The Others"Türkiye, insan haklarına saygılı olmak istiyor"

"Türkiye, insan haklarına saygılı olmak istiyor"

19.02.1997 - 00:00 | Son Güncellenme:

Avrupa İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Stefan Trechsel 'in Ankara konuşması

Türkiye, insan haklarına saygılı olmak istiyor

Komisyon, Türkiye'nin ve Türk halkının düşmanı değil, dostudur. PKK'nın ya da herhangi başka bir terörist örgütün, partinin ya da akımın dostu değildir. Her türlü terör eylemini ve kanunsuz şiddetin bütün biçimlerini telin eder.
Haksız uygulamalar hiç bir zaman doğru değildir, daima düşmana yarar. Daha somut olmak gerekirse, sivil halkın PKK'ya karşı koymasını güçleştirir. Bu "yumuşak" bir yaklaşım değil, soğukkanlı bir yarar - zarar hesabıdır.
Avrupa İnsan Hakları Komisyonu başkanı Stefan Trechsel, Adalet Bakanı Şevket Kazan 'ın davetlisi olarak Türkiye'ye geldi ve 17 Şubat 1997 günü Ankara'da DGM başsavcıları, baş yargıçları, 20 büyük il ve OHAL illeri başsavcılarına hitaben bir konuşma yaptı. Bu konuşmanın geniş bir özetini dikkatinize getiriyoruz.
TÜRKİYE 'de özellikle de Güneydoğu Anadolu 'da karşı karşıya olduğunuz güç koşullarda, ortak kaygımız olan insan haklarının korunması konusunda sizlere hitap etmek üzere buraya davet edilmiş olmak benim için büyük bir şeref. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu adına Adalet bakanı Sayın Şevket Kazan 'a bu daveti yaptığı için teşekkür etmek istiyorum.
Bu buluşma sonucunda bütün sorunların hallolacağını beklemek gerçekçi olmaz. Ancak size Komisyon 'un görüşlerini aktarabileceğimi umuyorum. Görüşlerinizi de can kulağıyla dinleyeceğim. Sonuçta birbirimizi daha iyi anlayacağımıza inanıyorum.
Aramızda gerginliğe yol açan birçok neden olabilir. Sizlere birçok bakımdan uzak bir mesafeden geliyorum. Biri dışında Komisyon'un üyeleri Türk değil. Ancak Komisyon bir Avrupa kurumu. Türkiye Asya ile Avrupa arasında köprü olmayı seçmiş, yüzünü Avrupa'ya dönmüş bir ülke. Onun için burada kendimi yabancı hissetmiyorum.
Konuşmama "Türkiye insan haklarına saygılı olmak istiyor" başlığını koydum. Çünkü biraraya gelişimizin dayandığı varsayım bu. Öyle olmasaydı, konuşmamı hemen burada bitirebilirdim. Ama yanılmadığıma inanıyorum.
Önce Avrupa İnsan Hakları Komisyonu üzerine birkaç söz söyleyerek başlamak istiyorum. Görevimiz bireylerin haklarını korumak. Temel hakların ihlal edildiğine ilişkin inanılır iddialar olduğu durumlarda, önce bu iddiaların "kabul edilebilir" olup olmadığına karar vermemiz gerekiyor. Şikayet "kabul edilebilir" nitelikte bulunursa, o zaman olguları saptamak ve bir ihlal olup olmadığı konusunda görüş bildiriyoruz.
Komisyon, Türkiye'nin ve Türk halkının düşmanı değil dostudur; PKK 'nın ya da herhangi başka bir terörist örgütün, partinin ya da akımın dostu değildir. Tam tersine her türlü terör eylemini ve kanunsuz şiddetin bütün biçimlerini telin ve mahkum eder. Dolayısıyla Komisyon'un çalışmalarının amacı asla Türk yetkililerinin terörizme karşı yürüttükleri mücadeleyi etkisiz kılmak ya da PKK'ya destek olmak değildir.
