The Others İç savaş içimizde

İç savaş içimizde

11.07.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

İç savaş içimizde

İç savaş içimizde

Buket Uzuner'in Kumral Ada Mavi Tuna romanını okuyunca sarsılacaksınız

Farkında olmak galiba en önemlisi. Seyirci kalmamak, hayatın içinde olmak galiba iyileşmek. Eğer iyileşmek diyorsak buna. Kimlik sorunuyla başlıyoruz, romandaki iç savaşın en önemli kısmı bu.

Buket Uzuner'i 1993 Yunus Nadi Ödülü alan Balık İzlerinin Sesi, yahut Su Samurlarının Aşkı, Şairler Şehri gibi roman ve öykülerinde gerçeküstü tadları olan, bireyliği ve hayal gücünü araştıran yazarlığıyla tanıyoruz. Ama son romanı Kumral Ada, Mavi Tuna'da bu ögelerin yanında çok keskin bir de toplumsal eleştiri çıkıyor karşımıza. Trajik bir aşk öyküsünü, Türkiye'yi kasıp kavuran bir iç savaş senaryosuyla iç içe anlatıyor bize. Yaşadığımız karabasanı sanatla, sevgiyle ve cesaretle nasıl dönüştürebileceğimizin ipuçları var romanda. Önemli bir şairimizin portresi ve daha nice gizli tadlarla birlikte...

