Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin 76. kuruluş yıldönümünü kutluyoruz. Cumhuriyet'in 76. yılında en çok tartışılan, farklı şekillerde yorumlanan konulardan biri de Cumhuriyet'in laiklik anlayışı ve temelleri. Türkiye'nin en önde gelen sosyal bilimcilerinden biri, bir halkbilim araştırmacısı olan ve halen ABD'nin Indiana Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. İlhan Başgöz, Cumhuriyet'in 75. yılı dolayısıyla 10 - 12 Aralık 1998'de Ankara'da düzenlenen "Bilanço 1923 - 1998" başlıklı uluslararası konferansa sunduğu "Türkiye'de Laikliğin Tarihsel ve Sosyal Kökenleri" başlıklı bildiriyi (biraz kısaltarak) dikkatinize getiriyoruz. Konferansa sunulan bildiriler Türkiye Bilimler Akademisi, Türk Sosyal Bilimler Derneği ve Tarih Vakfı tarafından iki cilt halinde yayımlandı.
Türkiye Cumhuriyeti'nde laiklik din ile devletin ayrılması değildir. laiklik ilkesinin 1920'lerde ortaya çıktığını ve güçlü bir liderin iradesi ile hayata aktarıldığını sanmak da yanlıştır. türkiye Cumhuriyeti, diyanet İşleri Başkanlığı'nı Başbakanlık'a bağlayarak, dini devletten ayırmamış, dini devletin kontrolü altına koymuştur.
Türkiye Cumhuriyeti'nin laikliği, Şeriat kurallarının, din ilkelerinin ve dinden kaynaklanan tek yönlü sosyal baskının toplumun üzerinden kaldırılmasıdır. Bu anlayış birbirini tamamlayan bir dizi reformla hayata geçirilmiştir.
Bu reformlar şunlardır: Hilafetin kaldırılması; eğitim kurumlarının Milli Eğitim Bakanlığı'nda birleştirilmesi; medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması;
devlet okullarından din derslerinin, Arapça ve Farsça öğretiminin çıkarılması; kadına erkekle eşit haklar sağlayan Medeni Kanun'un kabulü; kızlarla erkekleri ayıran eğitime
son verilmesi; Arap alfabesinin, Hicri tarihin, hafta sonu tatilinin değiştirilmesi; camilerin dışında dinsel kıyafetlerin yasaklanması; fesin yerine şapkanın giyilmesi, ezanın Türkçe okutulması ve anayasadan "Devletin dini İslamdır" maddesinin çıkarılması.
Türk laikliği bu reformlardan oluşan bir bütündür. bunların hepsinin tek bir hedefi vardı: Devlet idaresinin, politikanın, sanatın, edebiyatın ve toplumsal değişimin kendi kanunları içinde, serbestçe gelişmesini sağlamak; bunlar üzerinde dinden gelen sınırlayıcı ve yön verici bir ağırlık tanımamak.
Cumhuriyet'in laikliği, toplum hayatına baskı koymadıkça, kişinin din hayatına kesinlikle karışmamış, dua ve törenlere hiçbir kayıt getirmemiştir. Köylerde ise, Cumhuriyet daha hoşgörülü davranmış, kendi koyduğu yasağı delerek, köy okullarında din dersleri okunmasına müsaade etmiştir.
1938 yılı Köy İlk Mektepleri Müfredat Programı'na göre, bu okullarda öğrencilere haftada bir saat din dersi verilmekte, bu derslerde Tanrı'nın birliği, tarih gerçeklerine bağlı kalınarak Peygamber'in hayatı ve çağdaş bir yorumla Müslümanlık ilkeleri okutulmakta idi.
Müslümanlığın çağdaş ilkeleri şunlardı: Kimsenin dinine ve inancına karışmamak, çok çalışmak, hayırlı insan olmak, başka insanlarla iyi geçinmek, sahtecilik yapmamak, kadercilikten ve bağnazlıktan uzak durmak.
Bir Müslüman devleti olan Osmanlı İmparatorluğu'nda kuramsal olarak Şeriat'tan başka kanun olmamalı idi. Bir müslüman hükümdar, ister halife, ister sultan olsun, kanun koyucusu olamaz, ancak İslam kanunu olan Şeriat'ın uygulayıcısı olabilirdi. Ama Osmanlı Devleti'nde, Şeriat hukukunun yanında, ondan ayrı bir hukuk sistemi de gelişmiştir. Hukuk - u Örfi veya Hukuk - u Sultani denen bu sistemi oluşturan kanunları Osmanlı sultanları çıkarıyordu. Bu uygulama Selçuklular'da da vardı ve temelini Türk uluslarının adet ve geleneklerinden, yani yasadan alıyordu.
"İslam kisvesi altında Türk hükümdarı, kendi iktidarına ortak veya onun üstünde bir otorite tanımayan mutlak karakterini muhafaza etmiştir" (H. İnalcık). "İslam dinine en riayetkar sayılan Türk hükümdarları bile devlet otoritesini her şeyin üstünde tutmuştur" (F. Köprülü).
Nazari olarak , sultanın kanunlarının Şeriat'a aykırı olmaması gerekirdi. Ama daha Kanuni Sultan Süleyman devrinden başlayarak Şeriat hukuku ile sultanın hukuku arasında ayrılıklar, hatta zıtlıklar belirmiştir... Şeriat, hırsızlık yapanın elinin kesilmesini emrettiği halde, Osmanlı kadıları hırsızlık davalarında genellikle para cezası vermişlerdir.. Dini devletin kontrolü altına veren Türk laikliği, yalnız bu noktadan bakınca, Osmanlı uygulamasına benzemez değildir.. Bununla Osmanlı İmparatorluğu'nun laik bir devlet olduğunu söylemek istemiyorum. Orada Şeriat hükümleri ve dinsel inanışlar, özellikle büyük kentlerde sosyal ve kişisel hayatı tümü ilye kontrol ediyordu... Ama bu çifte kanun sisteminin Türk laiklik ilkelerinin kabulüne yardımcı olduğu açıktır...