Türkiye'de zanlıların polis tarafından kötü muameleye maruz kaldığına dair yaygın iddialar olduğu bir sır değil. O kadar çok sayıda iddia var ki, bu iddiaların hepsinin hatta genelde bu iddiaların asılsız olduğunu öne sürmek mümkün değil. Ayrıca, konunun uzmanı kurumların, örneğin Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi 'nin bulguları ortadadır. "Ateş olmayan yerden duman çıkmaz" denir. Türkiye'nin üzerinde yoğun bir duman var.
Öte yandan Komisyon nezdinde ele alınan şikayetler açısından bu dumanın hiç bir etkisi yoktur. Her şikayet kendi başına ele alınıp incelenmektedir. Komisyon, Türkiye aleyhine başvuruların birçoğunu, iç hukuk yollarının tüketilmeyişi dahil pekçok gerekçeyle reddetmiştir.
PKK ile ilgili suçlardan kuşkulu olarak gözaltına alınan herkesin, hemen işkence gördüğünü iddia edeceğine dair uyarılara kulaklarımızı kapamadık. Bu uyarıları saçma bulup bir kenara atmadık. Böyle iddiaların sırf propaganda amacıyla ortaya atıldığı vakalar olabileceğini kabul ediyorum. Ne var ki, varolan tıbbi deliller ışığında bu iddiaların her zaman asılsız olduğu ileri sürülemez.
Bir şahsın bedenine yapılacak bütün fiziksel saldırıların, savaş, ayaklanma ve herhangi başka bir oyağanüstü hal durumunda dahi hukuka aykırı olduğunu hatırlatmama elbette ki gerek yok. Özellikle bu saldırılar, ifade vermeye zorlamak amacıyla söz konusu kişiye dayak atılması, elektrik şoku uygulaması, kollarından asılması hatta "sadece" üzerine basınçlı soğuk su sıkılması biçimine bürünüyorsa... Ölümle tehdit etmek veya benzeri psikolojik baskılar uygulamak da aynı şekilde kanuna aykırıdır. Bunları tekrarlamama gerek olduğunu düşünmüyorum, çünkü bunlar herkes tarafından bilinen konular.
İnsan haklarının korunmasının, özellikle her türlü kötü muameleye karşı korunmanın, korkunç suçlardan zanlı teröristler dahil herkesi kapsadığı konusunda bir kuşku olmadığına da eminim.
Bu sorunla savaş hukuku kuralları arasında belirli bir benzerlik görüyorum. "Ne pahasına olursa olsun savaş kazanılmalı (ya da terörist hareket yenilmelidir)" düşüncesi, çok çekici olabilir. Terör örgütleri konusunda şöyle bir sav da vardır: Teröristlerle savaş, masum sivillerin korunması anlamına gelir. Yurttaşlarını teröre karşı korumak devletin görevidir. Ceza hukukçuları olarak, TCK'nun 49 / 2 maddesinde zikredilen meşru savunma ve meşru savunmaya yardım kavramları akla gelebilir. Ne var ki bu sav kabul edilemez, çünkü meşru savunma, tehdidin mevcudiyetini gerektirir. Oysa terörist zanlısı güvenlik güçlerinin eline geçtiği andan itibaren tehdit ortadan kalkar.
Haksız uygulamalar hiç bir zaman doğru değildir, daima düşmana yarar. Daha somut olmak gerekirse, sivil halkın PKK'ya karşı koymasını güçleştirir. Düşmana, düşman oldukları veya düşmana yardımcı oldukları sanılan kimselerin kişiliğine saygı duymak
"yumuşak" bir yaklaşım değildir. Bu tamamen soğukkanlı bir hesap işidir; yarar - zarar hesabının gereğidir. Kötü muamele gören, öldürülen veya ortadan kaybolan her sivil için en az bir düzine başkasının, ailesinin, arkadaşlarının PKK'nın yanına geçeceği unutulmamalıdır.
Başlıca sorunlardan biri, gözaltı konusu. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 5 / 1c uyarınca, bir suç işlediği yönünde yeterli kuşku olan kişilerin özgürlükleri kısıtlanabilir. Bu arada söz konusu sözleşmenin, Türkiye Anayasası'nın 90. maddesi uyarınca Türk kanunlarının bir parçası olduğunu ve hatta o yasaların üzerinde bir ağırlığı bulunduğunu hatırlatmak isterim.
