Edip Emil ÖYMEN
Atlı Köşk: Sakıp Sabancı'nın İstnabul Emirgan'daki ünlü "gayrı resmi müze" evi. MOMA: New York Metropolitan Museum of Art (Metropolitan Sanat Müzesi). Bir numaralı dünya kentinin ünlü 5. Caddesi üzerinde dev bir mekana yayılan, dünyanın en tanınmış bir kaç müzesinden biri.
Atlı Köşk'ten MOMA'ya, Sakıp Sabancı'nın karınca sabrı ve çalışkanlığıyla bulup buluşturup biriktirdiği Osmanlı eserlerinden 60 - 70 tanesi gidecek. Ve müzenin giriş salonunda sergilenecek. 4 aya yakın süre New York'ta kalacak sergi. Daha sonra Amerika'nın öbür ucuna Los Angeles County Museum'a gidecek. Amerika'daki seyahat toplam 8 ay. On yıl önceki Kanuni Sergisi'nden bu yana Türkiye'de planlanan en büyük organizasyon.
Sabancı'nın, hiç biri paha biçilmez ve hepsi birer sanat şaheseri olan Osmanlı yazı sanatının göz kamaştırıcı örneklerini dünya alem, bu iki büyük müzede görme fırsatı bulacak. Bu kadar büyük bir serginin planlanması, hazırlanması, eserlerin seçimi, taşınması, ve diğer bir çok ayrıntıyla aylardır uğraşılıyordu. MOMA ve LA County Museum'un üst düzey yetkilileri bir kaç kez İstanbul'a gelip gittiler. En
son da geçtiğimiz Cumartesi gecesi Atlı Köşk'te kalabalık bir medya grubuyla birlikte önde gelen Türk sanat ve kültür tarihçileriyle bir araya geldiler.
Amerikalılar, Sabancı'nın köşkünden ayrılırken yüzlerinde, gördükleri sıcak ilgi ve profesyönelliğe duydukları takdir okunuyordu.
Sakıp Sabancı, kültür mirasımızı koruma açısından, örnekleri Batılı ülkelerde görülen varlıklı ama duyarlı iş adamlarımıza şu sırada en güzel örnek. Sabancılar, varlık ve üretim açısından Türkiyenin öne çıkan bir kaç sanayici ailesinden belki de en öndeki.
Sabancı, bunu, ulusal kültürü koruma ve ulusal mirasa toplum adına sahip çıkma gibi son derece takdire şayan bir jestle taçlandırıyor. Sabancı'yı izleyen diğer büyük sanayicilerimiz arasında
Eczacıbaşı da yıllardır kültür ve sanata verdiği destekle bir numara.
Koçlar, İstanbul'da özgün bir Sanayi Müzesi ve Sadberk Hanım Müzesi'ni kurarak özel müzecilik alanında yetkin örnekler verdiler. Antalya'da Kaleiçi'nde yaptırdıkları restoransyonlarla ve ulusal kültürü korumaya yönelik diğer girişimlerle göz doldurdular.
Beymen, ölmüş gitmiş bir el sanatını canlandırarak kültüre, sanayinin nasıl el vereceğini zarif bir şekilde gösterdi. Eskişehir'li sanayici
Zeytinoğlu, Vakko, Borusan gibi ve adlarını burada sıralamak mümkün olmayan diğer sanayici ve iş adamları da kültür ve sanata olan duyarlılıklarını gösterdiler.
Sanayici ve iş adamlarımız Batılı örneklerde olduğu gibi kültüre sanata sahip çıktıkça yoğun bakımda olan ulusal kültür mirasımız oksijene kavuşacak.
İngiliz bakanlar Fransızca öğrenmeye, biliyorsa ilerletmeye başladı. Dışişleri Bakanlığı, Fransızcayı kem küm bilenleri, dillerini geliştirmeye "davet etti". Çünkü 1 Ocak'tan itibaren AB dönem başkanlığını İngiltere üstleniyor. Fransızca bilmeyen "
devlet erkanı"nın sıfırdan öğrenmesi, az bilenlerin de dillerini geliştirerk "gaf yapmaması" için Dışişleri bürokrasisi kolları sıvadı. Bakan, bakan yardımcısı, yüksek bürokrat 150 kişi Fransızca öğrenmek için başvurmuş.
Fransızca, AB'de İngilizce ile birlikte "ortak çalışma dili". Ama, aslında AB, Fransızcanın geçerli olduğu bir forum. İngiliz tarım bakanı Jack Cunningham açıkça, "Eğer" diyor, "AB'de derdinizi anlatmak istiyorsanız Fransızca bilmek yetmez, konuşmak şart."
Her ne kadar dünyada en çok konuşulan dil Çinceyse de, en "global dil" de İngilizce. Bu nedenle de İngilizceyi ana dil veya ikinci dil olarak konuşan uluslarda, başka dil öğrenmeye karşı bir tembellik hep vardır.
Ama iş, Avrupa Birliği'ne gelip dayanınca işler farklı. AB, bir Fransız - Alman ortak prodüksiyonu çünkü. Bunca yıldan beri AB'de hala resmi belgeler ilk önce Fransızca olarak çıkar. İngilizceleri sonra gelir.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı, yüksek devlet memurlarının Fransızca öğrenimi konusunda bir genelge yayınlamış ve "Kimse, iyi bilmediği bir dilde konuşmaya çalışmasın, çünkü AB toplantılarında neyin ne anlama geldiği konusunda kimsenin hiç bir kuşkusu bulunmamalıdır" demiş.
