Washington’da yakın bir dostun evinde bir akşam yemeğindeyiz. Masada birkaç Amerikalı gazeteci, Obama yönetiminden bir-iki tanıdık, farklı mesleklerden insanlar var. Konu konuyu açıyor; kah Gangnam, kah Suriye ya da Beyaz Saray.
Her başarılı yemek davetinde olduğu gibi masada biraz hayat, biraz siyaset, bolcana kahkaha var.
Bir noktada Milliyet’in yeni Washington muhabiri Pınar Ersoy dayanamayıp soruyor: “Washington’da Türkiye’nin ne kadar az konuşulduğuna şaşıyorum. Nasıl olur? Yani siz sürekli Türkiye konuşmuyor musunuz?”
Perspektif değişiyor
Sahi, Türkiye ne kadar az konuşulur olmuş bu şehirde! Unutmuşum okyanusun bu tarafına gelince insanın perspektifinin nasıl değiştiğini. Biz kendimizi oldum olası dünyanın merkezine koyduğumuz için, Türkiye’de olan biten her şeyin ABD’de yakından izlendiğini, buralarda yapılan dizaynların hayatlarımızı ya da siyaseti doğrudan etkilediğini düşünüyoruz.
O kadar ki, günlük yaşantısından bir nefes alabilmek için para biriktirip Türkiye gezisine giden ve çektiği günlük fotoğrafları Instagram’da paylaşan zavallı bir ev kadınını bile ”ajan” sanabilecek kadar dev aynasında görüyoruz kendimizi.
İşsizliği düşünüyorlar
Oysa herkesin derdi, başından aşkın. Amerikalılar her şeyden önce kendi yaşamlarını, sağlık konularını, ekonomiyi, işsizliği, kara kış şartlarını düşünüyorlar. Belki listenin çok sonlarına doğru Suriye ya da Mısır var. Türkiye, yok.
Tabii kuşkusuz Türkiye önemli bir ülke ve ABD için kritik bir müttefik. Ak Parti hükümetiyle Washington’u memnun eden sağlam bir işbirliği var. Ama bu kentte, Türkiye’yi yakından izleyen, çeşitli kurumlarda ‘Türkiye uzmanı’ sayılabilecek 15-20 kişilik bir kitle dışında büyük bir ‘Türkiye’ derdi ya da gündemi yok.
Çok yakın bir dostum, yıllardır Orta Doğu’da muhabirlik yaptıktan sonra, New York Times’da sağlık konularını yazmaya başladı. Size garip gelebilir ama gazete okuru açısından çok daha önemli kamu sağlığı ve bu alandaki gelişmeler.
Şablon değişmedi!
Dünya değişiyor, biz sanki Soğuk Savaş yıllarında yaşıyor gibi aynı şablonlarla bakıyoruz hayata ve kendimize.
DHKP-C’nin Ankara’daki ABD elçiliğinde yaptığı intihar saldırısı sonrası yaptığı açıklamayı okuyorum. Her bir cümlesi yanlış. ‘Emperyalizm’ diyor, Suriye’de Baas diktasını savunuyor. ‘Katil ABD’ diyor, Orta Doğu’da olan her gelişmeyi Amerikalıların yaptığını düşünüyor. (Oysa gördüğüm burada ne Arap Baharı’ndan pek memnunlar, ne de Suriye meselesine bulaşmak istiyorlar.) Bildiri, Kürt meselesinde Türkiye’de barış getirme imkanı olan İmralı sürecine karşı çıkıyor. Devrim, diyor, Suriye’de kendilerine ‘devrimci ’ diyen ve Esad’a karşı devrim için ayaklanan insanlara karşı çıkıyor. ‘Halkımız’ diyor, ama masum bir vatandaşın canını almaktan, pırıl pırıl bir meslektaşımızın hayatına kast etmekten geri durmuyor.
Ne diyeyim? Bazen uzaklaşmak iyi geliyor. Kendi dünyamızda, delice bir ruh haline bürünüyoruz. Dünyaya kapalı, kuşkulu, bilgiden noksan. Günlük hayat ve manzara resimleri çekip bunu internete yükleyen bir kadıncağızdan bile, kuşku duyacak, düşmanlık algılayacak kadar çıldırmış durumdayız.
Dedim ya... Bazen bir adım uzaklaşıp dışarıdan bakmak iyi geliyor...