The Others Başarıdan sonra duraklama

Başarıdan sonra duraklama

15.06.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Başarıdan sonra duraklama

Başarıdan sonra duraklama

Başarıdan sonra duraklama
       Orly davasındaki Türk "uzman tanık"ların ifadeleri, basında ve televizyonlarda geniş yankılar yaptı. Böylece Türkiye, "soykırım" iddialarını ilk defa olarak ayrıntıları ve belgeleriyle yanıtlamış oluyordu.
       Bu, kamuoyundaki etkilerinin yanında, duruşmanın ilerleyişini de kolaylaştırdı. Çünkü Türk tanıkların ifadelerinden sonra artık, sanık avukatlarının 1915'ten bahsetmeye devam etmeleri güçleşmişti. Söz aldıklarında o konuya artık fazla değinmediler. Müvekkilleri Garbisyan, Nayır ve Semerciyan hakkındaki delillerin yetersizliği üzerinde konuşmayı tercih ettiler.
       Böylece, Üç yıl önceki Kilimciyan davasının her aşamasında kendini gösteren "soykırım" iddiasının mahkeme ve jüri üzerindeki baskısı tamamen ortadan kalkmış oldu.
       Sıra Savcı'nın esas hakkındaki iddianamesini okumasına gelince, o da belirtti ki, "soykırım" iddiaları mahkemeyi doğrudan doğruya ilgilendirmemektedir. Sanıkların Orly suikastının failleri olduğu hakkında yeterli kanıt vardır. Garbiçyan'ın "Şef", Semerciyan'ın "lojistik merkez", Nayır'ın da "uygulayıcı" işlevi gördüğü anlaşılmıştır. Bunları belirterek hepsinin en ağır cezaya çarptırılmasını istedi.
       Sanık avukatlarının son savunmalarından sonra jüri, mahkeme heyetiyle birlikte toplantıya çekildi. Duruşma, hafta tatilleri dışında geceli gündüzlü onbir gün sürmüştü. Jüri'nin toplantısı da 7 saat sürdü. Karar 3 Mart günü sabaha karşı açıklandı. Sanıkların üçü de suçlu bulunmuş, Garbiçyan ömür boyu, Nayır 15, Semerciyan 10 yıl hapse mahkum olmuştu.

       Evet, Türk tarafının Orly davasındaki tutumu kendi hesabına çok başarılıydı. Fakat bu başarının bir eksiği vardı: Türk tarafı, Türk tanıkların bu kadar önemli konuşmalar yaptığı duruşmaların tutanağını tutturmayı ihmal etmişti.
       Bunu, Ahmet Sever "Denizi geçtik, derede boğulduk" başlığıyla Milliyet'e yazdığı haberde anlattı:
       Fransız mahkemelerinde resmen tutulan duruşma tutanakları kısa özetlerden oluşuyordu. Konuşulanlar teybe de alınmadığı için, bunları - hukuken gerekli ölçüler çerçevesinde - özetlemek, duruşma katiplerine kalıyordu.. Ama davanın taraflarının, duruşmanın - veya belirli bölümlerinin - tutanağını kelime kelime tutturmaları imkanı vardı. Bu işi, mahkemede de akredite olan stenograf ekipleri yapıyordu. Tabii, ücreti karşılığında..
       Ermeni sanıkların avukatları, başka davalarda olduğu gibi Orly davasında da böyle bir stenograf ekibi çalıştırmışlar ve tam bir duruşma tutanağına sahip olmuşlardı.
       Türk tarafı ise, daha başlangıçta, istenen ücreti pahalı bulmuştu, (Onbir günlük duruşma için yaklaşık 30 bin dolar). Türk tanıkların dinlendiği oturumlar için bile tutanak tutturmaya gerek görmemişti."
       Böylece, o oturumlarda konuşulanların kayıtları - bizim dün yayınladığımız kendi notlarımız gibi - özel olarak tutulan notlarla sınırlı kalmıştı.
       Oysa, Orly davasındaki Türk tarafının kesin üstünlüğüyle sonuçlanan tartışmanın tam tutanakları elde olsa, bunlar bir kitap haline getilirip yayınlanabilirdi. Ermeni lobileri bunu, ilk defa 1921'deki Berlin davasında yapmışlar ve dava tutanaklarından oluşan bir kitabı, bugüne kadar tekrar tekrar yayınlamışlardı. Bu defa - Ermenilerin hiçbir zaman yayınlamayacakları - Orly davası tutanaklarını bir kitap haline getirip yayınlamak, Türkiye'nin işiydi ve Türkiye hesabına büyük bir fırsattı. Bu yapılmış olsa, "Talat Paşa telgrafı"ndan veya "Morgenthau'nun anıları"ndan veya Ermeni istatistiklerinden bahsetmeye devam edenlere cevap vermek için o kitabı göndermek yeterli olacaktı.
       Türk tarafı, Orly duruşmasında bunun dışında her şeyi gereği gibi yaptı ama, bu fırsatı kaçırdı. (Gerçi daha sonra, bu hatayı telafi etmek için, duruşmada tanıklık yapan Türk bilim adamlarından kendi konuşmalarının notları istendi. Bunlar bir araya getirildi. 80 küsur sayfalık bir kitapçık oluşturuldu. Onun da faydası oldu ama, yaptığı etki, tabii kelime kelime tutulmuş bir tutanağın etkisi kadar olamazdı.


