Can Dündar

Can Dündar

candundarada@gmail.com

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Geçen ay Sultanahmet’teki turistik bir otelde, 14 Alman kadın parlamenterin bulunduğu masada, bir milletvekiline, “Türk olduğu gerekçesiyle” içki servisi yapılmadı.
Alman milletvekilleri içki siparişlerini verdikten sonra SPD Berlin Milletvekili Dilek Kolat, rakı isteyince “Siz Türksünüz, veremeyiz” cevabını almıştı.
Sofraya çağrılan müdür durumu şöyle açıklamıştı:
“AKP’li belediye içki ruhsatı vermiyor. Turistlere ses çıkarılmıyor ama Türklere içki verdiğimizi duyarlarsa burayı kapatırlar.”
Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, “Keyfi bir uygulama... İstanbul’da Dubai uygulaması olmaz” dedi ama bu ilk değildi; son olacak gibi de görünmüyordu.

Bu adam bize ne demek istiyor
Lifij’in tablosu
Hastane koridorlarına sus işareti yapan hemşire fotoğrafları asılır ya, bundan böyle meyhane duvarlarına da Hüseyin Avni Lifij’in “ayyaş” tablosu asılmalı bence...
Ben “tablonun deşifresi”ni geçenlerde Dr. Faruk Alpkaya’nın yazdığı bir önsözde okudum.
Meğer tablo 1907 yılında yapılmış. Türklük bilincinin gelişmesiyle Hıristiyan uyrukluların ekonomik faaliyetlerinin tepki görmeye başladığı bir dönemde yani...
Türkler (o gün de) Hıristiyanlığı, “şapka, içki ve kadın” simgeleriyle algılarmış.
Lifij de kendini resmettiği tablosunda bu üç unsuru bir araya getirerek tepkisini göstermiş:
Başına şapka takmış.
Omzuna, Hıristiyan kadınların toplumsal hayatta görünür olmaları yüzünden “orospu” olarak algılanmalarının bir göstergesi, daha doğrusu buna bir tepki olarak yırtık bir kadın çorabı kondurmuş.
Ve eline kadeh vermiş. Kadehi tutuşuna dikkatle bakılırsa bunun içmek değil, içtiğini göstermek amacı taşıdığı anlaşılır.
Bir tür “İçiyorum, öyleyse yabancıyım” mesajı...

80 değnek vurula!
Gelelim tablonun kapak olduğu, Alpkaya’nın da önsözünü yazdığı kitaba...
Ocakta Phoenix’ten çıkan kitabın adı “Birinci Meclis’in İçki Yasağı”.
Onur Karahanoğulları, Türkiye’nin pek az bilinen bir gerçeğini, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde altı yıl uygulanan içki yasağını inceliyor kitabında...
İçki yasağı teklifini, Mustafa Kemal muhaliflerinin oluşturduğu “2. Grup”un liderlerinden Ali Şükrü Bey getiriyor.
Hem de 28 Nisan 1920’de...
Yani Meclis’in açılmasından sadece beş gün sonra...
Teklif, o kargaşada hasıraltı ediliyor, ancak 1926’da yeniden gündeme geliyor.
Ve bu kez Mustafa Kemal’in direnişi de yetmiyor.
Meclis içki üretmeyi ve içmeyi yasaklıyor. İçenlerin, 80 değnek vurularak cezalandırılması gibi bir şeriat uygulaması kanuna konuluyor.
Yasak tam altı yıl sürüyor.
Meyhaneler resmen kapatılıyor.

Köşk’te delinen yasak
Tabii ki hükümetin benimsemediği bu yasak, bizzat Cumhurbaşkanı tarafından her gece deliniyor. Değnek cezası da hiçbir zaman tam olarak uygulanamıyor.
Görüşmeler sırasında, yasanın neden uygulanamayacağını anlatmak üzere kürsüye gelen Maliye Vekili Ferit Bey, tüm Osmanlı’daki polis adedinin 2 bin 200 olduğunu belirtip bunların da bir kısmının içkici olduğunu hatırlatıyor ve soruyor:
“İçkiye alışmış adamlarla içki üretenlerin takip edilebileceğini tasavvur eder misiniz?”
Sonra da bir empati denemesi yapıyor:
“Eğer heyetinizde bulunanlar üç ay sigara içmekten vazgeçerlerse bu yasağın da uygulanabilir olacağına inanacağım.”
Nitekim yasak uygulanamıyor ve 1932’de Tekel’in kurulmasıyla sona eriyor.

Gayrimüslime de yasak 
İçki Yasağı Kanunu’nun Meclis’teki görüşmeleri, bir dönemin ruh halini ve Meclis’in insan malzemesini anlama açısından son derece öğretici... O ayrıntıları kitaptan okumanızı tavsiye ederek yasağın daha güncel bir boyutuna değineceğim:
Yasanın ciddi tartışmalara yol açan bir maddesi, Sultanahmet’te yaşanan “Yabancıya serbest Türke yasak” uygulamasını akla getiriyor.
Yasa içki yasağı koyarken Müslüman-Hıristiyan ayırımı yapmıyor. Meclis görüşmeleri sırasında Tevfik Rüştü Bey, gayrimüslimlerin yasak kapsamı dışında bırakılmasını öneriyor. O ana kadar karşı saflarda yer alan Hükümet ve muhalefet, gayrimüslimlere ayrıcalık tanınması gündeme gelince, ortak tavır alıyor.
Ali Şükrü Bey bunun dini değil, kamu sağlığına dair bir yasak olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle diyor:
“Niye kendi milletimizi muhafaza için koyduğumuz bir kanunda tebaamız olan Hıristiyanları ayıralım?”
Maliye Bakanı ise gayrimüslimlere istisna getirilmesine “Bu, onların iktisadi yönden güçlenmesine yol açar” diye itiraz ediyor.
Sonuçta Hıristiyanlar da yasak kapsamına alınıyor.
Bugün Sultanahmet’te yabancı turistlere içki yasağı konmaması ciddi bir ilerleme sayılmaz mı!

