The Others Siyaset aracı olarak rüya

Siyaset aracı olarak rüya

30.01.2000 - 00:00 | Son Güncellenme:

Fetvacı / Orhan Koloğlu Bazen fethe özendirmek, bazen hanedanı kutsallaştırmak, bazen de yeni ülkeyi sahiplenmek için araç olarak kullanılmıştır rüya. İnsanların en yoğun şekilde ürettiği şey, rüyadır. Hem de hiç zahmete girmeden. Her gece altı milyar insandan en az 2 - 3 milyar ve hiçbiri diğerine benzemeyen özel üretim rüya çıkması, tezimin kanıtıdır. Asıl sorun bunlardan kaçta kaçının "dün yemeği ya da içkiyi fazla kaçırmışım"a bağlandığı ve ne kadarının ciddiye alındığındadır. Rüyasında ölmüş babasını siyahlar giymiş görüp "Beni çağırdı, artık ölümüm yakın" diyen bir kadının gerçekten kısa süre sonra rahmete ve babasına kavuştuğunu söylesem inanmayabilirsiniz... Oysa gerçek bir olaydır, tanığı da benim... O kadın annemdi. Kimileri bu tür hissedişleri din bağlılığıyla açıklamaya kalkışırlar. Oysa annem, 1905 doğumlu bir Osmanlı kadını olmasına karşılık hiç de din tutkunu değildi. Aslında rüyaya kutsallık yakıştırma eğilimine daha çok tarih kitapları ve siyasi eylemlerde rastlandığı dikkatlerden kaçmıyor. Osman Gazi’nin Osmanlı Devleti’ni kurmasından en az 150 yıl sonra bunun olacağının kendisine rüyasında müjdelenmiş olduğu efsanesi yaratılmıştır. Evinde misafir olduğu şeyhin koynundan çıkan ayın onun koynuna girdiği ve ağaç olup dal budak saldığı öyküsü, Osmanlı Hanedanı’nın kutsallaştırılması ve devletin sonsuza dek yaşayacağı iddiasına gerekçe sayılmıştır. Bu tür rüyaların en etkilileri, içinde Hazreti Peygamber’in de bulunduklarıdır. "Beni rüyada gören ancak beni görür, zira şeytan benim şeklime giremez" içerikli bir hadise dayanılarak bunların "zafere, şifaya, huzura" delalet ettiğine inanılır. Örneğin İslamı kabul eden ilk hükümdar olarak bütün Türkleri de peşinden sürükleyen Karahanlı Buğra Han’ın rüyasında peygamberi görerek bu kararı verdiği ileri sürülür. Tacüttevarih yazarı Hoca Sadettin de kendi oğlu Hasan Can’ın gördüğü bir rüyayı aktarır. Peygamberin dört refiki sancaklarıyla görünmüş ve biri ona "Bizi Hazreti Resulullah gönderip Selim Han’a selam etti ve buyurdu ki kalkıp gelsin, Haremeyn hizmeti ona buyuruldu" demiş. Hicaz’ın, kutsal kentlerin Osmanlı egemenliğine girmesinin Yavuz Sultan Selim’e böyle bir rüya ile emredildiği anlatılıyor. Ermiş kişilerin uyarıcı olarak göründüğü pek çok örnek vardır. Fazla savaşçı olmayan II. Beyazıt’a (1481 - 1512) sunulmuş bir arizada, rüyayı gören şöyle bir uyarıda bulunuyor: "Padişahımızla birlikte Seyyid Gazi’nin huzurunda otururken önümüze bir sini kan getirdiler. Seyyit Gazi sana Sultan Beyazıt’ı koşduk, al ilet, gün batısına Kızıl Elma’ya değin fethedip İslam döşeğin döşesin diye emretti. Böylece o tarafa nasıl varılacağının