Ankara’yı özlemişim. Sahiden. Uçak alçalmaya başladığı andan itibaren, bütün tekdüzeliğine, somurtkanlığına, bozkır grisine rağmen ne zamandır başkente gelmediğimi, özlediğimi hatırladım. 29 Ekim Ankara gezim, 24 saatten az sürdü.
Ama değdi.
Geliş sebebim, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve eşi Hayrinnüsa Gül’ün her yıl Cumhuriyet Bayramı adına verdiği davete katılmaktı. Köşk’te Cumhuriyet Bayramı davetlerine ilk gidişim değil. Ama ne yalan söyleyeyim; binaya adım attığım andan itibaren Çankaya’nın restore edilmiş hali, gözüme pek hoş geldi. İdeolojik ya da mecazi anlamda söylemiyorum; ama Ahmet Necdet Sezer döneminde Köşk, anlamsız boşlukların olduğu soğuk bir binaydı. Tek tük resim, bol büst, Sovyetik mimariyle Baas sarayı arası renksiz bir yer.
Köşk’ün restore edileceği haberini ilk duyduğumda, hafif ürperdim. Son dönemde memlekette, ”Biraz Osmanlı, birazcık Selçuklu” diye başlayıp bir rüküşlük abidesine dönüşen nice mekan var. Duvar süsleri, varaklar derken vur deyince öldürüyor, Türkiye’nin artan özgüveniyle, neo-Osmanlı sevdasıyla bazı mekanları eşi benzeri olmayan bir arabesk stile dönüştürebiliyoruz.
Ama korkulacak bir şey yokmuş. Bir mimar kızı olarak söylüyorum, Çankaya’daki restorasyon, sade ama devletli olmuş. Devletin tepesine yakışan ihtişam da var, Ankara’ya has o sessiz güç de. Koridorlar, mobilyalar, tablolar ve avizelerin uyumu hoşuma gitti. En çok da, depolardan, arşivlerden çıkartılan ünlü ressamların günyüzünü görmesine sevindim. Davette rastladığım Rafi Portakal, projenin büyük ölçüde Hayrünnisa Hanım’ın denetiminde olduğunu, resimlerin Hollanda’daki Rijk Müzesi’nden gelen uzmanların yönlendirmesiyle kitabına uygun yapıldığını anlattı.
Gelelim siyasi atmosfere... Herkesin izlenimi, bu yılki resepsiyona özel bir ilgi olduğu yolundaydı. Kuşkusuz bunda, Abdullah Gül’ün önümüzdeki dönem siyasi hesapların artık vazgeçilmez bir parçası olmasının da payı var. İş dünyası, akademi, bürokrasi ve siyaset derken farklı kesimlerden insanlar vardı. Ak Partililer, eşleriyle birlikte gelmiş olmaktan mutluydu. Kemal Kılıçdaroğlu ve Devlet Bahçeli’nin de orada olmasını, yüzlerindeki gülümsemeyi önemsedim. Ayaküstü sohbet ederken Bahçeli, kendisinin de ‘özgürlüklerin genişlemesinden yana’ olduğunu, ancak özgürlükler genişlerken bazı ‘sorumlulukların’ da olduğunu söyledi. CHP’lileri ise başörtüsü konusunda yumuşamış gördüm. Allah’tan!
Başbakan, Marmaray açılışının uzamasından olacak, bu yıl gelmedi. Her yıl gelen MİT Müsteşarı Hakan Fidan da yoktu. Gelseydi, kuşkusuz gazeteciler etrafını saracaktı. ABD basınında çıkan son yazılar bir yana, Ankara’da Fidan’ın yakın gelecekte siyasi rolünün artacağına dair spekülasyonlar da var. MİT Müsteşarı en son ‘Akil Adamlar’ tanıtım toplantısına katılmış, ‘Demokratikleşme’ paketi açıklamasına da davet edilmişti. Hepsine gitse, dünyanın en ‘görünür’ istihbarat şefi haline gelecekti. Belki de bu yüzden, Köşk’e gelmemesi isabet oldu.
Başka ne dedikodu var derseniz... ODTÜ rektörü Ahmet Acar ve eşi Feride Acar’ı süzülmüş, yorgun gördüm. İkisi de saygın, kaliteli akademisyenler. Türkiye’nin Televole atmosferinde tar tar tar laf yarıştırabilecek insanlar değiller. Allah yardımcıları olsun. Uzaktan gözlemlediğim Melih Gökçek ise, bazı gazetecilerle hatıra fotoğrafı çektirirken, enerji küpü halindeydi. Şaşırmadım.
Yemekleri sormayın; nefis görünüyorlardı ama uzak durmaya çalıştım. Dileyene içki servisi vardı ancak içkiye rağbet yok denecek kadar azdı.
Gecenin tek dezavantajı, salona girmeden ön salona doluşup, kum saati tanecikleri gibi Cumhurbaşkanı ve eşinin elini sıkabilmek için o iğne gibi kapıdan geçmek zorunda olmak. Her yıl olduğu gibi. Ama bu da herhalde Cumhuriyet kadar eski bir gelenek. Bu yıl bana batmadı.