Yeni Türkü ile ilk röportajımı 1980 yazında yapmıştım. Geçen hafta onları İzmir’de izlerken, hep yeni kalabilmelerine şapka çıkardım
Ekimin son hafta sonu İzmir’de telefonum çaldı: Arayan Derya Köroğlu’ydu. “Buralarda olduğunu duydum. Akşama konser var, bekliyorum” dedi.
Koşarak gittik.
Ve bir izdihamın ortasında son dönemin en keyifli akşamını geçirdik.
Derya griye çalan gür saçlarıyla başını duman almış bir dağ gibi çıktı sahneye...
Ve adeta mazimizi bize mısra mısra, dize dize söylemeye başladı.
“Sonbaharla boşalan kömür deposundan ve Samsun asfaltındaki otomobillerden” söz etti; “Yağmurda bile olmayan küçücük ellerden”, “Sevmek için birçok şeyi göze almak gerektiğinden”, “kafamız dışarıdayken, içinde debelendiğimiz çemberden”, “biz büyüdükçe dünyanın kirlendiğinden”...
Kısaca “günebakan düşlerimizden”, genç-liğimizden...
Şaşırtıcı olan, bu türkülerin bizde hâlâ daha dün söylenmişler gibi “yeni” kalması değildi.
Şaşırtıcı olan, bu türkülerin onları yeni dinleyenlerde, “kömür deposu”nun, “Samsun asfaltı”nın, “Mamak”ın yerini bilmeyenlerde de hayret verici bir coşku, hüzün, tanışıklık hissi yaratmasındaydı.
Müziğin ve hemen hepsi Murathan Mungan imzasını taşıyan o eşsiz sözlerin, dönemden bağımsız da ayakta ve her dem yeni kalabileceğinin göstergesiydi bu...
Darbeden önceDerya’yı sahnede büyük bir coşkuyla gitarını döverken izleyince 30 yıl öncesine gitti aklım... 1980 yazıydı.
Gazetecilikte henüz bir yıllıktım.
Atatürk Lisesi’nden arkadaşlarım Deniz (Coşkun) ile Tuncer (Tercan) iki yıllık bir grupta söylüyorlardı.
Beni de çalıştıkları eve, provaya çağırmışlardı. Ev, Bahçeli 43. Sokak’taydı.
80 öncesi bir solcu için Bahçeli’ye girmek büyük maceraydı. Gizli saklı gittiğimi hatırlıyorum.
Hacettepe Tıp mezunu bir patoloji uzmanı olan Selim Atakan ile onunla yeni evlenmiş olan Hacettepe Tıp öğrencisi Zerrin’in evleriydi bu...
Evden çok bir müzik stüdyosunu andırıyordu. Derya’yı ilk orada görmüştüm. Selim’in Ankara Fen Lisesi’nden arkadaşıydı.
ODTÜ Mimarlık’ı yeni bitirmişti. Ekonomide yüksek lisans yapıyordu ve galiba orada asistandı.
Yankı’daki haberDoktor ve mimar olmak isteyen üç genç, liseden beri boş zamanlarında müzikle uğraşıyorlardı.
10 yıl çeşitli müzikal arayışlarda dolandıktan sonra Güney Amerika’dan Avrupa’ya yayılan “Yeni türkü” ekolünde karar kılmışlardı.
Gagasında nota taşıyan ak güvercinle simgelenen 10 kişilik grubun isim babası olan şair Yaşar Miraç, o dönem aynı adla bir edebiyat dergisi çıkarıyordu.
İlk uzunçalarları (longplay’e öyle deniyordu) “Buğdayın Türküsü” çıkalı henüz bir yıl olmamıştı.
Piyanoyla kanunu, gitarla bağlamayı buluşturan ve “Biz halkız, yeniden doğarız ölümlerde” türü güçlü politik mesajlar veren albüm az satmıştı.
Grup elemanları çalıştıkları yerlerden ya da okuldan izin alamadıklarından turne de yapamıyorlardı.
Gruba ilişkin izlenimlerimi, 1980 Temmuz’unda, çalışmakta olduğum Yankı dergisinde “Yeni bir tarzın temsilcileri” başlığıyla yazmıştım.
Sahnede çektiğim bir fotoğrafı da sayfaya koymuştum.
30 yaşında!
Çok geçmeden 12 Eylül geldi. “Buğdayın Türküsü” toplatıldı. Önce bu albüm, sonra Mamak türküsü bir efsane oldu.
İkinci albümleri “Akdeniz Akdeniz”, askeri dönemin kapandığı 1983’te çıktı ve büyük yankı yaptı.