yolunu gösterdiler. Eğer emredilirse onu dahi padişah hazretlerine bildiririz." Açıkça fetih ve gaza için rüya aracı yapılıyor. Rüya ile verilen mesajın ne derece ciddiye alındığını gösteren ilginç bir örneğe Şemdanizade Fındıklılı Süleyman Efendi’nin tarihinde (17. yüzyıl) rastlıyoruz. IV. Murat zamanında İran Şahı olan Mirza Safi rüyasında başına felaket geleceğini görmüştü. İsmini değiştirirse kazanın kendisini vurmayacağını düşündü ve Süleyman ismini aldı. Böylece kendisini kurtardı ama rüyanın işaret ettiği felaket oğlu Şah Hüseyin’in başını yaktı. Eba Eyyübü Ensari’nin mezarının bulunmasını da Evliya Çelebi rüyaya bağlar. İstanbul’un fethi günlerinde "72 kibar ehlullah" araştırma yaparken Şeyh Akşemseddin seccadesini serip iki rekat namaz kıldıktan sonra secdeden kalkmayıp uykuya yatmış gibi kaldı. "Bulamayınca utancından uyudu" diyenler çıktı. Bir saat sonra kan çanağına dönüşmüş gözlerini açıp seccadenin altını işaret etti: "Burasıdır, kazın" dedi. Üç zira (iki metre kadar) kazdıktan sonra mezar taşını ve kefeni içinde 800 yıldır terütaze kalmış cesedini buldular. Hemen kapatıp üstüne bugünkü Eyüp Sultan Türbesi’ni inşa ettiler. Böylece rüya, İstanbul’un fethinden önce sahiplenilmesinin gerekçesini oluşturdu. Şefaat yerine Daha sonraları "Seyyah-ı Alem = Dünya gezgini" sıfatını alacak olan Evl

Siyaset aracı olarak rüya
/ Orhan Koloğlu Bazen fethe özendirmek, bazen hanedanı kutsallaştırmak, bazen de yeni ülkeyi sahiplenmek için araç olarak kullanılmıştır rüya. İnsanların en yoğun şekilde ürettiği şey, rüyadır. Hem de hiç zahmete girmeden. Her gece altı milyar insandan en az 2 - 3 milyar ve hiçbiri diğerine benzemeyen özel üretim rüya çıkması, tezimin kanıtıdır. Asıl sorun bunlardan kaçta kaçının "dün yemeği ya da içkiyi fazla kaçırmışım"a bağlandığı ve ne kadarının ciddiye alındığındadır.
Rüyasında ölmüş babasını siyahlar giymiş görüp "Beni çağırdı, artık ölümüm yakın" diyen bir kadının gerçekten kısa süre sonra rahmete ve babasına kavuştuğunu söylesem inanmayabilirsiniz... Oysa gerçek bir olaydır, tanığı da benim... O kadın annemdi.
Kimileri bu tür hissedişleri din bağlılığıyla açıklamaya kalkışırlar. Oysa annem, 1905 doğumlu bir Osmanlı kadını olmasına karşılık hiç de din tutkunu değildi. Aslında rüyaya kutsallık yakıştırma eğilimine daha çok tarih kitapları ve siyasi eylemlerde rastlandığı dikkatlerden kaçmıyor. Osman Gazi’nin Osmanlı Devleti’ni kurmasından en az 150 yıl sonra bunun olacağının kendisine rüyasında müjdelenmiş olduğu efsanesi yaratılmıştır. Evinde misafir olduğu şeyhin koynundan çıkan ayın onun koynuna girdiği ve ağaç olup dal budak saldığı öyküsü, Osmanlı Hanedanı’nın kutsallaştırılması ve devletin sonsuza dek yaşayacağı iddiasına gerekçe sayılmıştır.