Neyin kavgası?
Kitabın yazarı Karahanoğulları, içki yasağının perde arkasında, aydınlanma ile muhafazakarlık arasındaki çatışmanın yattığını belirtiyor. Buna kanıt olarak da yasanın destekçileri ile muhaliflerinin bir ankete verdikleri cevaplarda belirginleşen ortak paydaları gösteriyor:
Destekçilerin çoğu medrese eğitimi almış, tarımla, ticaretle uğraşan, geleneklerine bağlılığıyla öğünen mebuslar...
Karşı çıkanlar ise Kurtuluş Savaşı’nın başarısı için eğitimi, aydınlanmayı, kalkınmayı, gelişmeyi vurgulayanlar...
Faruk Alpkaya’ya göre ise kanunun üç anlamı var:
1. Mustafa Kemal Paşa ile muhalifleri arasında kişisel bir mücadele...
2. Muhafazakar ve radikal kanatlar arasında bir çekişme...
3. İçki sanayi ve ticaretinin büyük ölçüde gayrimüslimlerin elinde olduğu göz önüne alınırsa bu yasak aynı zamanda Türk milliyetçiliğine sinmiş Hıristiyan düşmanlığının ve milli ekonomi yaratma arayışının da araçlarından biri...
Sizce bugün yeniden gündeme gelen içki tartışmasında bu unsurların rolü
yok mu?

NEFERDEN MUSTAFA KEMAL’E

“Sen içmeyecen de biz mi içecek?”
“İçki yasağı zamanında idi. Atatürk bir-iki yakın dostuyla bir tatil akşamı daha geçiriyor, her tiryaki gibi yarı gizli içiyordu. Yeni Maarif Vekilinin programını kafasında tasarlamış olduğunu hissedince işi kısa kesmiş olmak için şöyle dedi:
‘- Senin programını etrafı ile dinlemeden evvel, ben kendi görüşüme göre ne istediğimi misalle anlatayım:’
Bu adam bize ne demek istiyor
(Hizmet edenlerden birisine seslenerek:)
‘- Şuradan bir polis çağırınız’ dedi. (Polis, yarı-münevverin en güzel örneği...)
Polis geldi. Selam verdi ve bekledi. Mustafa Kemal ona dönüp önündeki kadehe yarı dolmuş içkiyi göstererek sordu:
‘- Bu nedir?’
‘- Su olsa gerek efendim...’
‘- Ne suyu? Su bu kadar küçük bardakla içilir mi? Bak bakalım su mu imiş?’
Kadehin öteki yarısını su ile doldurdu, bir beyaz bulanıklık peyda oldu. Onu göstererek:
‘- Bu ne imiş?’
‘- Rakı efendim.’
‘- Demin de fark ettin de yasak diye söylemedin anlaşılan. İçmek yasak değil mi?’
‘- Evet efendim. Men-i Müskirat Kanunu mucibince memnudur.’
‘- Peki ya ben içersem?
‘- Estağfurullah, içmezsiniz efendim.’
‘- Ne estağfurullahı? Süs için koymadık ya... Ya şimdi içersem?’
‘- Estağfurullah, içmezsiniz efendim.’
O sırada karanlık basmaya başladığı için elektrikler yandı. Atatürk birden ışığı göstererek sorguyu değiştirdi:
‘- Peki bu nedir?’
‘- Elektrik efendim.’
‘- Peki elektrik ne demek?’
‘- Işık, elektrik efendim.’
‘- Buyurun yerinize gidin.’
Yeni Maarif Vekili’ne dönerek:
‘- Şimdi siz muhafız erlerinden istediğiniz birini sesleyin.’
Vekilin ta uzaktaki nöbet tutan neferlerden birini işaret ettiği görüldü. Gidip onu çağırdılar. Gelip selam verdi.
Atatürk bu defa yeniden içki ile yarı doldurulmuş kadehi göstererek sordu:
‘- Bu nedir?’
Er hiç tereddütsüz, bir Orta Anadolu şivesiyle cevap verdi:
‘- Rakı efendim.’
‘- Peki bunu içmek yasak değil mi?’
‘- Yasah!’
‘- Ya ben içersem?’
‘- Sen içmeyeceksin de biz mi içecek? Elbet içeceksin.’
Mustafa Kemal memnun, ışığı gösterip sordu:
‘- Bu nedir?’
‘- Elektrik Paşam!’
‘- Elektrik nedir yani?’
‘- Ne idüğü bilinmez, ettiğinden bilinir.’ (‘Kuvvetler, eserleriyle ölçülür’ün bir başka ifadesi...)
Atatürk vekile dönerek şöyle dedi:
‘- İşte ya Türk halkını bu emsalsiz sezişi ve sağduyusu ile bırakın ya da okutacaksanız, yarı aydınlığın ötesine ulaştırın.”
(Mehmet Zeki Pakalın,
“İşte Biz Böyleyiz” Bütün Dünya, sy. 2, 1943)