Gözaltına alınan kimselerin "en kısa zamanda" yargıç ya da kanuni bir yetkilinin önüne çıkarılmaları zorunludur. "En kısa zamanda," en çok 4 gün içinde anlamına gelir. Bu yargı denetimi güvencesinin bir gereğidir. Yargı denetimi kötü muamelenin önlenmesi açısından da önemlidir. Birçok işkence yöntemi vücutta kısa süreli iz bırakır. 3 - 4 gün içinde izleri saptamak mümkündür, ama 10 gün veya sonrasında mümkün olmaz.
Bu bağlamda, gözaltına alınan kimselerin gözlerinin bağlanması uygulamasını kabul etmek güçtür. Onları sorgulayanlar hukuka uygun davranırlarsa, tanınmaktan çekinmeleri için bir sebep yoktur. JÖte yandan, tanınmamak hukuka aykırı davranışları teşvik edebilir.
Siz savcıların, güvenlik kuvvetlerinin, polisin, jandarmanın gözaltına alınan kimselere nasıl davrandığını sıkı ve ciddi bir şekilde denetlemeniz çok büyük bir önem taşıyor. Herhangi bir hukuka aykırı davranışı asla kabul etmeyeceğinizi çok açık bir şekilde belirtmenin yanısıra, belki her gün yapacağınız ziyaretlerle, kanuna aykırı davranışlara rastladığınız zaman derhal göstereceğiniz tepkilerle, hem güvenlik güçlerine hem de kamuoyuna işkence ya da herhangi bir insanlık dışı veya aşağılayıcı muameleye hiç bir şekilde göz yummayacağınızı kesin bir dille ifade etmeniz şarttır.
Çok önemli bulduğum üç noktayı eklememe izin verin:
1) Kadın zanlıların istisnasız ve asla erkek güvenlik görevlilerinin elinde kalmalarına izin vermeyin. Kadın bir zanlı gözaltındayken en az bir kadın gröevlinin, özellikle sorgu sırasında, yanında bulunması gerekir.
2) Zanlı savcı - ve tabii yargıç - önüne çıkarıldığı zaman, onun sorgusunu yapan güvenlik görevlilerinden hiç birini odaya almayın. Zira bugün yaygın olarak görülen bu durumda, kötü muamele ya da işkenceye maruz kalan zanlılar, devam edeceği korkusuyla bunu size söyleme cesaretini bulamayacaktır.
3) Gözaltına alınan kimselerin ailelerine ya da güvendikleri bir kimseye durum derhal bildirilmelidir. Bu kural gözaltındaki kimselerin başka bir yere nakledilmeleri halinde de geçerlidir. Bu, "kaybolmalar"a karşı önemli bir korumadır. Avrupa Konseyi çerçevesinde hazırlanmakta olan AİHS'ne Ek 12. Protokol, özgürlükleri kısıtlanmış kimselerin haklarını, bu arada bildirim zorunluluğunu getirmektedir.
Şu ana kadar kötü muameleyi önleyici tedbirler üzerinde durdum. Ancak kötü muamele yapanlara karşı etkili yaptırımlar da uygulanmalıdır.
İşkenceden sorumlu olan ve işkence iddiasıyla karşılaştığı halde müdahale etmeyen sorumlulara karşı ağır cezalar getirilmelidir. Bu suçu tekrarlayanlar kamu hizmetinden kesinlikle uzaklaştırılmalıdır. İşkenceyle elde edilen her türlü bilginin dosyadan çıkarılması gerekir. Kural olarak, kuşku güçlü olsa bile, kişi beraat etmelidir. Tabii bir tazminat da verilmesi gerekir.
Güvenlik kuvvetlerinin işkenceye izin verdiğini, işkencenin meşru olduğuna inandıklarını söylemiyorum. Aksine, işkencenin yasak olduğunu iyi bildiklerinden eminim. Ancak tutuklu hayatta kaldıkça ve ciddi bir şekilde sakatlanmadıkça, haklarında işlem yapılmayacağına, ciddi bir soruşturma olmayacağına, cezasız kalacaklarından inanıyor olabilirler. Bu durum kökten değişmediği sürece, sorunlar halledilemez.
