The Others Şeytanını arayan aydın

Şeytanını arayan aydın

26.12.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Şeytanını arayan aydın

Şeytanını arayan aydın
27 Aralık 1998
Orhan TEKELİOĞLU

Şeytanını arayan aydın
Orhan Pamuk'u anlamak, Cumhuriyet Dönemi aydınını, romancısını ve roman yazma geleneğini anlamaktan geçer. Önce halkını, giderek de kendini arayan, bunu bir varoluş meselesi yapan çok özel bir romancı anlayışı çerçevesinde Orhan Pamuk'un okuyucu katındaki başarısı anlaşılabilir. Çünkü Türk okurunun okuma geleneği de Cumhuriyet'in aydın yaratma projesinde şekillenmiş ve bir noktada, okuyucu ve romancı birbirlerini yaratıp, birbirlerine dönüşmüşlerdir. Türk okuru da, Türk romancısı da kuşkusuz çok özel bir "tür" olduğu sürekli ortaya çıkan Türk aydınının iki önemli yüzüdür.
Tanzimattan beri Türk aydınının kafasını sürekli bir "doğu - batı" meselesi meşgul etmiştir. Bu meşguliyet, Cumhuriyet'ten sonra iyice belirginleşerek, aydınların ufkunu işgal eden ünlü "doğu - batı" sentezi önerilerine dönüşmüştür. Özellikle otuzlardan itibaren eli kalem tutan her Türk aydını kendi sentezini ileri sürmeye başlar. Bu düşünce ikliminde de, yeni bir edebiyat, yeni bir roman yazma geleneği de oluşmaya başlar. Burada önemli olan, romancılarda kolayca teşhis edilebilen "aydın" olma arzusudur.
Romancı, çoğu zaman yazdığı romanda muhakkak bulunan olumlu bir kahramana dönüşerek kendi sentez fikirlerini söylemeye başlar. Sürekli halkını "arayan", memleketinin insanı için dertlenen, onu "bulunca" beğenmeyip, onu değiştirmeye çalışan ve bu yüzden de hayatını feda eden bir tür "kahraman - aydın" romanları birbiri ardına yayımlanmaya başlar. Şerif Mardin'in yıllar önce çarpıcı bir şekilde formüle ettiği gibi, belki de mesele aydında "şeytanın" ortaya çıkmamasındandır. Erken Cumhuriyet edebiyatı püriten ve misyonerdir. Şeytanın avukatı olunamamış, devletle aydın bakışı arasına bir mesafe konamadığından, özellikle düzyazı alanında sivil bir edebiyat ve edebiyatçı pek ortaya çıkamamıştır. Romancının kendi konumunu, elitist bakışını, kısaca varoluşunu sorgulayan bir edebiyat geleneğinin oluşması için uzun yıllar geçmesi gerekmiştir. Tabii ki bu arada Ahmet Hamdi Tanpınar'ı bir istisna olarak bir yana koymamız gerekir. Aslında aydının bu trajik durumunu bütün karmaşası ile ilk resmeden ve kendi okuyucusu katında artık bir külte dönüşen romancı Oğuz Atay'dır. "Tutunamayanlar" misyonunu yitirmiş Türk aydınını anlatırken, aydına aslında "ne olduğu" sorusunu da sordurur. Türk olmak nedir? Tarihi nerede başlar, nerede biter? Batı neyin adı, neyin doğusudur?
Belki de Orhan Pamuk'un başarısı, bu soruları okuyucusunun kafasında sordurmasında bulunabilir. "Cevdet Bey ve Oğulları" bizzat böyle misyoner bir Cumhuriyet aydını olma ya da olamama sürecinin bir anlatımıdır. Otobiyografik özellikler içerdiği yazarı tarafında reddedilmeyen bu kitapta, orta sınıfa mensup her Türk aydını kendi hayatından izler bulabilir. Yine, çok beğenilen "Beyaz Kale", Türk aydınının "doğu - batı" meselesine nasıl şizofrenik bir konumdan baktığının, kendi içinde ikiye yarıldığının açık bir ifadesi değil midir? Özellikle "Beyaz Kale"den itibaren, Orhan Pamuk kendi kimliğini ya da kendindeki "öteki"yi aramayı yaşadığı hayatta değil, içinde bulunduğu kültür ikliminde aramaya başlar. Bu nedenle biraz da bir "ecnebi" gibi, tasavvufa, sufi geleneğine bakar ("Kara Kitap") ya da salaş otobüslere binip kasabayı, Anadolu'yu keşfe çıkar ("Yeni Hayat").
Orhan Pamuk okuyucusunun da, Türkiye'nin siyasi ve kültürel ikliminde özellikle son on yılda ortaya çıkan gelişmelerden etkilenmediği düşünülemez. Herkes kendi kimliğinin, kökeninin ve tarihinin peşinde yalpalanmakla meşgul. Ve bu meşguliyet romancılığının bayrağını bu yıllarda Orhan Pamuk taşıyor gibi görünüyor.