Galiba ilkin rahmetli Emin eniştemden işitmiştim Çetin Altan adını... O da TİP’liydi.
Altan’a hem çığ gibi gürlediği Meclis kürsüsünden, hem Akşam’da kompradorları “Taş”ladığı köşesinden hayrandı.
Bana “Onlar Uyanırken”i tavsiye etmişti.
Kütüphaneme bakıyorum. Küçük kitabın üzerinde “Türk Sosyalistlerinin El Kitabı” diye yazıyor.
1967’de basılmış. Ben 1977 Temmuz’unda almışım.
Demek ki onunla 16 yaşımda tanışmışım.
Ama ben tanıştığımda eniştem biraz uzaklaşmıştı Altan’dan...
“Büyük Gözaltı”, “”Bir Avuç Gökyüzü” ve “Viski”den sonra 1978’de çıkan “Küçük Bahçe”yi beğenmemişti.
Romanın kahramanı X’in hizmetçi kadına yaptıklarına kızmış, Üstad’ın kulvar değiştirdiğine inanmıştı.
Bu 4 romanı peş peşe okumuştum 70’lerin sonunda...
Dünyayı sorgulamaya soyunan bir adamın, işe kendi iç dünyasından başladığını hissetmiştim.
Elindeki acımasız neşter, kendi ruhunu deşerken, hepimizinkini kanatıyordu.
* * *
1979’dan itibaren Milliyet’teki yazılarını kesip saklar oldum.
Henüz üniversitedeydim; bir gün onunla o Milliyet’te birlikte yazabileceğimi düşlemek bile cüret sayılırdı.
Ama o, yazılarında hep imkânsızı düşlemeyi, sorgulamayı telkin ediyordu.
Yine kütüphaneme bakıyorum. Kestiğim yazılar 30 yıldır aynı kutunun içinde duruyor. Ve Üstat o kutuda hep “Şeytanın Gör Dediği”ni gösteriyor, soruyor:
“Bizde de mahkemeler jürili olsa durum ne olurdu?”
“Neden köylerde kadın berberi olmasın?”
“Elektrik alaturka mıdır, alafranga mı?”
Doktriner yazılar geride kalmıştı artık... Şimdi inançları tartma, kalıplaşmış değerleri sorgulama, klişeleri sarsma zamanıydı.
Keskin kalemini, derin kültürüne batırarak yazdığı leziz yazılarıyla bir “Rönesans”ı köşesinden ülkesine taşıyordu.
* * *
12 Eylül’e 5 kala, çalıştığım Yankı dergisindeki söyleşisinde diyordu ki:
“Ben kendime ‘Yazarım’ diyemem. Yazar olup olmadığıma gelecek kuşaklar karar verebilir.”
Kütüphanemdeki dosyadan 19 Eylül 1980 tarihli yazısı çıkıyor. 12 Eylül’den bir hafta sonra yazılmış.
Başlığı: “Okumak.”
Okulların açıldığı hafta “Oku da adam ol” öğüdüyle okul yolunu arşınlayıp duran bunca kuşaktan bir tek dünya tenis şampiyonu çıkmadığını yazıyor; “Okyanusu salla geçen de olmadı, Roma mimarlık ödülünü alan da... Neden acaba?”
Üzerinden 30 yıl geçti; yazı hâlâ güncel...
İşte bir yazar, tarihin sınavından böyle geçer.
* * *
1973’te Orhan Kemal Roman Ödülü’nü cezaevinde almıştı. Seçiciler Kurulu’na yolladığı mektupta ödülü “Orhan Kemal’in iyi bildiği bir dekor içinde” aldığını vurgulamıştı.
Yazının, yazarın çileli serüvenini bir kuşaktan devralıp bir sonrakine taşımıştı.
Dün ise Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın “Kültür ve Sanat Büyük Ödülü”nü aldı.
Ödül şerefine, üniversite çağımdan kalmış eski bir kutunun kapağını açıp dün yazılmış kadar taze makalelerini yeniden okurken onunla aynı çağda yaşamış, aynı gazetede yazmış olmanın ne büyük ayrıcalık olduğunu düşündüm.
Bir de son ziyaretimde söylediği bir sözü:
“İnsanlar ikiye ayrılır:
Mezarlıklara girenler ve ansiklopedilere girenler.”
O, ikinciler sınıfından...
Kalemi eksik olmasın hayatımızdan...