Komisyon'un önüne gelen birçok vaka, gözaltı sırasında işkenceye sorunuyla başa çıkmak için ciddi bir kararlılık olmadığı izlenimini verdi. İç hukuk yollarının etkili olmadığı yönundeki görüş, bu nedenden oluştu. Strasbourg'da uyguladığımız denetim, ancak bir ek denetim olarak görülmelidir. İnsan hakları ihlalleri olup olmadığını tesbiti ve tazminat dahil gerekli önlemlerin alınması öncelikle milli makamların görevidir. Ne yazık ki, Komisyon Türkiye'de işkenceye karşı alınan önlemlerin etkisiz kaldığını tesbit etti; Divan da bu görüşümüzü teyid etti.
Komisyon bugüne kadar işkencenin bir "idari uygulama" olup olmadığı, yani yetkililerin işkenceye göz yumup yummadıkları konusunda bir karar vermedi. Ancak bu alanda köklü bir değişme görülmediği takdirde Komisyon'un bu sonuca varması mümkündür. O takdirde iç hukuk yollarının tüketilmesi şartı aranmayacaktır.
AİHS 25. maddesi bireylerin Komisyon 'a başvuru hakkını düzenler. Hakkın kullanılabilmesi için imzacı devletlerin bu hakkı tanıdıklarını beyan etmeleri gerekir. Sözleşmenin ilk 30 yılında imzacı devletlerin bu hakkı tanımaları isteklerine tabiydi. Ancak artık bütün üye devletlerce tanındığı için pratikte ihtiyari olmaktan çıktı. Bireysel başvuru hakkını tanıma beyanları çoğunlukla zamanlı sınırlıdır. Türkiye'nin tanıma beyanı da 31 Ocak 1998'e kadar geçerlidir. Şimdiye kadar bir üye ülkenin beyanın geçerlik süresini uzatmadığı görülmedi.
AİHS'nin 25. maddesi uyarınca imzacı devletler "bu hakkın kullanılmasına hiç bir şekilde engel olmama" yükümlülüğü altındadır. Bunun hiç bir istisnası yoktur. Resmi makamların haksız olduğu ya da meşru olmadığı nedeniyle başvurulara müdahale etmeleri söz konusu olamaz. Ne yazık ki Türkiye aleyhine çok sayıda başvuruda, Türk makamlarının şikayetçileri caydırmaya çalıştıklarına dair güçlü delillere dayalı iddialar ortaya atıldı. Hatta bir savcının bu müdahalenin kabul edilebilir olduğunu söylediği bana aktarıldı. Hayır, asla kabul edilemez. Aksine bu Sözleşme hükümlerinin ihlalidir.
Bunun için en acil tavsiyem şu: Şikayet sahiplerine ve avukatlarına lütfen müdahale etmeyin!
Sevgili meslektaşlarım!
Batı'da Türkiye'de insan haklarının durumu konusunda çok ciddi kaygılar var. Bu, ancak PKK gibi Türkiye'nin düşmanlarının işine gelebilir. Ancak Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi'nin 6 Aralık 1996'da yayımladığı "kamu açıklaması" nda görüldüğü gibi, Türkiye'de insan haklarının korunmasıyla ilgili kaygılar, aleyhte propaganda olarak bir kenara itilemez. Bunu yapmaya çalışmadığı için Sayın Adalat Bakanı'nı takdirle anmak istiyorum. Ancak, ne yazık ki bu durumun kısa sürede ve kökten değişeceğine dair umutlar pek parlak değil.
Komisyon'un önünde 100 kadar işkenceyle, 100 kadar da öldürmeyle ilgili şikayet bulunuyor. Bu başvuruların gittikçe artan bir bölümü Divan'ın önüne gidebilir ve kamuoyunda yankılanabilir. Sevgili meslektaşlarım, bu durumdan hepinizin bir miktar sorumluluğu var. Ancak çok daha önemlisi, bu durumun değişmesinde büyük bir rol oynayabilirsiniz.
Bunun için size sihirli bir reçete getirmedim. Ama durumu köklü bir şekilde iyileştirebilecek bazı öneriler getirdiğimi sanıyorum... Bu önerileri kabul eder ve uygularsanız, Türkiye'nin itibarı köklü bir şekilde düzelebilir. Buna katkıda bulunmak isteyeceğinizden eminim.