       Orly'den sonra şunlar da oldu.. ASALA çöktü. (Sonradan Türkiye'de - "ASALA'yı biz çökerttik" diyen birçok kimse çıktı ama, ASALA'nın çöküşünün temel nedeni, Orly'de uğradığı mağlubiyettir. Orly suikastından sonra Ermeniler arasındaki sempatizanlarının da önemli bir kısmını yitirmesidir.) Ermenilerin dikkati Azerbaycan'la yaptıkları savaşa çevrildi. "Soykırım" iddiaları eski yoğunluğunu kaybeder gibi oldu. Bu da Türkiye'de bu iddialara karşı yürütülmeye başlayan çalışmaların hızını kaybetmesine yol açtı.
       Oysa o iddialar, ASALA terörünün sonucu olarak artık mahkeme önlerine çıkmasa bile, Amerika'dan Avustralya'ya kadar uzanan siyasal zeminlerde işlenmeye devam ediyordu. Zaten devam etmesi kaçınılmazdı. Çünkü Ermenistan devletinin temel ilkelerinden biri de oydu.
       Tabii, Türkiye'nin de, "siyasal zemin"lerdeki bu faaliyete karşı, Orly davasında gösterdiği dikkati göstermeye devam etmesi gerekiyordu.
       Aradan geçen zaman gösteriyor ki, bu, gereği gibi yapılamamıştır. Son olarak da işte, Fransız Milli Meclisi'ndeki "Soykırım Yasası" konusuna hazırlıksız yakalanılmıştır. Oysa, son Fransız seçiminden önceki seçim kampanyası sırasında da belliydi ki, Ermenilerle ilgili konularla öteden beri çok yakından ilgilenen Sosyalistler, eğer çoğunluğu elde ederlerse, bu yolda bazı girişimler yapacaklardır. Kampanyadaki konuşmalarında bu konuda açık vaatlerde bulunmuşlardır.
       Türkiye, seçimlerden sonraki Sosyalist Fransız hükümetiyle ilişkilerine başlarken, bu konudaki duyarlılığını herhangi bir şekilde hatırlattı mı,belli değildir.
       Ayrıca, geçen Şubat ayında Cumhurbaşkanı Demirel'in Paris ziyareti vardı. O da, bu duyarlılığın belirtilmesi için bir fırsattı. O ziyarette iki ülke arasındaki dostluk ilişkilerinin her zamankinden daha güçlü hale geldiğini vurgulayan açıklamalar yapılmıştır. Fransa'nın - özellikle Lüksemburg zirvesinden sonra - Türkiye'ye "en yakın" Avrupa ülkesi sayıldığı belirtilmiştir. Ama bu açıklamalar yapılmadan önce, o fırsat kullanılmış mıdır, o da belli değildir.
       Kısacası: Fransız Meclisi'ndeki "Soykırım" iddiacıları, planladıkları Yasa taslağını, Türkiye'nin dolaylı da olsa herhangi bir ciddi tepkisiyle karşılaşmadan rahatça hazırlamışlar, onlarca kişiye imzalatmışlar ve Fransız hükümetinden de herhangi bir engel görmeksizin Meclis gündemine sokmuşlardır.
       Oysa, Fransız hükümeti, bunu kendi Anayasasındaki imkanlarla önleyebilirdi. Tabii, eğer bunun Türk - Fransız ilişkilerini temelinden sarsacağına inansaydı (veya inandırılabilseydi)..

