The Others Savaşmadan barış yapamaz mıyız?

Savaşmadan barış yapamaz mıyız?

26.05.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Savaşmadan barış yapamaz mıyız?

Savaşmadan barış yapamaz mıyız

Yunan asıllı Fransız yönetmen Costa Gavras barış girişimi için İstanbul'da

*Birbirine bu denli benzeyen ve aynı kültürü paylaşan ve bir araya gelince birbirlerini seven Yunanlıların ve Türklerin haline ne diyorsunuz?
Doğru bir söz söylediniz: Bir araya gelince birbirlerini seven iki toplum söz konusu. Ancak birbirlerine yaklaşmıyor ve yaklaşmak için de bir şey yapmıyorlar.
Türkiye hakkında tarihsel değil, imgesel anılarım var. Savaştan tam sonraydı, on yaşlarında falandım. Türk cumhurbaşkanı Atina'ya geldi. Orfe adlı bir sinemanın karşısındaydı okulum. Sınıfları boşalttılar, bütün arkadaşlarımın ve benim elime Türk bayrakları verildi. Bayraklarımızı sallayarak, "Yaşasın Türkiye!" diye bağırıyorduk. Herkes Türklerle dostluktan söz ediyordu, tüm düşmanlıklar unutulmuştu, sonsuz bir sevgi rüzgarı esiyordu Atina sokaklarında.
Demek istediğim, eğer bir barış isteği varsa, bir yakınlaşma arzusu olursa, herşey unutulur. Benim babam, Sakarya'da savaşmıştı. Üç yıl kaldı Türkiye'de, Türkçe konuşurdu. Ne zaman savaştan söz açılsa: "Niye bizi Sakaryus'a (Sakarya) gönderdiler?" derdi, "Niye gönderdiler bizi Sakaryus'a?" Tüm arkadaşları orada ölmüşlerdi. Her iki taraftan binlerce ölü verilen bir katliamdı Sakarya. Babam ve binlercesi yaralandılar, sakat kaldılar.
Babam, Türkiye'den hiç nefret etmedi. 1970'li yıllarda geri döndü, ziyaret etti Türkiye'yi, her seferinde inanılmaz bir sevgiyle söz etti yolculuklarından, karşılaştığı Türklerden, gördüğü konukseverlikten. Hep gitmek, hep yeniden gitmek isterdi Türkiye'ye.
Şimdi şu Kardak sorununda, birbirlerine gövde gösterisi yapmadan önce, konuşup çözmeye çalışsalar daha iyi olmaz mıydı? Zaten Kıbrıs'ta İngilizlerin oyununa gelmedik mi hepimiz?
*Peki uluslararası bir üne ve önyargısız bir yaklaşıma sahip olarak, aydın olarak siz, Türkiye ile Yunanistan arasında bir yakınlaşmaya ön ayak olmayı düşünüyor musunuz? Böyle bir projeniz var mı?
Zülfü Livaneli ile Mikis Theodorakis, saygın bir işbirliği başlattılar. Orada burada, insanların bir araya geldiklerini duyuyorum. Bu çabaları çok destekliyorum. Türkiye'ye gelmek ve insanlarla konuşmak, tartışmak istedim ben de. Türk aydınlarıyla görüşmeye devam ve yenilerini tanımak istiyorum. Sinemacılarla örneğin. Bir avuç aydın, bazı şeyleri değiştirebilir, inanıyorum. Örneğin bazı olumlu işaretler var. Türk genel kurmay başkanı Karadayı'nın 25 Mart'ta Yunanistan büyükelçiliğini ziyareti gibi. Böyle jestler, çok önemli.