İngilizce ile Fransızca arasındaki dilbilim ve sözcük akrabalığı, yabancı dil öğrenmeye yatkın olmayan İngilizler için sıkıntı. Çünkü Fransızcadaki bazı sözcükler, ses uyumu bakımından İngilizcedekine benzese de aralarında anlam farklılıkları var: Örneğin Fransızca "decevoir", hayal kırıklığı ya da üzüntü ifade eder. İngilizcedeki sesdeşi "deceive" ise aldatma, göz boyama anlamına. İkisi arasındaki farkı bilmeyen, yanılır... Fransızcada "pretendre", bir konuyu belirlemek saptamak anlamına. Ama İngilizcedeki sesdeşi "pretend" ise "- miş gibi yapmak", taslamak, yapar gibi görünmek anlamına... İki dil arasında sesdeş sayılıp da farklı anlam taşıyan sözcük epeyce.
Karagöz sadece bizim malımız değil. Başkalarının da Karagözleri var. Çin, Mısır, Cezayir, Java, Bali, Hint, Endonezya, Malezya kültürünün de. Ve tabii batıdaki komşumuz Yunanistan'da da.
Karagöz bizim. Ama, önemli olan şu: Sahip çıkıyor muyuz, çıkmıyor muyuz? Ona karar vermek. Çünkü elalem bizden alıp, kendine mal edip, ona sahip çıkıyor. Biz, bön bir pasiflikle elimizdekinin kültür değerini anlamamakla meşgulüz.
Tıpkı, kendi Türk (!) Kahvemize sahip çıkamayışımız gibi. En "turistik" (!) adreslerde bile içilebilir bir Türk (!) Kahvesi sunamaz hale geldik. Çünkü yapması emek ve sabır istiyor. Neskafe ve kapuçino bulmak kolay. Çünkü makina yapıyor.
Karagöz de Türk Kahvesi'nin izinde... Yani, başkalarının, buna bizden çok sahip çıkması için meydan boş. Türkiye'de (o da İstanbul'da) küçük çocuklara hafta sonunda özel bir okulda birer saatlik "eğlence" olarak sunuluyor Karagöz. Buna da şükür. Çocuk Vakfı, bir Karagöz Okulu açtı da, yaşayan en yaşlı Karagöz ustası Tacettin Diker, canını dişine takıp Karagöz oynatır oldu.
Karagöz Okulu'ndan amaç, Karagözcü yetiştirmek. 12'si kadın, 23 öğrenci önümüzdeki Mart ayında diploma alarak "ilk diplomalı Karagözcüler" olacak.
Sonra? Diplomalı Karagözcüler, öğrendiklerini aktaracak ortam, heves, talep, ilgi bulacak mı? İnşallah bulurlar. Ne de olsa burası Türkiye. En olacak iş olmaz, en olmayacak iş olur.
Komşuda ise durum daha fenni: Atina'nın kuzey semti Maroussi'de Kastalia Meydanı'nda Museum of Karaghiozis, Yunan ulusal kültür mirasının vazgeçilmez adreslerinden.
Bizde sadece belirsiz bir tarih diliminde sürekli espri yapan Karagöz, Yunanlılar için "canlı ve dinamik" bir kahraman. Ve bizimkinden biraz farklı... Karısı var: Aglaia. Üç oğlu var. Hepsi, kendisinin küçük kopyaları. Karaghiozis, bitmek bilmeyen sorunlarına hep anlık geçici çözümler bulur. Ama sorunlarını hiç çözemez. İtilir kakılır hapse düşer ama iyimserliğini hiç kaybetmez. Ailesini geçindirmek için sürekli çabalar. Para sorunları hiç bitmez. Yoksuldur. Yiyecek için hep para bulmaya çalışır. Pencerede oturan kıza, "Güzel kızım bana bir toplu iğne atsana" der. Kız, "İyi ama Karaghiozis, iğne yerde kaybolur" deyince de gayet pişkin bir ifadeyle, "Eh bari bir somun ekmeğe batır da öyle at, o zaman kaybolmaz" der. Yoksulluğu, "ailemizdeki hastalık"tır onun için.
Yunanlılara göre, "kendi" Karagözleri kendi ulusal kimliklerini yansıtıyor. "Her ne kadar" diyorlar, "Karagöz'de Asyalı bir köken varsa da, zaman içinde biz ona Yunan ruhu kattık." Yani bir anlamda bizden kopya! Gerçekten de Karaghiozis'in yanındaki tipler de bizimkilerden hem farklı hem değil: Hadjivatis, en yakın arkadaşı. Amcası Barbayiorgos, dağlı kaba saba bir köylü. Kent soylu Morfonios, bıçkın delikanlı Stavrakas, "adalı" Nionios... Yunan Karagöz oyunlarında elbette Sultan ve kızı, gaddar Türk paşası olmazsa olmaz.
Karagöz konusunda ünlü tiyatro tarihçisi Profesör Metin And'a "Bizim de bir Karagöz Müzemiz olamaz mı?" diye sorduk. "Kültür Bakanlığının elinde 1,500'den fazla Karagöz figürü var. Onlar bir müze yapabilir," dedi.
Burası Türkiye. En olacak iş olmaz, en olmayacak iş olur.