Söyleyeceği bölüm 30 saniyeydi belki ama öyle titiz ve özenliydi ki, o 30 saniye için tam iki gün uğraştı
Mustafa”nın son sahnesi... Filmin başında bir tablonun içinden çıkıp gelen çocuk, yine aynı tablonun içinde yürüyüp kaybolacak. Ve burada filmin ilk sözlü müziği başlayacak.
Goran Bregoviç bu sahne için önce Atatürk’ün çok sevdiği bir şarkıyı revize etmeyi düşündü. Sonra bir arya önerdi. Güçlü bir aryaydı, sözleri ben yazdım.
Goran “Bize çok iyi iki soprano ve bir alto lazım” dedi.
Hemen Feryal Türkoğlu ve Selva Erdener’le görüştük. İkisi de memnuniyetle kabul ettiler. Notalar ve sözler üzerinde çalışmaya koyuldular.
Ya alto?
Yazılan sözlerde alto, Atatürk’ün sesiydi. Kendini kuşatılmış hisseden, umutsuz, moralsiz insanlara “Ben de yalnızdım / evsiz barksızdım / insana inandım / teslim olmadım” diyecek, umut verecekti.
Filmin son sözleriydi bunlar... O açıdan önemliydi.
Söyleyecek kişinin hem projede yer almayı kabul etmesi hem Atatürk isminin ağırlığı altında ezilmemesi, sözleri benimsemesi, bu arada besteciyle ve sopranolarla uyumlu çalışabilmesi gerekiyordu.
Ve hemen her işte her zaman olduğu gibi “vakit çok azalmıştı”; daha doğrusu “yok”tu.
Eylüle gelmiştik.
Eylülde geldikBir anda “Alpay” ismi yandı hafızamızda... En iyisini o yapabilirdi.
Üç kuşağın unutulmaz sesiydi. Üstelik sesinde bir Atatürk tınısı da vardı.
Yıllar önce Sezen Aksu’nun kayıt yaptığı bir stüdyo ortamında tanışmıştık.
Bizim “Demirkırat” belgeselini eleştirmiş, 27 Mayıs’ı eksik anlattığımızı söylemişti. Uzun bir tarih muhabbeti yapmıştık.
Daha sonra birkaç kez Ankara’da ortak dostumuz Dr. Ercüment Cengiz buluşturmuştu bizi...
Yine onu aradım. Az sonra Alpay telefondaydı.
İstanbul’a iki saat mesafede, sayfiyedeydi.
Konuyu anlattım.
“Yıllarca bize ‘Eylülde gel’ demiştin. İşte bu eylülde geldim kapına” diye espri yaptım.
Hemen notaları ve sözleri istedi. İnternet aracılığıyla yolladım. Bir saat sonra stüdyoya doğru yola çıkmıştı bile...
Stüdyoda Bir eylül akşamı İstanbul’daki müzik stüdyosunda buluşup çalışmaya başladık.
Alpay’la çalışmanın zor olduğunu itiraf etmeliyim.
İşine bu kadar titizlenen pek az insan gördüm.
Seslendireceği bölüm, 30 saniyeyi bile bulmuyordu, o 30 saniye için iki gün çalıştı.
Önce prozodi hataları buldu. Onların nasıl söylenmesi gerektiğini uzun uzun anlattı. Goran’ın müziği üzerine bu sözlerin nasıl okunabileceğini gösterdi.
Dizüstü bilgisayarımdan Skype aracılığıyla görüştüğümüz Goran’ın itirazına direndi.
“Ben okursam böyle okurum” dedi.
Parçayı Feryal ve Selva ile saatlerce denedi. Bu arada anılar anlattı, tarih tartıştı; sohbet koyulaştı.
Nihayet mikrofon başına geçti. Altı-yedi deneme sonucu kaydı tamamladığımızda gece olmuştu; yorgunluktan bitmiş ama işi bitirmiştik.
Zeynep faktörüDaha doğrusu biz öyle sanıyorduk.
Tam “Bitti” dediğimiz anda, Alpay’ın kızı Zeynep girdi stüdyoya... Ve o ana kadar uğraş didin yaptığımız kaydı hiç beğenmediğini söyledi.
Zeynep’in onun kızı olmanın ötesinde “menajeri”, “danışmanı”, “iş ortağı”, “sözüne güvendiği bir dostu” olduğunu orada anladık.
Ve baba-kız arasındaki bu güven ve işbirliğine şapka çıkardık.
Böylece ekibe (ODTÜ Siyaset Bilimi Bölümü mezunu) Zeynep de katıldı, Goran’la uzun uzadıya tartıştı ve saatler süren kayıt, başa sarıldı.
Ama artık kimsede mecal kalmamıştı.
Filmin sonunda (ve geçen hafta çıkan soundtrack albümünde) yer alan “Hatırla Beni” şarkısının son versiyonuna ulaşmak için ertesi günü, Alpay’ın kendi stüdyosunda (ve tabii Zeynep’in danışmanlığında) yapacağı kaydı beklememiz gerekecekti.
Alpay’ı Alpay yapanBu kısa tecrübede, Alpay’ı yıllarca ayakta tutan şeyin, işine gösterdiği özen ve yakın çevresindekilerin onu kucaklayan kolları olduğunu anladım.
Alpay sonradan hem İstanbul galamızda yanımızda olup ekip ruhunu bizimle paylaşacak hem de sivri eleştiriler gelmeye başladığında ilk arayıp destek verenlerden biri olacaktı.
Aynı liseden, Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun olduğumuzu sonradan öğrendim.
Artık aynı filmden, aynı ekiptendik.
Ne mutlu bize!
Karpiç hatıralarıGeçen hafta Satsuma’da izledim Alpay’ı...
Geniş bir grubun önünde unutulmaz şarkılarını seslendirdi. İtalyanca, İngilizce klasiklerden örnekler verdi.
“Her yerde söyleyemediği bu şarkıların kıymetini bilecek insanlara söylemenin keyfini sürdüğünü” söyledi.
Arada şiirler okudu, Attila İlhan’dan...
Ekibindeki gençleri uzun uzun tanıtarak motive etti.
İster istemez Karpiç’i anımsadım onu sahnede görünce...
1980’lerin sonunda Ankara’nın kasvetli ortamında, gönül ferahlatan nadir mekanlardan biriydi Güvenlik Caddesi’ndeki Karpiç...
Atatürk’ün müdavimi olduğu ünlü restoranın adını taşıyordu.
Haftanın yedi günü tıklım tıklım doluydu.
Sayısı çoğu zaman 10’u aşan bir müzisyenler grubu harika müzik yapar, Alpay da zaman zaman onlara katılırdı.
Karpiç’in müşterileri arasında yerli yabancı diplomatlar, sanatçılar, gazeteciler ağırlıktaydı.
Murat Sungar’ı, Volkan Vural’ı, Sedat Ergin’i hem konuklar arasında hem ara sıra sahnede, enstrümanlarıyla gördüğümü anımsıyorum. Biz de “32. Gün” ekibi olarak program çıkışlarında giderdik. Bazen siyasetçiler de gelirdi. Hatta bir gün Turgut Özal da eşini kapıp gelmişti.
Alpay beş yıl sonra sıkılıp terk edince Karpiç fazla yaşayamadı.
Atatürk devrinden sonra Karpiç’in Ankara’daki ikinci kaybı böyle gerçekleşti.