Yazarlar Beden, "medya meşhuru"

Beden, "medya meşhuru"

11.05.1998 - 00:00 | Son Güncellenme:

Beden, "medya meşhuru"

Beden, medya meşhuru

       Siyasetçileri saymazsak, medya diğer bütün konularda kimi neden öne çıkartıyor? Kimi meşhur ediyor? Yani, kim "Medya Meşhuru"?
       Bunu anlamak için Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencileri 131 kişiye şu iki soruyu sordu: (1) Sizce Türkiye'de önde gelen medya meşhurları kimler? (2) Neyi ile meşhurlar? Paralarıyla mı? Zekalarıyla mı? Eylemleriyle mi? Özel yaşamlarıyla mı? Bedenleriyle mi?
       Medya meşhurunun bir de tanımı yapıldı: Aslında her hangi bir alanda derinleşmemiş fakat bilinen isim olmuş kişi.
       Anketin ilk sorusuna verilen yanıtlarda Hülya Avşar, Sibel Can, Sevda Demirel medya meşhurları içinde ilk üç sırada. İkinci soruya verilen yanıtta ise medya meşhurlarının bedenleri birinci sıraya girdi. İkinci sıraya, özel yaşamları ve ilişkileri, üçüncü sıraya eylemleri, dördüncü sıraya zekaları, beşinci sıraya paraları oturdu.
       Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Profesör Hüsamettin Koçan, çıkan sonuçları şöyle değerlendiriyor: "Hemen hemen herkes, insanların medyada bedenleriyle meşhur olduğunu düşünüyor. Biz de dedik ki bizim medya meşhurumuz aslında beden. Şunun bedeni bunun bedeni fark etmez. Ama medyanın cilalı yüzündeki bizim yanıtını aradığımız sorunun yanıtı bedenler. Yani tenler. Onun üzerine de öğrenciler, açacakları sergide tamamen bedeni işlediler."
       Öğrenciler, medyada beden iktidarını göstermek için de medyadaki görüntüleri kullandılar. Örneğin, yanda gördüğünüz gibi kadın bedenli bir kum saati içinde et ile zaman arasındaki ilişkiye dikkat çekiliyor... Diğer bir ilginç yapıt ise mekanik. Kadın bedenlerinden parçaların arkasında televizyon görülüyor. Yapıt dört parçadan oluşuyor. İkisi bir, diğer ikisi bir hareket ediyor. Kadın bedeni hızlandıkça televizyon da yok oluyor... Burada sert bir eleştiri var. Bedenlerin televizyonda sergilenmesi arttıkça her ikisi de yok olacak anlamına.
       Profesör Hüsamettin Koçan'ın yorumu şöyle: "Medya meşhurlarının ilk üç sırasına kadınların yerleşmesi, öğrencilerin çoğu kadın olduğu halde yapıtlarında kadın bedeni kullanmaları şu soruyu sorduruyor: Bir feodal toplum yapısında kadını bir tensel motif olarak algılamaya devam mı ediyoruz?"
       Eh, natürlich!

       Bilgi notu - "Medya Meşhurları" sergisi Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nin Acıbadem kampüsünde 12 - 24 Mayıs açık.

       Bu simgenin ne olduğunu biliyor musunuz?
       Bu, Avrupa Birliği'nde bir kaç yıl içinde tedavüle çıkacak olan Avrupa Parası Euro'nun simgesi.
       AB ülkeleri bile yüzyıllardır kullandıkları paralarından nasıl vazgeçip Euro kullanacaklarını kestiremiyor. Elbette bu konuda hükümetler kesin kararlar aldı. Ama ya halklar? Gelenek ve alışkanlıkları bir kuşaktan ötekine insanlar aktaran insanların içi, Euro konusunda rahat değilse, para tartışması daha yıllarca sürecek. Örneğin İngiltere, Euro sistemine geçmek istemediğini çok önceden açıklamıştı.
       Euro'yla gelen sorunlardan biri de şu: Bilgisayarlarda Euro simgesi yok. Gelecek ay piyasaya çıkması beklenen Windows 98'de olacakmış. Ama herkesin bunu alıp bilgisayarına takması mümkün değil. Windows'u üreten Microsoft, halen kullanılan "eski" sistemlere de Euro simgesinin eklenmesi için bir program sağlayacakmış.
       Her halde Euro'nun bilgisayar programlarında yarattığı karışıklık, Avrupa'da yaratacağı karışıklıkta solda sıfır kalacak.

