20.09.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:
SEVGİLİ,
Dün Cumhuriyet'in 13. sayfasında, yanyana gördüm resimlerini. Birini taze yitirdik, ikincisi gideli yıllar oluyor. Mehmet Kemal ve Ruhi Su. İkisi de sanatçıydı, ikisi de "acılı kuşak"tandı.
Onlar hem Cumhuriyet aydınlanmasının ürünleri ve geliştiricileri, hem de acımasız, demokrasiyi oluşturamamış bir sistemin kurbanlarıydılar.
Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihine bakarken, bu iki yönü de görmek gerek. Yakın tarihimizin en büyük çelişkilerinden biri bu galiba.
Aydınlanmayı ve Rönesans'ı da, o zaman diliminde tanıdık. Onun yetiştirdiklerinin tırpanlanması, bastırılması, hapsedilmesi, sürülmesini de..
Bunların yalnız birini görüp, öbürünü gözardı ettik mi, doğru bir rölöve çıkarmamız olanaksızdır.
Hepsi aynı yaşta olmasalar da, bu kuşağın bütün temsilcilerini saymaya kalksak, yer yetmez. Onlar ki, bütün bir sanat ve düşün tarihini oluştururlar.
Şimdi Four Seasons Oteli olan Sultanahmet Ceza ve Tutukevi'nin kayıtlarına bak! Orda göreceksin, nice dört mevsimini burada geçirmiş insanların adını.
Türkiye'nin sanat ve düşünce tarihini yazmak isteyenler için, ülkemizin dört bir yanındaki hapishanelerin kayıtları vazgeçilmez belgelerdir.
Onlar oralarda, acıyı imbikten geçirdiler.
Onlar oralarda, acıyı dizelere dizdiler.
Onlar oralarda acıyı tınılayıp, bal eyleyip bize sundular.
Sinop'ta yüce dalgalar duvarları döverken "aldırma gönül! aldırma!" diye haykıran, sonra da bir ajan provokatörün kurşunuyla can verecek olan Sabahattin Ali'nin şiiri, bestelenip de, diskolarda tuzu kurular onunla dans ettiklerinde, o dizelerin ne olduğunu, hangi isyanın ürünü olarak ortaya çıktığını bilmiyorlardı, tıpkı şu ünlü Güney Amerika devrimci şarkısı "Quantanamero" gibi...
Önceleri çok yadırgamış, hatta üzülmüştüm bu duruma. Ama sonra güldüm. Bu insanlar acıyı bal eylemişler ve sunmuşlardı başkalarına.
Sözünü ettiğim insanların, yaşım elverenlerinin çoğunu tanıdım.
Geçmiş öykülerini, nasıl hüzün ve ironiyle karışık anlattıklarına tanık oldum.
Diğerlerini kitaplardan okudum.
Dostum Sıtkı Coşkun öldüğünde, eniştesi Enis Coşkun ile birlikte resimlerine bakıyordum.
İçlerinden birinde, duvarlarında Anadolu motifleriyle işlenmiş kilimler, hasırlar bulunan bir oda, birinin elinde bağlama, gülen insanlar vardı.
- Tipik sürgün resmi, diye güldüm.
Beni en çok etkileyip, hüzünlendiren de, sürgünün kendisi değil, o güç koşullar altında gülmeyi unutmayıp, beceren insanlardı.
Evet Sevgili,
Onların, hapis, sürgün, işsizlikle dolu olan, uzaktan bakıldığında hep kapkara görünen, yaşamlarında acı ve kahkaha kucak kucağaydı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, kendini boşlukta bulan, alkol ve uyuşturucuda boğulan, tamamına yakını büyük mutsuzluk içinde ölen, aralarında Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway gibi ünlülerin bulunduğu, Amerikalıların "lost generation" (kayıp kuşak)'ının ünlü sanatçılarından çok ama çok daha ağır koşullarda yaşamalarına karşın, yine de onlar kadar renkli, onlar kadar kahkaha dolu bir hayat sürmüşlerdi, acılı kuşağın insanları.
Belki de, onları böylesine dik tutan, tüm acılarına karşın seçimlerinden pişman olmamış olmalarıydı.
Evet onlar bir yaşam yolunu seçtiler ve seçtikleri gibi yaşadılar, yakınmadan.
Bana kalırsa Sevgili, onların yaşamları, seçiminden dönüp, rahata mayna edenlerinkinden, daha az acılı demeyeceğim ama, çok daha anlamlı ve zengindi.
En büyük acı, seçiminde yanıldığı duygusuna kapılmaktır.
Yazara E-Posta: a.sirmen@milliyet.com.tr