       Fransız hükümeti, bunun yerine, 29 Mayıs'taki Meclis görüşmelerine konuyla ilgisi olmayan bir Devlet bakanı gönderip "Tavşana kaç, tazıya tut" siyaseti izlemiştir. Bakan (Jean Pierre Masseret) Meclis'in işinin başka, hükümetin işinin başka olduğunu belirterek hükümetin bu yasa taslağını sadece "not ettiği"ni lehinde veya aleyhinde bir vaziyet almadığını belirtmiştir. O arada "Ama, tarihi olaylar kanunlarla düzenlenebilir mi?" diye sorarak, Türkiye'yi de kollarmış gibi sözler söylemiş, fakat Meclis'in her kararına saygılı olduğunu vurgulamayı da ihmal etmemiştir.
       577 üyeli Fransız Meclisi'nin o günkü oturumuna gelen milletvekili sayısı 29'du. Ama bu, tabii, yasaya taraftar olanların azınlıkta olduğu anlamına gelmiyordu. Türkiye'nin de Meclis'inde olduğu gibi, bu gibi tartışmalı yasaların görüşüldüğü oturumlara katılmamak, o yasaları "zımnen desteklemek" veya en azından o yasalara karşı "bir itirazı olmamak" demektir. Bu bakımdan o 29 kişinin kararı, elbette çoğunluk kararı sayılır.
       Peki ne konuştular?
       Fransız Meclisi'nin 29 Mayıs'taki toplantısının tutanağını getirip baktık. 23 sayfalık tutanakta 21 milletvekili söz almış. Yani orada bulunanların çoğu zaten konuşmacıymış.

       Konuşmaların çoğu, Kilimciyan davasından söylenenlere paralel iddialar içeriyor. Hatta, o iddiaları da az bulup daha aşırılarını ortaya atan Fransız milletvekilleri de var. Mesela Komisyon Raportörü Rene` Rouqet, en militan Ermenilerin bile artık vazgeçtiği bazı eski abartmaları yenileyerek "Osmanlı İmparatorluğunda öldürülen Ermenilerin sayısını açık arttırmaya çıkarmış." Buna göre Osmanlı İmaparatorluğu'nda "Ermenilerin yokedilmesi amacıyla" işlenen fiiller, sadece 1915'teki "İttihatçı hükümetin emriyle 1 milyon 500 bin Ermeni'nin öldürülmesi" değilmiş. 1894 yılında "Sultanın emriyle" uygulanmasına başlanan katliam hareketlerinde de 200 binden fazla Ermeni öldürülmüş..
       (NOT: 1894'te ve daha sonraki yıllarda Osmanlı İmparatorluğu'nun doğusundaki bazı yerlerde büyük devletlerce desteklenen Ermeni çetelerinin çıkardığı olaylar baş göstermiştir. Bunlardan bazısı, Ermenilerle Türk veya Kürt müslüman nüfus arasında yerel çatışmalar şeklinde gelişmiştir. Bir kısmı - "Sason isyanı" gibi - devlet kuvvetlerine isyan haline dönüşmüştür. Bunlarda Ermeni, Türk, Kürt nüfustan da, devlet kuvvetlerinden de ölenler olmuştur. Fakat bu olaylarda ölen Ermenilerin toplam sayısı, bir kısmı yabancı devletlerin konsolosluk raporlarına da geçmiş bilgilere göre - 200 bin bir yana - 20 bini aşmamaktadır. Raportörün iddiası, çatışma veya isyan çıkan yerlerdeki toplam nüfusun - Ermeni kaynaklarına da yansıyan - istatistikleri karşısında gülünçtür. Kaldı ki,, olaylarda ölen türklerin ve Kürtlerin sayısı da Ermenilerden fazla geri kalmamaktadır.

