastlayan yeni binasındayız.
Bu binada, sadece çalışma yapılıyor. Asıl ona bitişik "Pembe Köşk", cumhurbaşkanlarının ikametgâhı olarak kullanılıyor.
Şimdi biz bu günlük güneşlik mart ayında, başka bir binadayız. Demirel burada kendisini ziyarete gelen heyetleri kabul eder. Onlarla konuşur. Ortada uzun bir masa vardır; masanın üzerinde Türk motifleriyle süslü yaldızlı bir kırmızı örtü...
Sanırım, Köşk’teyken Demirel’in çoğu zamanı, bu kabul salonu ile az ilerdeki çalışma odası arasında geçiyor.
Türkiye’nin 9. Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 16 Mayıs 2000’de sona erecek ve bu satırların yazarı belki de böylesine uzun ve ilginç bir konuşmayı yapan tek ve son gazeteci...
Demirel’le o gün tam 1 saat 55 dakika uzun uzun konuştuk...

7. yılın sonunda

O gün Demirel, her zaman olduğu gibi tam saatinde geldi. Asansörle yukarı kata çıktı ve beni kabul edeceği, uzun ve üzeri kırmızı örtü kaplı masanın başına geçti. Ben ses alma cihazımı hazırlamıştım.
Demirel, "Sen neleri öğrenmek istiyorsun söyle bana ki, öyle konuşmaya başlayayım" dedi:
-İki önemli konu var; bir tanesi 28 Şubat süreci. İsterseniz oradan başlayalım...
Cumhurbaşkanı bu tür sohbetlere çok alışıktır ve nereden başlayacağı önceden, kafasındaki şablonda zaten hazırdır.
Demirel söze, göreve geldiğinden itibaren geçen sürede 7 hükümet değiştiğini, bunun istikrarsızlık demek olduğunu belirterek girdi. Ancak 1980’li yılların başından itibaren devlet, hep anayasal sistemin kurallarına göre işlemişti, burada bir istikrarsızlık yoktu. Bu sistem içinde de kendisi partiler politikası bakımından tarafsız ama cumhuriyeti çerçeveleyen konularda taraftı; "Laik üniter devlet, ülkenin bölünmez bütünlüğü; milletiyle, ülkesiyle bölünmez bütünlüğünde" taraftı.
Öyle anlaşılıyordu ki, Cumhurbaşkanı bu girişten sonra sözünü ettiği o "Bölünmez bütünlük meselesinde neden taraftır" onu biraz daha açacak...
Demirel, sorunlara yaklaşırken, bazılarının ayrıntı gibi saydıkları konularda geniş konuşmaktan yana. Toplumun sorunlara iyi tanı koyabilmesi açısından bu yararlı olabilir. Cumhurbaşkanı daha derine inmek niyetindeydi; indi de:
Siyaset, seçilmiş organlar tarafından yapılan işti. Kurumlar siyaset yapmazdı. Kurumlar görev yapardı. Ama zaman zaman siyaset, kurumları incitmişti. 1996 sonunda, 1997 başında Türkiye’nin karşılaştığı en önemli olaylardan biri, bu çerçevedeki gelişmelerdi.

Bırak Papa’yı

Önümüzde daha hayli zaman var; konuşacak konu da öylesine bol ki... Ancak Demirel yarın başlayacak bayram mesajını da TRT’ye verecek. Yan salonda hazırlık yapılıyor. Benim arzum bir an önce Demirel’in 28 Şubat sürecine girmesi...
O yarım fincan nescafesinden daha bir yudum alamadı. Benim önümdeki kahve fincanının içindeki kahve soğudu. Cumhurbaşkanı akıl almaz bir enerji küpü. TRT mesajından sonra, şu konuştuğumuz salonda bir dizi kabulü var. Demirel’e bu enerjiyi nereden aldığını, bunun sırrını kaç defa sordum ama gene soracağım, alacağım cevabı biliyorum ama olsun.
"Papa’yla aynı yaştasınız, ama geçen gün onu TV ekranında izledim. Beli bükülmüş, yardımsız hareket edemiyor. Siz buna nasıl dayanıyorsunuz?"
Demirel bıyık altından gülüyor ve şöyle diyor:
"Şimdi bırak Papa’yı biz işimize bakalım..."
Sonra kaldığı yerden devam ediyor:
"Ve nihayet Türkiye 1923 yılında var olmamıştır. O güne kadar da bir Türkiye vardır. 1923’te, Türkiye, var olan Türkiye üzerine kurulmuştur."
Demirel, Osmanlı’nın mirasını kastediyordu. Gerçi Osmanlı ile yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin tek ortak paydası vardı: Bu vatan toprakları ve üzerinde yaşayan Türkler...
Ama Demirel’e göre "Üzerinden 75 yıl geçmiş olmasına rağmen birtakım şartlar, alışkanlıklar tümüyle ortadan kalkmış sayılamazdı."
İşin açığı, bir "homojenite", bir uyum sağlanamamıştı. Ancak Türkiye, karşılaştığı ve bedelini ödediği sorunlara karşın, en iyiyi yakalama gayreti içinde olmuştu.