*Türkiye hakikaten bir iç savaş eşiğinde mi sizce?
Bence bir iç savaş yaşanıyor, ama adını koymaktan korkuyoruz, çünkü çok zor yüzleşmek. Beni bu kitabı yazmaya iten en önemli dürtülerden biri de buydu. Her gün basında kaç kişinin öldüğü aktarılıyor, "ölü olarak ele geçirildi" diye bana dilbilgisi açısından çok tuhaf gelen bir cümleyle...Bu insanlar bizim insanlarımız, bunlar başka pasaport taşımadıklarına göre içeride insanlar savaşıyor.
*Evet ama kitap sadece Güneydoğu sorunuyla ilgili bir roman değil?
Değil ama o da var içinde; Anadolu'nun bir bölümü de var, neresi olduğunu bilmiyoruz ama romanın önemli bir bölümü orada geçiyor. İç savaşın bildiğim başka dillerde Türkçe'deki gibi metaforik bir anlamı yok, iç savaşın insanın kendi içindeki savaş anlamına da kullanıldığı çok açık burada. Kimlik sorunuyla başlıyoruz, romandaki iç savaşın en önemli kısmı bu. Ben neredeyim, nereliyim, Ortadoğulu muyum, Akdenizli miyim Asyalı mıyım diye başlayan bir kimlik sorgulaması zaten bir iç savaş meselesi.
*İçimizdeki kimliklerin çatışmasını mantıksal (hatta mantıksız) sonucuna götürerek bir karabasan yaratıyorsunuz. Kendimize gelmezsek bu karabasan gerçek olabilir mesajı var mı romanda?
Ben bu karabasanı zaten yaşadığımıza inanıyorum şu anda. İç savaş derken ille Arnavutluk'taki gibi sokağa dökülmek gerekmiyor. Kitapta alıntı yaptığım Ayzenberger bunu çok güzel tanımlıyor: Mesela çok zenginler belli bölgelere çekilirler, özel korumaları vardır, oralar özel kurtarılmış bölgelerdir ve bu iç savaş belirtisidir diyor; o kadar büyük bir zenginlik ve yoksulluk farkı, o kadar büyük ideolojik farklar vardır ki, insanlar belli yerlere kendilerine benzer kişilerle çekilip, küçük ülkeler yaratırlar. Gecekondu bölgeleri de böyle. Sultanbeyli'ye baktığınız zaman herhalde kişi başına düşen en fazla cami orada. İşte, Beykoz konaklarına gittiğiniz zaman, başka bir ülkedesiniz sanki. Bütün bunlar iç savaş tanımına uyuyor. Tabii bize öğretilen iç savaş, insanların eline silah alıp Arnavutluk'taki gibi takır takır çarpışmaları, zaten romanın kahramanı Tuna da onu soruyor devamlı, böyle olması gerekmez mi diye.
*Tuna'nın seferberlik ilanıyla askere alındığı noktadan başlayan iç savaş gerçek mi, yoksa Tuna'nın iç dünyasında oluyor da, akıl hastahanesine mi yatırılıyor, ben karar veremedim. Okurun romanın sonunda bu kararı vermesi önemli mi sizin için?
Hayır, çünkü herkes romanın sonunu yeniden yazıyor zaten. Şu anda okurken ne düşündüğünüz önemli bence. Belki hepsi doğru. Ben kişisel olarak hepsini yaşıyorum. Bazen deli olduğuma inanıyorum. Bu kadar çılgınlığın ortasında ben hala bu ülkede olmayı seviyorum ve hala canımı kurtarmak için kaçmak gibi bir duygum bile yok. Her akşam televizyonda haberlere koşmak mesela; yerleşik demokrasinin olduğu ülkelerde böyle bir şey yok. Ama biz Columbo yahut Uzay Yolu filmlerini izler gibi haberlere koşuyoruz, ne olacak diye. Artık öyleyiz, yapımızı değiştiremeyiz ve çok düzenli bir ülkede de rahatsız oluyoruz, bu hareketliliği bulamıyoruz. Bu bir anlamda hastayız anlamına da geliyor tabii.
*Romanın sonunda herkes biraz dönüşüp iyileşiyor, ama iç savaşın sonu yine de belirsiz; neden öyle?
Çünkü devam ediyor her şey. Galiba da hep devam edecek. Hiç bir şeyin kesin bir çözümü yok hayatımızın içinde de. Ama biz duruşumuzu değiştirebiliyoruz. Tuna da öyle yapıyor. Tuna baştaki o kararsız ve çok kırılgan duruşunu değiştiriyor. Bundan sonra ne yapacağını biliyor.
*Bir bakıma, kimi sevdiğine karar vermek yahut hayatındaki büyük bir yanlışı değiştirmek bile, şu korkunç politik, toplumsal kargaşanın iyileşmesine bir damla katkıdır mı diyorsunuz?
Evet. Mesela düşünce özgürlüğüne sahip olmalıyız diyen bir yazar bu yüzden bile bile gidip hapise giriyorsa, işte Tuna'nın verdiği karar da o. Sevdiği kadın Ada belki onu yine reddedecek, bilmiyoruz. Belki Ada henüz aşamadı bu sorunları, ama Tuna artık ne istediğini biliyor, karşı duracak gücü de var ve farkında. Yani farkında olmak galiba en önemlisi. O farkında değildi bir çok şeyin ve geldiği gibi seyir ediyordu. Seyirci kalmamak, hayatın içinde olmak galiba iyileşmek. Eğer iyileşmek diyorsak buna.
*Bireysel ve özel olan da politiktir diyorsunuz?
Evet, kesinlikle öyle diyorum.
*Ama kitaptaki gibi bütün fanatik şeriatçılar gidip bir Alevi'ye aşık olmayacaklar, herkes önyargılarından kurtulmayacak...
Ama bir dönüşümden de geçecek, başka çaresi yok. Öyle şeyler var ki hayatta, diretiyor bunlar. Ortaçağ'dan sonra Rönesans yaşamış bir Avrupalı geri dönmüyor. Akıl çok önemli. Aklın aydınlığı bir defa bulaştı mı, kimse geriye dönemiyor.
*Aklın aydınlığı da iyi kötü bulaştı mı bize diyorsunuz?
Evet, bulaşmayanlara da bulaştıracağız. Aklın aydınlığıyla onları ikna edeceğiz. Bir defa aydınlandıktan sonra onlar zaten böyle bir şeyi nasıl yapmışız diyecekler. İlle başka bir mezhepten, dinden birisine aşık olmaları gerekmiyor. Aşık oldukları insanın dinini değiştirmeye ihtiyaç duymayacaklar mesela. Ben orada ideolojik bir yaslanmadan çok aşkı uygun gördüm çünkü hepimizin içinde o sıradışı kimlik vardır, ben ona inanıyorum, oraya birisi dokunur, o kişiye rastladığınız an büyük bir dönüşüm olabilir.
*Ama Türkiye'yi bölen çatışmalar arasında bir öncelik dayatılıyor bize, irtica PKK'dan daha büyük tehdit deniliyor, sizin böyle önyargılarınız yok?
O hiç bir zaman olmadı bende. Öğrencilik yıllarımda sağcılık ve solculuk çok gündemdeydi; en önemli sorunun Türkiye'nin rejim değişikliği olduğunu söyleyen arkadaşlarım vardı, çok zeki insanlardı. Ben onlara kadın sorunun da, aşk konusundaki devrimin de önemli olduğunu söylerdim ve hiç beğenilmezdim. Hala aynı düşünüyorum. Hepsi çok önemli, birinin ucunu bırakamayız, zaten iç içe çözülecek hepsi.
*Peki, üç darbe geçirmiş ve gene ordunun vesayetinde kırık dökük demokrasisini sürüklemeye çalışan bir ülkede, silahlı kuvvetleri ele alan bir roman yazmak, askeri övmek ya da yermek ikilemiyle boğuşmak tehlikeli gelmedi mi size?
Tabii ki tehlikeli geldi ama bu soruları aşmam gerekiyordu. Bunun bir şekilde konuşulabileceği bir döneme denk düştü benim yazarlık hikayem, o yüzden şanslı buluyorum kendimi. Hepimiz eğitimden geçiyoruz, şu anda ordu da demokrasi dersi alıyor. Ordunun da şeffaflaşma geçirdiği bir dönemde yaşıyoruz. Her ülkenin ordusu için tabu olan bir şey vardır. Onları eleştirirken eğer tek yanlı değilseniz o kişiler size yardımcı oluyorlar. Çevremizde, hepimizin ailesinde subay var; neden sanat dendiğini bir türlü anlamadığım savaş sanatı tarihine baktığınızda daima Türklere geniş yer ayrıldığını görüyorsunuz. Bundan gurur mu duymalıyız, üzülmeli miyiz? Bunu okura bırakıyorum. Ama askere düşman olamayız. Askerin daha politikanın dışına çekilmesini sağlayabiliriz, bu da konuşarak olur ve şu anda bunu konuşabileceğimiz bir özgürlük ortamı var. Bıçak sırtı gibi görünse de, şanslı bir dönem bence, o bıçak sırtından düşmeden geçilebilir, göreceğiz...