       Gerçi bu milletvekili, bu iddiasını "tarihçilerin çalışmaları"na dayatıyor. Evet, 200 bin gibi rakamları daha önce de ortaya atan bir kaç kişi vardır. Ama Nalbandyan, Pastırmacıyan, Misaskiyan adlarını taşıyan bu zevat ile onların rakamlarını kullanan bir - iki batılı yazarı "tarihçi" saymanın imkanı yoktur).
       Bir başka milletvekili (Jean - Paul Bret) ASALA terörizmini haklı bulduğunu ilan etmiş.. Demiş ki:
       -"Avrupa'da Amerika'da Ermeni asıllı erkekler ve kadınlar silaha saldırdılar. Soykırımın tanınması için öldürdüler. Çünkü susmak artık savunulamaz bir tavır haline gelmişti.
       1980'li yılların başlarında Türk devletinin temsilcileri öldürüldü. 1983'te Orly'de Türk Hava Yolları'nın bankosu önünde, suçsuzların hayatına malolan bir bomba patladı.
       Evet, işte, 61 yıl sonra, şiddete karşı şiddet.. Varılan nokta bu.. Bir soykırım olayı karşısında susmanın sonucu bu.."
      
Bu "sonucu" değiştirmenin çaresi de, bu milletvekiline göre, "Bu bir soykırımdır" yasasının kabul edilmesi. Yoksa terör sürecek.. O terörü de normal saymak icab edecek.
       Yani, "Ya yasa, ya terör".. Meclis, yasayı kabul etmezse teröre razı olacak..

       Terörü böylece meşrulaştırıp bir yasa çıkarma silahı olarak kullanan bu milletvekilinden sonra, bir başkası (Rolan Blum), 1915 olaylarını Alman Nazilerinin "Holocaust"uyla aynı kefeye koymuş. "Almanlar yahudileri soykırımıma uğrattıklarını nasıl kabul ettilerse Türkler de kabul etmeliler"miş..
       Niçin? 1915'teki Osmanlı hükümetinin, Alman Nazilerininki gibi, "bir ırkı yoketme" amacıyla hareket ettiğini gösteren hangi belge, hangi maddi kanıt, hangi tutanak ve hangi - mantığa uygun - izah tarzı var ki, Türkler bunu kabul etsin? Alman Nazilerinin ise amaçları da uygulamaları da, başlangıçtan beri tüm belgeleri ve kanıtlarıyla ortada.. Yahudi ırkını ırk olarak imha etmek istediklerini açık açık söylemişler, yazmışlar.. 1915 olaylarının bununla ne ilgisi var?
       Blum adındaki milletvekili bunları izah etmemiş ama Türklere "Almanları örnek alın" nasihatını vermekte ısrar etmiş..
       Konuşmacılardan bir başkası Patrik Deveciyan... Ermeni asıllı bu hukukçu, 1982'deki Kilimciyan davasında sanık avukatlığı yapmıştı.. RPR'den milletvekili seçilişi daha sonraydı. Sosyalist Parti'nin öncülük ettiği yasa teklifini sağ partilerin de desteklediğini söyleyerek teatral bir giriş yapmış:
       "Bu Meclis'te, bugün, bu teklif karşısında artık "sağ - sol" diye bir şey yok. Burada ezeli ve ebedi Fransa var" demiş. Bilinen "Soykırım" tezini uzun uzun anlattıktan sonra, hükümet sözcülerinin 1915 olaylarıyla ilgili beyanlarında "Soykırım" sözcüğünü kullanmamalarını eleştirmiş.. Demiş ki:
       "Bu yasa teklifinin görüşmelerine, hükümet hiyararşisinin en alt basamağında bir bakanı göndermişlerdir. Anlaşılıyor ki, Türkiye'yle ilişkilerini zedelemekten çekiniyorlar. Bizde de şu endişeyi uyandırıyorlar: Sakın bu yasa teklifi buradan Senato'ya giderken yolda kaybolmasın.."
       Böylece, yasanın Senato'da görüşülmesinin gecikmesine karşı tepki göstereceğini peşin olarak ilan etmiş.. Sonra da Türkiye'ye:
       "Fransa'nın sözünü dinleyin" tavsiyesinde bulunarak şöyle demiş:
       "Ermeni soykırımını kabul edin. Böylece, kendi hastalığınızdan kurtulursunuz. Ermenilere yaptığınızı başkalarına da yapma dürtüsünden kendinizi kurtarmış olursunuz. Bunu söylerken Kürtleri ve Kıbrıs'ı düşünüyorum. Madem ki Türkiye Avrupa'ya girmek istiyor. Buna, onun değerlerini benimsemekle başlamalıdır. Evet, Ermeni soykırımını tanımak Türkiye için bir kurtuluştur. Elindeki kanı temizlemenin tek yolu budur."


       YARIN
       SENATO VE BUNDAN SONRASI