Laiklik meselesi

Sonra Cumhurbaşkanı asıl önemli konuya geldi:
"Tabiri laiklik olarak kullanıyoruz ama, Cumhuriyet’in temelinde olan sadece laiklik değil; laiklik ve çağdaşlıktır; yani modernizasyondur. Dolayısıyla laiklikten bu ülke ayrılmaz. Ama çağdaşlık, aslında çağdaş hukukun kabul edilmesi ve çağdaş yaşamın şartlarına girilmesidir."

Araya girdim ve:

"Yani Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyi" dedim. Demirel doğruladı. Demirel buradan bir yerlere varmak ya da birilerine Çankaya’dan bir mesaj iletmek niyetindeydi.
"Evet muassır medeniyet" dedi. Demirel, Türkiye’nin çok uzak değil 1997’den başlayarak bir uğraşı ısrarla sürdürdüğünü ifade ediyordu. Tanzimat’tan Helsinki’ye giden yolda, "Cumhuriyet, Atatürk’ün o harikulade dehasıyla çağdaş toplumu yarattığı bir istasyondu."
Peki bu arada dini istismar edenler, çağdaşlığın yerine taassubu koymak isteyenler yok muydu?
Cumhurbaşkanı, cumhuriyetin başından beri dine siyaset sokmamaya kalkanların hep olduğunu hatırlattı; "Nitekim büyük Atatürk, kendi arkadaşları Karabekir Paşalar gibi, kurdukları Cumhuriyetçi Terakkiperver Partisi’ni 1925 yılında dini kullanıyorlar diye kapatmıştır!"
Demirel, geçmişle bugün arasında bir bağ kuruyordu. Demirel, son derece ilginç bir örnek daha ekledi; çok partili hayata geçişte, İnönü ile Bayar’ın, din meselesini bu işe karıştırmamak üzerine uzlaştıklarını hatırlattı: "Ben tabii 1950’li yılların bilhassa ikinci yarısından sonraki siyasi hayatı çok iyi bilirim. Siyasi hadiselerin aktörü değildim ama, çok yakınındaydım. Ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinden gelen reaksiyonlara karşı merhum Bayar’ın ne kadar sert tavır takındığının ben şahidiyim."
Demirel doğru söylüyordu. Bayar böyle yapıyordu ama ya rahmetli Menderes?
O koşup, Said-i Nursi’nin elini öpüyor, dini siyasette kullanıyor ve Bayar’la arasındaki soğukluk başlıyordu. Bayar’ı 103 yaşında ölümüne dek çok yakınında izleme imkånım oldu ve gördüm ki, o sonuna kadar Atatürk’e bağlı kaldı ve dinin siyasette kullanılmasına karşı çıktı. Fakat ne yazık ki, demokraside, çok partili hayatta "Dinin siyasete alet edilmesinin miladı 1950’de başlamaktadır". Bu da tarihi bir gerçektir.

Çankaya Köşkü!..

1921’de Ankara Müftüsü ve Müdafaa - i Hukuk Cemiyeti Ankara Başkanı Rıfat Bey -Rıfat Börekçi - ile Ankara’nın varlıklı kişileri, aralarında topladıkları paralarla Çankaya’nın en yüksek tepesindeki evi satın alıp onarttılar ve Mustafa Kemal’e hediye ettiler.
Mustafa Kemal o eve taşındı. İki katlı, tahta kepenkli köşk yavrusu, 1924 yılında Mimar Vedat Bey’in ellerine teslim edildi. Vedat Bey, yapıyı, kabul salonu, çalışma odası, yemek odaları, kitaplık gibi bölümlere ayırdı. Binaya kalorifer ancak 1926’da konulabildi.
Cumhuriyetin ilanına burada karar verildi. Büyük Nutuk burada kaleme alındı.
Bugünkü görkemli Pembe Köşk’ün yapımına 1930’da başlanmıştı. Bu iş için Viyana’dan getirilen Mimar Clement Holzmeister (1886-1983) görevlendirilmişti. Köşk 1932’de bitirilebildi ve Köşk’le bahçeler, lojmanlar ve Köşk görevlileri için özel evler yapıldı. Köşk müştemilatı ile birlikte tam 438 bin 620 metrekarelik bir alanı kaplamaktaydı. İki katlı olan yapı o zamanın Orta Avrupa mimarisinin eseridir. İlk katı çalışma, ikinci katı oturma yeri olarak kullanılmıştır. İlk kattaki mermer direklerle süslü havuz son zamanlara kadar şölen salonu olarak kullanılırdı.
Atatürk’ten sonra gelen bütün cumhurbaşkanları, Köşk’ün bahçesinde bir Atatürk büstü buldular: Sanki asıl sahibini anımsatır gibi...