       İnsanoğlu, on milyonlarca saç telini uzayın derinliklerine göndermeye hazırlanıyor. Güneş sisteminin dışına çıkacak saç telleriyle, başka dünyalarda (eğer varsa) yaratıklara hakkımızda bilgi göndermiş olacağız. Neden saç teli? Çünkü saç telinin kökünde DNA molekülü var. DNA'da insanı insan yapan bütün genetik özellikler yazılı.
       ABD'de 4.5 milyon kişi, 3 - 6 tel saçını köküyle çıkartıp Encounter 2001 konsorsiyumuna gönderecek. Bunun için adam başına 50 Dolar ödeyecek. Bu para, halen yapımı süren füzenin giderlerinde kullanılacak.
       Encounter konsorsiyumundaki firmalardan Celestis, geçen Nisan ayında uzaya ilk kez insan külü yollamıştı. Hristiyanlıkta da uygulanan ölüleri yakma geleneğini uzaya taşımıştı. LSD kültürünün öncülerinden Amerikalı ruhbilimci Timothy Leary, "Uzay Yolu" televizyon dizisinin yaratıcısı Gene Rodenberry gibi ünlülerin külleri şimdi uzayda.
       Encounter 2001, o yılın Ağustos ayında fırlatılacak. Güneş sisteminin dış bölümlerindeki gezegenleri gözlemlemek ve sonra da sistemden dışarı çıkmak üzere gönderilen Voyager'dan tam 24 yıl sonra...
       Kim bilir, belki "oralarda" birileri vardır?

       Ulaştırma konusunda içine düştüğümüz büyük açmaz nihayet aklımızı başımıza getirdi. Sadece karayolu ile ulaştırma yapılamayacağı yavaş yavaş kafamıza dank etmeye başladı. Geçen Aralık'ta yapılan Ulusal Demiryolu Kongresi'nden sonra, gelecek ay da Ulaştırma Şurası toplanıyor.
       Türkiye'nin yarısı büyüklükteki ülkelerde bile demiryolu taşımacılığı, karayolu ile atbaşı giderken biz, sanki petrol üreticisi bir ülke müsrifliğiyle karayoluna takıldık kaldık kaç on yıllardır. Demiryolunu öldürdük.
       Kent içi ulaştırmada da karayoluna öncelik verdik... En başta da en büyük kentimiz İstanbul'daki zavallı ve taş devrini hatırlatan ulaşım sorunlarına son 50 yıldır hiç bir kalıcı çözüm getiremedik. Zar zor ve uyduruk bir şekilde oldu bittiye getirilen metro kılıklı tramvay da tramvaydan başka her şey olduğu halde mütevekkil halkımız ona bile razı oldu. Batı ülkeleri kentlerinde görülmeyecek bir saçmalık, bugün İstanbul'da metromsu tramvay diye geziyor.
       İçinden deniz geçen kentlerimizde bile denizden etkin bir şekilde yararlanamayacak kadar karayolu meraklısıyız. Her halde bu merak, ulusal kimliğimiz olan "sabırsızlığımız"ın bir sonucu. Denizden gitmek "zaman" alıyor ya, karayolu daha "hızlı". Öbür dünyaya da...
       Bakalım, Ulaştırma Şurası son 50 yılın yanlış politikalarını ters yüz edip uygulanabilecek kararlar alacak mı?

       İstanbul'da geçen hafta sonu açılan Tatil ve Eğlence Fuarı, turizmimiz için yine iyi niyetli beklentilerle yüklüydü. İyi niyetli beklentilerle gerçekler arasında nasıl bir uyuşma olduğunu Ekim ayı geldiğinde anlayacağız. Çünkü beklentiler, çoğu zaman gerçekleri karşılamıyor. Sadece, gelen turist sayısı açısından değil. Ama, gelenlerin buldukları açısından da.
       Turistin her şeyden önce Türkiye'ye gelebilmesi gerek. Normal tarifeli uçuşlarda bile hele yaz aylarında gecikme, artık herkesin kanıksadığı bir şey. İnsanlar dişlerini sıkıp uçağın içinde sabırla bekliyor. Sonra da bir kaç anlamlı söz işitmek istiyor pilottan gecikme için... Türk Hava Yolları'nda pilotun lütfedip de güzel ve herkesin anlayacağı bir ingilizceyle gecikme nedenini ve bunu gidermek için ne yapacağını şık bir şekilde anlattığına pek az tanık oldum. Bir saatlik bir gecikme sonrasında bile pilotun sadece hosteslere "yerinize geçin, kalkıyoruz" komutundan başka ses çıkartmadığına da...
      
Pilotların, yolculara klişe bilgi vermek dışında şık konuşmalar yapmaları, Türkiye'ye ilk kez giden bir yabancıda uyanacak ilk olumlu izlenimdir. Türkiye ve Türkler konusunda önyargılı yabancılarda bu önyargıyı gidermeye çalışmanın ilk adımı, Türkiye'ye ilk adımı attıkları uçaklarımızda karşılaşacakları güleryüz ve yakınlıktır. Güleryüz ve yakınlık, turizmin "gizli girdileri"dir. Yani kilosu gramı parası pulu yoktur.