Simitis'i tanıyorum. Çok saygı duyduğum biri. Bazı şeyleri değiştirmeye çalışıyor o da. Siyasal ticaret yapmamaya çalışıyor. Yunanistan'ı, geçmişte tuttuğu pederşahi yoldan çıkarıp yeni raylara oturtmayı hedefliyor. Kolay değil tabii. Sizde de kolay değil. Ama iyi niyetli insanlar gerek böyle. Sanırım Simitis'in yumuşamaya kararlı bir kadrosu var. Biz Yunanlılar, kendini beğenmiş insanlarızdır. Resmimizi görmeye bayılırız gazetelerde. Narsisizm, bizim için bir tehlike. Bu duygudan kurtulabilirsek, bazı ilerlemeler kaydedilebilir.
*Hiç politikaya atılmak istediniz mi?
Aman, aman, hayır. Film yapmak yeterince zor. Ben bu zoru başarmaya çalışıyorum.
*"Missing" filminiz, Cannes film festivalinde "Yol" filmiyle birlikte 1981'de Altın Palmiye'yi paylaşmıştı. Daha sonra Missing, en iyi senaryo Oscar'ı ve Amerika Writers Guild büyük ödülünü aldı. Zaman içinde, bu filmin Cannes'daki birincilik ödülünü "Yol" ile paylaşmış olmasının haksız olduğunu düşündünüz mü?
Yılmaz Güney büyük bir sinemacıydı. Eğer yaşasaydı, çok iyi filmler yapacaktı kuşkusuz. Tarih ve sosyal koşullar el vermedi. Bu ödülün bize birlikte verilmesinde, Batılıların muzipliği var. Her iki filmi de çok sevdiklerine eminim. Biri Yunan, Biri Türk, bunların ikisine de verelim, bakalım sahnede neler olacak? Demişlerdir kendi kendilerine. Belki de bir skandal falan olur diye beklediler. Yılmaz Güney'le birlikte sahneye geldiğimizde, çok duygusal bir an yaşandı. Seyircilerde bir anlık sessizlik oldu, biz kucaklaştık. Birdenbire alkış koptu, herkes ayağa kalktı. Ödülü paylaşmaya gelince, herkes herşey kendisinin olsun ister. Ama böyle bir ödülü, saygı duyduğum biriyle paylaşmak hiç bir kırgınlık yaratmadı içimde.
*Türk Yunan dostluğu için söyleyeceğiniz son söz?
Aramızdaki boşluğu silahlarla çevireceğimiz yerde, bir meze sofrasının etrafından bir araya gelelim ve anlaşmaya çalışalım. Birisi söylemişti: Bir silah doldurulduğu zaman, bir yerde birisi ölür mutlaka. Savaşırsak ne olacak? her iki yanda da yakılıp yıkılmalar olacak. Peki sonra? Yine barış yapılmaya çalışılacak. Savaşmadan barış yapmaya çalışsak daha iyi olmaz mı?