Osmanlı Devleti laik değildi, ama laikliği yukarıda tarif ettiğim gibi anlayınca, orada, 200 yıldan beri laikliğe doğru adım adım, ama sürekli bir gelişme yer almıştır. Bu gelişme 18. yüzyılda askeri okullar ile başlar. Orduya yeni yöntemlerle eğitilmiş subaylar yetiştirmek için açılmış okullarda derslyerin ve ders kitaplarının seçiminde, öğretmenlerin atanmasında, yeni eğitim ve öğretim metodlarının uygulanmasında Şeriat makamlarına ve dinin sosyal baskısına yer verilmemiştir.
Hukuk alanında gelişme daha belirgindir. 1840'da kabul edilen Ticaret Kanunu, 1858'de kabul edilen Osmanlı Ceza Kanunu ile Şeriat mahkemelerinin yanında Batı'dan alınan yeni bir hukuk ve mahkeme sistemi gelişmeye başlamış ve gittikçe daha büyük ölçüde Şeriat hukukunun yetki alanını daraltmıştır.
Bu yeni hukuk sistemi ile borç verilen paraya faiz esası getirilmiş (demek ki faiz daha o vakit haram sayılmıyormuş); şarap içenlere sopa çekilmesi, eşkiyanın asılması, zina yapanların taşlanarak öldürülmesi gibi uygulamalar kaldırılmıştır..
Ama laikliğe doğru en önemli adım, İttihat ve Terakki idaresince alınmıştır. İttihat ve Terakki hükümeti, Ziya Gökalp'ın fikir babalığını yaptığı bazı önerileri, I. dünya Savaşı yıllarında kanunlaştırmıştır. Bu kanunlarla Şeyhülislam, hükümet üyesi olmaktan çıkarılmış; ilkokullar Şeriat makamlarının elinden alınıp Milli eğitim bakanlığı'na, Şeriat mahkemeleri de Şeyhülislamlık'tan ayrılarak Adliye Nezareti'ne bağlanmıştır. 1917 yılında kabul edilen bir kanunla imam nihakının tümden bağlayıcı niteliği sınırlandırılmış, kadına da kocasını boşama hakkı tanınmıştır.
Laikliğin sosyal hayatımızda kökleri var
Cumhuriyet daha kurulmadan dinin ve Şeriat'ın yön verici etkileri toplum kurumlarından ve devletten belli ölçüde çıkarılmış, laiklik hareketi önemli bir yol almıştır.Yukarıda kısaca belirttiğim tarih gelişmeleri Türkiye Cumhuriyeti daha kurulmadan dinin ve Şeriat'ın yön verici etkilerinin, toplum kurumlarından ve devletten belli ölçüde çıkarılmış olduğunu, yani laiklik hareketinin önemli bir yol aldığını göstermektedir.
Türk halkının sosyal hayatına gelince, orada laiklik anlayışının daha eski ve güçlü kaynakları vardır. İlkin, bir kent dini olan ve cami - medrese kanalı ile yayılan Müslümanlık, köy ve konar göçer aşiretlerin hayatına hiç bir zaman damgasını tümden vuramamıştır. Köy ve aşiret toplumları ne Şeriat kanunlarına, ne Hukuk - u Örfiye'ye bağlı kalmışlar, anlaşmazlıklarını, kendi geleneksel hukuk kuralları içinde çözmüşlerdir. Şeriat kız çocuklara mirastan erkek çocuklarının payının yarısını veriyordu. Medeni Kanun mirasın kız ve erkek çocuklar arasında eşitçe bölünmesi esasını getirdi. Ama güneydeki Türkmen oymaklarında her iki uygulamaya da uymayan hukuk kuralları oldu.
Bugün nüfusumuzun üçte birinden fazlasını oluşturan Alevi vatandaşların dinsel inanışlarında, töre ve törenlerinde Şeriat kuralları uygulanmamıştır. Onlarda yargılama ve adalet dağıtma kutsal törenlerin, Cem ayinlerinin bir parçasıdır.
Katı din görüşlerinin halkın hayatını kontrol edememiş olması, Anadolu'nun müslüman ve Hıristiyan halkını birbirine çok yaklaştırmış, onların her alanda kolayşca işbirliği yapmasını sağlamıştır.
Macar halk edebiyatı bilgini Ignaz Kunoş, 1885'te İstanbul'u ziyaret eder ve Şehzadebaşı'nda dolaşır. Onun 1926 yılında İstanbul Üniversitesi'nde verdiği konferanstan şu parçayı aktarıyorum:
"Gel Şehzadebaşı'ndaki sakin kahveler. Direklerarasındaki kıraathaneler... Biri söylerse öbürü dinler. Akşam da oldu ikindi, mumlar şamdanlara dikildi. Şerefeye çıkmış müezzinler, Kıble tarafına dönüp ellerini yüzlerine örtüp ince ince
ezan okumaya başladılar: Yoktur tapacak / Çalabdır ancak."
Demek ki ezanın Türkçe okunması da Atatürk devrinin icadı değilmiş. Daha 1880'lerde Şehzadebaşı'nda ezanı, hem de 13. yüzyıl Türkçesinden alınan sözcüklerle, türkçe okuyan müezzinler varmış.