Bu tür rüyaların en etkilileri, içinde Hazreti Peygamber’in de bulunduklarıdır. "Beni rüyada gören ancak beni görür, zira şeytan benim şeklime giremez" içerikli bir hadise dayanılarak bunların "zafere, şifaya, huzura" delalet ettiğine inanılır. Örneğin İslamı kabul eden ilk hükümdar olarak bütün Türkleri de peşinden sürükleyen Karahanlı Buğra Han’ın rüyasında peygamberi görerek bu kararı verdiği ileri sürülür. Tacüttevarih yazarı Hoca Sadettin de kendi oğlu Hasan Can’ın gördüğü bir rüyayı aktarır. Peygamberin dört refiki sancaklarıyla görünmüş ve biri ona "Bizi Hazreti Resulullah gönderip Selim Han’a selam etti ve buyurdu ki kalkıp gelsin, Haremeyn hizmeti ona buyuruldu" demiş. Hicaz’ın, kutsal kentlerin Osmanlı egemenliğine girmesinin Yavuz Sultan Selim’e böyle bir rüya ile emredildiği anlatılıyor.
Ermiş kişilerin uyarıcı olarak göründüğü pek çok örnek vardır. Fazla savaşçı olmayan II. Beyazıt’a (1481 - 1512) sunulmuş bir arizada, rüyayı gören şöyle bir uyarıda bulunuyor: "Padişahımızla birlikte Seyyid Gazi’nin huzurunda otururken önümüze bir sini kan getirdiler. Seyyit Gazi sana Sultan Beyazıt’ı koşduk, al ilet, gün batısına Kızıl Elma’ya değin fethedip İslam döşeğin döşesin diye emretti. Böylece o tarafa nasıl varılacağının yolunu gösterdiler. Eğer emredilirse onu dahi padişah hazretlerine bildiririz." Açıkça fetih ve gaza için rüya aracı yapılıyor.
Rüya ile verilen mesajın ne derece ciddiye alındığını gösteren ilginç bir örneğe Şemdanizade Fındıklılı Süleyman Efendi’nin tarihinde (17. yüzyıl) rastlıyoruz. IV. Murat zamanında İran Şahı olan Mirza Safi rüyasında başına felaket geleceğini görmüştü. İsmini değiştirirse kazanın kendisini vurmayacağını düşündü ve Süleyman ismini aldı. Böylece kendisini kurtardı ama rüyanın işaret ettiği felaket oğlu Şah Hüseyin’in başını yaktı.
Eba Eyyübü Ensari’nin mezarının bulunmasını da Evliya Çelebi rüyaya bağlar. İstanbul’un fethi günlerinde "72 kibar ehlullah" araştırma yaparken Şeyh Akşemseddin seccadesini serip iki rekat namaz kıldıktan sonra secdeden kalkmayıp uykuya yatmış gibi kaldı. "Bulamayınca utancından uyudu" diyenler çıktı. Bir saat sonra kan çanağına dönüşmüş gözlerini açıp seccadenin altını işaret etti: "Burasıdır, kazın" dedi. Üç zira (iki metre kadar) kazdıktan sonra mezar taşını ve kefeni içinde 800 yıldır terütaze kalmış cesedini buldular. Hemen kapatıp üstüne bugünkü Eyüp Sultan Türbesi’ni inşa ettiler. Böylece rüya, İstanbul’un fethinden önce sahiplenilmesinin gerekçesini oluşturdu.

