İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad 14 Ağustos’ta Türkiye’ye geliyor.
1979 devriminden beri Tahran’dan gelen her resmi heyetle yaşanan sıkıntı ondan önce gündeme geldi:
Anıtkabir ziyareti ne olacak?
Malum, Ankara’ya yapılan resmi ziyaretlerde konuğun Anıtkabir’e giderek çelenk koyması bir koşul... Ancak İran tarafı, bu koşula uymak istemediğini önceden bildirdi. Sızan haberler doğruysa bizim Dışişleri de, komşuyu bu “sıkıntı”dan kurtaracak bir formül üretti:
Geziye “çalışma ziyareti” adı verildi.
Konuğun başkente gelme zorunluluğu kaldırıldı.
Şimdi Ahmedinecad Ankara’ya Gül’ü ziyarete gelmeyecek, Gül İstanbul’a Ahmedinecad’la buluşmaya gidecek.
* * *
Anlamadığım birkaç nokta var. Biri şu:
2004’te Hatemi geldiğinde, Ankara’da Sezer tarafından resmi törenle ağırlanmıştı. Hatemi de Anıtkabir’e gitmediği halde onun gezisinin “çalışma ziyareti” adıyla İstanbul’a kaydırılmasına gerek duyulmamıştı.
İkincisi:
Ahmedinecad, geçen sene Erivan’a gittiğinde Soykırım Anıtı ziyaretinin resmi programa alınmasına ses çıkarmamış, ama son anda geziyi yarıda keserek anıt ziyaretinden “yırtmıştı”.
Acaba Ankara programında Anıtkabir ziyareti görüşmelerden önce olduğu için mi böyle bir “kısa kesme” formülü yerine “İstanbul’a ayağa çağırma” formülü benimsendi?
* * *
Her ülkenin kendi teamülleri, inançları, ilkeleri olabilir. Diplomasinin becerisi, bu farklılıkları çatışmaya dönüştürmeden buluşturabilmesindedir.
Anıtkabir meselesi de öyle:
Kimine göre İranlıların Anıtkabir alerjisinin asıl gerekçesi, gösterişli kabirlerin mabet edinilmesinin dinen caiz olmadığına inanan bir toplumsal kültürdür,
...kimine göre ise düpedüz “Atatürk antipatisi...”
Tabii ki kimse Atatürk’ü sevmeye mecbur değil; kaldı ki Ahmedinecad “Humeyni’yi Atatürk’ten çok sevenler”in de yaşadığı bir ülkeyi ziyaret ediyor. Yabancılık çekmeyecektir.
* * *
Diplomatik açıdan önemli olan ilişkilerdeki karşılıklılık ilkesidir. Yani “Size gösterilen muameleye uygun muamele etmek...”
İran devriminin ilk yıllarında Tahran’da büyükelçilik yapmış olan Tanşuğ Bleda’nın hatıralarında (“Maskeli Balo”, Doğan Kitap, 2000) okumuştum.
İran Meclis Başkanı Rafsancani kendisini kabul ediyor.
Görüşme sırasında ezan okunmaya başlayınca Rafsancani, Bleda’yı susturuyor. Sonra da tercümanı aracılığıyla pantolonunu çıkarmasını söylüyor.
Şaşırıyor Büyükelçi... Çaresiz, söyleneni yapıyor. İçinden, “Vatan sağ olsun” deyip çıkarıyor pantolonunu... donla kalıyor.
Sonra Başkan’la beraber kalkıyorlar. Boş bir odaya geçiyorlar. Bleda, niyetin namaz kılmak olduğunu orada anlıyor. Dönüş yolunda sefaret tercümanı diyor ki:
“Başkan size müstesna bir jest yaptı. Pantolonunuzun ütüsü bozulmasın diye çıkarmanızı istedi.”
* * *
Diplomasi, bir jestler sanatı...
Osmanlı, kabulde Sultan’ın önünde eğilmemekte direnen elçiler için alçak kapılar yaptırırmış.
Ben de Anıtkabir krizine çare düşünürken Hürriyet Pazar’da Gündüz Vasaf’ı okuyunca “Buldum” diye bağırdım:
Sultan Abdülaziz Avrupa ziyaretine gidecek. Bu, bir Osmanlı padişahının savaş dışında Avrupa’yı ilk ziyareti olacak.
Doğruysa ulema Darül-Harp ziyaretinin dinen caiz olabilmesi için pratik bir çözüm bulmuş:
Sultan’ın ayakkabılarının altına bir bölme eklenmiş. Oraya Osmanlı toprağı döşenmiş. Böylece Padişah, gâvur ellerinde gezerken İslam toprağına basmış olacakmış.
Dâhiyane değil mi?
Ahmedinecad, topuğundaki gizli haznede Acem toprağıyla Anıtkabir’e gelemez miydi acaba?