Gavras'ın yeni filmi "Mad City"de Dustin Hoffmann, John Travolta ikilisi

*Yeni filminizin dev bir kadrosu var. Dustin Hoffman, John Travolta... Biraz bilgi verebilir misiniz yeni filminiz hakkında?
Uzun süreden beri medyalar ve özellikle televizyon üzerine bir film yapmak istiyordum. Bu öyküyü bulunca, isteğimi gerçekleştirebildim. Filmin adı, "Mad City". Özetle, yaşam içinde birlikte bulunmaları için hiç bir neden olmayan iki kişi, yani Dustin Hoffman ve John Travolta'nın canlandırdığı iki basit ve sade kişilik, küçük bir olay yüzünden kendilerini dev bir medyalar savaşının içinde buluyorlar. Ve yerel bir olay, üç gün için birdenbire ulusal ve uluslararası boyut kazanıyor. Sonra bitiyor ve Amerika başka bir olaya geçiyor diyebiliriz.
*Filmde medyaları mı eleştiriyorsunuz?
Medya demek, insan demek. Medyalar kötülük değil, araçtır. Medyaların toplumdaki işlevi, insanların birbirleriyle iletişimi, soylu bir işlevdir. Zaman içinde giderek, medyaların herşeyden önce bir gösteri ve alınıp satılan bir mal haline geldiği bir sürece giriyoruz. Bence tehlike burada. Medyalar artık iletişim aracı olmaktan çıkıyor, gösteriye dönüşüyor. Aynı oranda ve bence en tehlikeli bir başka kayma daha var. Yüzlerce, binlerce özel televizyon kanalı, birer ticaret aracı haline geldiği için giderek daha büyük çıkarlar söz konusu oluyor. Müşterileri yüzünden, daha çok, giderek daha çok üretmeleri gerekiyor. Ve müşterileri, giderek daha az ilginç, daha yavan ürünlerle gıdıklıyorlar.
*Meslek yaşamınızda sanatçı ve sinemacı olarak "soylu" davaları benimsemekle tanınıyorsunuz. Bu inanç bağlılıkları, size neye mal oldu? Mesleğinizde önünüze engel olarak çıkmadı mı?
Sinemayı hiç meslek olarak düşünmediğim gibi, sinemacı olmayı planlamadım da. Bir şeyler vardır rahatsız eden ve söylemek istersiniz başka bir dille. Örneğin "Z" (Ölümsüz) filmi. Askerler, hiç bir dayanak ve gerekçe olmadan Yunanistan'da iktidara geldiler ve tüm ülkeyi değiştirdiler. Seçmediğimiz insanlara itaat etmek zorunda kalan bir ülkede yaşamamak için, kalkıp Fransa'ya geldim. Olanları kabul edemiyordum. Bir şeyler yapmak istedim. Kitabı biliyordum. Amacım siyasal bir film yapmak değildi. Yalnızca öfkemi ve tepkimi gösterdim.
Zaten sanat, politikacıların yapamadıklarını söylemek ve gerçekleştirmektir. Sanatın görevi, rahatsız etmektir. Rahatsız etmeyen bir sanatın anlamı yoktur. Aykırı olmalıdır sanat. Aykırı olurken, sanatçılar elbette risk alırlar. Dışlanabilirler, kapılar kapanabilir önlerinde. Ancak, sanatın özü budur. Bir fikrin yanında ya da karşısında, ama tavır almak cesaretidir.
*Günümüzde sanat rahatsız ediyor. Ancak öykü olarak yalnızca dünyayı uzaylılardan kurtaran bilim kurgu filmleri bunlar. Bu teknolojik performans dalgası sizi rahatsız ediyor mu sinemada?
Eğlencelik sinemanın bugün kazandığı ticari boyutlar, toplumun yirmi birinci yüzyılın eşiğinde yaşadığı en büyük kimlik krizine işaret etmektedir. Bazılarının giderek zenginleşirken, sokakta açlıktan ölenlerin giderek arttığı bu dünya, gençliğin özü olan "hak" duygusuna sığmaz. Psikolojik olarak çözümü, iyilerin kazandığı bir düş dünyasında buluyorlar. Yani bilim kurgu filmlerinde. Bu kapsamda, dünyadaki iktidar odaklarının onları manipüle ettiğini, dikkatlerini uzaya çevirerek çözümü hayalde gösterdiklerini söyleyebiliriz. Oysa çözümün bu olmadığını biz biliyoruz. Bir gün onlar da uyanacak.
*Küreselleşme konusunda ne düşünüyorsunuz? Düşünce yoksulluğunda küreselleşmenin bir rolü var mı?
Yine medyalar sayesinde, sizinki ve benimki başta olmak üzere tüm ülkeler, en güçlü ülkenin hayranlığı ve taklitçiliği içine girdiler. Küreselleşme, aslında Amerikalılaşma olarak yaşanıyor. Bu da kültür çeşitliliğini, yerel zenginlikleri öldüren bir olgu elbet. Herşey bizi, bizim olmayan bir uygarlığa doğru itiyor. Oysa kitabı, yemeği, müziği, sinemayı yapmanın da çeşitli biçimleri var. Tıpkı ev yapmanın, aşk yapmanın biçimleri olduğu gibi. Bu biçimler, birer renk, farklı birer bakış dünya kültüründe. Tek modele inince, evrensel bir yoksulluk başlıyor. Şizofrenik bir gidiş var toplumda. Herkes başka birine benzemek istiyor. Bence bu kimlik krizi, son derece vahimdir. Bir uygarlığı illa benimsemek, budalalığı birlikte getirir. Bugün tüm dünyada Silvester Stallone, her ülkenin en büyük aktöründen daha fazla tanınıyor, oysa iyi bir aktör bile değil. İşte şizofreni bu. Ama savaşı yitirmedik. Azınlık da olsak mücadeleye devam. Tek kültürün ve yaşam biçiminin hegemonyasını kabul etmiyoruz.