Şefaat yerine
Daha sonraları "Seyyah-ı Alem = Dünya gezgini" sıfatını alacak olan Evliya Çelebi, ünlü Seyahatnamesinde, kafasında daima "Seyahat etmek, dünyayı görmek acaba bana müyesser olur mu" sorusunun bulunduğu ve bu yüzden "zar ve giryan ve serseri nalan = ağlayan, inleyen ve serserileşen biri" haline geldiğini kaydeder. Bu özleminin bir rüya ile gerçekleştiğini anlatır. 1040 yılı Muharreminin Aşure gecesinde (19 Ağustos 1630) İstanbul’da Yemiş İskelesi yakınındaki Ahi Çelebi Camisi’nde iken, kapı açılır ve içerisi cemaatle dolar. Bunların evliyalar, sahabeler, Kerbela şehitleri ve ilk dört halife olduklarını, Kemankeşlerin Piri Saad bin Ebi Vakkas kendisine anlatır. Kırım tarafındaki Müslüman tatar askeri ve hanına yardıma gitmekte olduklarını ekler. Evliyamıza, duadan sonra, mihrapta oturmakta olan Peygamber’in elini öpüp "Şefaat ya Resullallah" diyerek boyun eğmesini önerir. Heyecandan tir tir titreyen Evliya’nın başından geçenleri kitabından okuyalım:
"Mübarek eline haddimi aşarak dudak vurup ululuğundan "Şefaat ya Resullallah" diyecek yerde "Seyahat ya Resullallah" demişim. Hemen Hazret gülümseyip şefaati, seyahati, ziyareti sağlık ve selametle yapmamı söyleyip Fatiha dediler. Bütün sahabe de Fatiha okudu ve her birinin ellerini öptüm ve dualarını aldım. Saad avcı kemerini belime kuşatıp "Yürü, ok ve yay ile gaza eyle ve Allah’ın hıfz ve emanında ol ve sana müjde olsun ki bu mecliste görüşüp ellerini öptüklerinin hepsini ziyaret etmek müyesser olup seyyahı alem ve eşsiz bir insanoğlu olursun; gezdiğin gördüğün ülkelerin kaleleri, acayip eserleri ve her diyarın önde gelen sanayi, yiyecek ve içeceğini yazıp dünya ve ahiret oğlum ol.
Yaramazlarla yar olma, iyilerden iyilik öğren diye nasihat edip alnımdan öptü, çıktı gitti.
Şaşırdım... Başımdan geçen gerçek midir, yoksa rüya hali midir diye sabah abdest alıp Kasımpaşa’ya rüya tabircisi İbrahim Efendi’ye başvurdum. "Dünyayı süsleyen ve gezip tozan bir seyyah olacaksın" diye müjdeledi. Kasımpaşa Mevlevi Şeyhi Abdullah Dede’ye vardım, İslambolu yazmakla işe başlamamı önerdi. Tarih kitapları verdi. "Yürü işin rastgele" dedi ve fatiha okudu. Ben de İstanbul’u yazmaya giriştim."
Türk dilinin eşsiz gezi yapıtı böyle, bir rüya ile ortaya çıktı.

Bir fetih izni...
1500 yılındaydı. Babür Şah henüz 19 yaşında gepegenç bir sultandı. 140 yıla yakın bir süre ailesinin idaresinde ve başkent olan Semerkant’ı düşman bir Özbek Han’ı ele geçirmişti. Başkentine yerleşmedikçe hükümdar sayılması kolay olmayacaktı. Bir gün yakınlarına "Söyleyin bakalım, eğer Tanrı rast getirirse, Semerkant’ı ne zaman alırız" dedi. Bazıları bir ay, bazıları 40 gün, hatta 20 gün sonra dediler. Noyan Kökaltaş "14 günde" dedi. Genç hükümdar 12. gün gördüğü rüyayı kitabı Babürname’de şöyle anlatmaktadır:
"Rüyamda Hoca Ubeydullah Efendi Hazretleri gelmişler ve ben karşılamaya çıkmıştım. Hoca gelip oturdular. Hoca’nın önüne, galiba biraz özentisiz sofra örtüsü yaymışlar ve bu yüzden hazretin aklına bir yel gelmiş. Molla baba, benim tarafıma bakıp işaret ediyor. Ben de dolaylı. "Benden değildir, sofra örtüsünü koyan kusur etmiştir" dedim. Hoca anladı ve bu özürümü kabul etti. Ayağa kalktılar, uğurlamaya çıktım. Bu evin avlusunda, sağ ve sol kolumdan tutup beni öyle yukarı kaldırdı ki bir ayağım yerden koptu. Sofradakiler "Şeyh izin verdi" dediler ve şu birkaç gün içinde Semerkant’ı aldım."