*Romanda çok önemli bir karakter olan şair Doğan Gökay'ın bir sözü var: "Biz yazarlar ve şairler insanları iyileştirmeyiz, uyarır ve silkeleriz; bu da bazen daha fenalaştırıcı etki yaratabilir, dayanıklı olanlar daha sonra kendi kitaplarını yazarlar" diyor. Bu sizin de düşünceniz mi?
Eğer bir yazar yazdıklarıyla sizi silkelemiyorsa, beni bir yerlere alıp götürmüyorsa, bütün değerlerimi tekrar düşünmemi sağlamıyorsa, o sadece eğlence oluyor. Tabii öyle kitaplar da olmalı ama bir edebiyat eserinde benim aradığım şey o. Çünkü okumak bir eylem. Kendimizle yüzleşmeye başlıyoruz, yazar bize bir çimdik atmış oluyor. Ben öyle yazarları seviyorum.
*Okurlarınız da sizi bu tahrik edici yanınızla mı seviyor?
Bunu arayan insanların zaten ortak bir özelliği var. Bir şeyler yapmak, hayatlarını dönüştürmek enerjisine sahipler. Ama ya bir yerlerde sıkışıp kalmışlar, ya da çok yalnız olduklarını sanıyorlar. Birisinin dürtmesine ihtiyaçları var.
*Romandaki şairin kimliği çok şeffa aslında, Attilla İlhan'ın bir portresini çizmişsiniz ve romanı da ona ithaf etmişsiniz. Sizi dürten yazarların başında mı geliyor Attilla İlhan?
Attilla ilhan'dan esinlenilmiş bir karakterdir, doğru. Attilla İlhan benim hayatımda çok önemli birisi, sadece bir yazar ve şair değil, bir gurur diyebilirim. Çok erken bir yaşta ona rastlamış olmamı bir şans olarak görüyorum. Yazarlık kimliğimde çok etkisi var ama bir kadın olarak da bana çok etkisi oldu. Bürokrat Ankara'nın ortasında, o müthiş tutucu dönemde, katı sağcılığın ve solculuğun yaşandığı bir ortamda, kadınların şıklığından ve güzelliğinden söz edebilen, incecik konularda fikir beyan eden ve bunu çok zarif bir şekilde yapan bir insandı. Böyle başka bir örnek yoktu çevremizde. Bence yaşayan en iyi türk şairi o. Ama daha da önemlisi yaptıkları ve söyledikleri bu kadar paralel olan bir insana rastlamadım. O benim bütün sevgililerimden daha çok sevdiğim, imkansız sevgilim. Ve bize daima şunu söylemiştir: Yazarlık sadece yetenekle ilgili bir şey değildir, çok disiplinli olmak ve çok ciddiye almaktır. Böyle birisinin bana bunu söylemesi en zor zamanlarımda çok yardımcı oldu.
*Sizi bu denli etkileyen başka yazar var mı?
Sevgi Soysal böyle bir yazardır benim için; bir yerlerden çıkar, kulağınızı çeker. Onun yazdıkları çok özneldi ve cesurdu, edebiyatımızda ilk denilebilir bu açıdan. Renkliliği, cesareti ve rahatlıkla öznel olabilmesi beni etkilemiştir. Bence iyi bir edebiyatçı mutlaka otobiyografik olmalı; ille gözüne sokarak anılarını yazmak değil, ama bundan kaçmamalıdır. Bizde anılarda, günlüklerde bir Tomris Uyar açık sayılır, biraz da Cemal Süreya öyleydi ve tabii Tezer Özlü. Kendi açıklarını ve yanlışlarını anlatması, yazarlığın mutfağını göstermesi; biyografi okumanın amacı da odur zaten, sevilen kişiye daha yakın olmak. O anlamda çok büyük bir otobiyografi sıkıntımız var bence.