1986’da yepyeni bir kadroyla “Günebakan”ı yaptılar.
Grup 10 yaşına geldiğinde Yeni Türkü zirvede, dillerdeydi artık...
Ancak 1988’teki “Yeşilmişik”ten sonra grup içinde anlaşmazlıklar, ayrılıklar başladı. Kurucu iki isim, Zerrin ve Selim peşpeşe ayrıldılar.
“Vira Vira,”, “Rumeli Konseri”, “Aşk Yeniden”, “Külhani Şarkılar” hep yenilenen, değişen kadrolarla çıktı.
1990’ların sonuna gelindiğinde Derya Köroğlu new age tarzı denemeler yaptı.
Ama bu ayrılıklar, müzikal arayışlar, değişen adlar, sazlar Yeni Türkü’yü unutturmadı.
Ve Derya eski grubu bugünlere taşıdı.
Konser sonrası Bahçelievler’deki ilk karşılaşmamızı andık birlikte...
Saçlarımız biraz ağarmıştı ama ne mutlu ki, türkülerimiz yaşlanmamıştı.
Can Dündar’ın objektifinden Yeni Türkü (1980).BÜLENT ARINLIBelgeselcinin ölümüGeçen hafta “32. Gün”ün çekimine girmek üzereyken Rıdvan Akar’dan aldım kara haberi:
“Bülent abi ölmüş!”
Her şey anlamsızlaştı bir anda... Konuşulanlar, konuşanlar, konuşulacaklar.
Bülent Arınlı meslekte ağabeyimizdi. 1970’lerde TRT’de kameramanlık yapmış, Ordu Fotofilm Merkezi ile bazı televizyon kanallarının kuruluşlarında görev almıştı.
Sonra 90’larda “32. Gün”de çalışmıştık birlikte... İşine öylesine titizdi ki, bir hatada hastalanırdı.
Sonra piyasadan yorulmuş, Bodrum’a çekilmiş, orada kendi dünyasını, stüdyosunu kurmuş, oradan belgesel yapar olmuştu.
‘’Kırlangıcın Yuvası’’ belgeselinde Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nın öyküsünü kampın yıkıntıları arasında Hrant Dink’e anlattırmıştı; Hrant’ın da çok yakında, tıpkı o kamp gibi vahşi bir bağnazlığın kurbanı olacağını düşünemeden...
Yol arkadaşı Şehbal’e göre “Hrant’tan sonra kendini toparlayamamıştı”.
Onu ölüme sürükleyen kalbindeki ilk kriz buydu belki de...
Sonra ‘’Türkiye’deki gayrimüslim vakıflarının mülkiyet sorununu’’ ele alan ‘’Vatandaşlık Halleri’’ belgeselinin kurgusuna girişmişti.
Son telefon konuşmamızda o vakıflarla ilgili bilgilerini paylaşmıştı benimle... “Bu konuda bir program yapsan ne iyi olur” demişti.
Öldüğü hafta, o belgesel İstanbul’da gösterilecekti.
Her zamanki gibi, her belgeselcininki gibi başka projeleri vardı sırada, dağarcığında; şizofreni üzerinden Türkiye’nin en altındakileri anlatmak; mübadeleyi belgelemek istiyordu.
Vakti kalmadı.
Kalbi gördüklerine, yaşadıklarına 57 yıl dayanabildi.
Bir başka “kırlangıcın yuvası” da, Bodrum’da bir köy mezarlığı şimdi... Huzur içinde yatsın...
Bir teşekkür borcuGeçen cumartesi TÜYAP’ta okurlarla buluştum. Altı saat aralıksız imza attım.
Onca yol gelip üç saat sabırla kuyrukta bekleyen okurlar, izleyiciler, dostlar elimi tutarken “Yalnız hissetmemeniz için, destek için geldik” dediler.
Bazıları “Bu yıl TÜYAP’a gelemeyecek” diye yazmıştı, gazete ilanlarına bile bakmadan... Gideceğimi öğrenince de tahrikçilere adres göstermişlerdi utanmadan...
Destek, biraz da ondandı belki...
Çıkarken arkamda koca bir ordunun varlığını hissettirdiler.
Bu zorlu süreçte, mesnetsiz suçlamalar karşısında okurlarımla birlikte bir an tereddüt göstermeden arkamda duran aileme, ekip arkadaşlarıma, dostlarıma, gazetem Milliyet’e, kanalım NTV’ye ve “Mustafa”nın sponsoru Sabancı’ya da teşekkür borçluyum.
“Seni öldürmeyen seni güçlendirir” derler ya; öyle oldu benim için de...